Pazartesi, Nisan 29, 2024

Sol’un seçimi: Yanlış terazi

Bundan tam bir sene önce, yaklaşan 14 Mayıs genel seçimleri her seçim döneminde olduğu gibi bütün gündemi kuşatmış durumdaydı. O günlerde yayımlanan “Temsiliyete sıkışmak ve Sol’un seçimi” başlıklı yazıda Türkiye’de iddiasının odağına sınıf çatışmasını ve işçi sınıfının kurtuluşunu koyan parti ve örgütlerin, burjuva siyasetinin temel mekanizmalarından olan seçimlere dair yaklaşımlarını tarihsel süreklilik dahilinde eleştirmiş, temsil rejiminin ve onun dayattığı siyaset mantığının içine sıkıştıkları ölçüde yanlış hedeflerle yönelip düzenin rıza mekanizmalarını yeniden üretmekten kaçamayacaklarını dile getirmiştim. 

Orada tanımlamaya çalıştığım durum, her seçimden sonra olduğu gibi bugün yeniden karşımızda belirdi: sınıf çatışmasının maddi alanı, güç siyaseti inşa edilerek fiili bir kavganın arenasına dönüştürülmeden seçimler işçi sınıfının, hatta daha genel anlamıyla halkın siyasi ifade arayışını saptırmak, soğurmak ve yanıltmaktan öte bir işlev göremiyor. Bu durum, seçim süreçlerine dahil olan sosyalist örgütlerin1 niyetlerinden bağımsız, içinde oldukları maddi koşullar ve seçim dediğimiz rıza düzeneğinin tabi olduğu hegemonik siyasal yapı tarafından belirlenen bir gerçek. Maddi toplumsal güçler alanında kayda değer bir fiili varlık gösteremeyen sınıf mücadelesi odaklı siyasetlerin ulusal ya da yerel düzeyde temsili de, o temsil mekanizmalarına kopuşçu biçimde müdahalesi de mümkün değil. Çünkü herhangi bir mücadele salt temsil yoluyla yoktan var edilemiyor, bu çok açık. Buradan hareketle 14 Mayıs 2023 genel ve 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde kendine koyduğu yanlış hedefleri bile tutturamayıp gene de kuyruğu dik tutmaya çalışan solun trajedisinin nedenlerini anlamaya ve bundan sonra yapılabileceklere dair öneriler getirmeye çalışacağım.

Örgütlü güçlerini seçim faaliyetlerine odaklayan sosyalist partilerin (kendileri hakkındaki, kimisi için sosyal-demokrasiye ve reformizme, kimisi için de ulusalcılığa kaydıklarına dair eleştirilerimizi bir kenara koyarak) son yerel seçimde sergiledikleri performansa baktığımızda şunu söylemek yanlış olmaz: sınıf çatışmasını esas alan ve proletarya devrimciliğini programının başat iddiası olarak sunan bu yapıların ulaştığı seçim sonuçları, koydukları hedefler ve örgütlerinin beklentisi açısından tam anlamıyla bir hayal kırıklığı oldu. DEM Parti bünyesinde hareket eden sosyalist partileri saymazsak seçime dahil olan sol partiler 31 Mart’taki İl Genel Meclisi oyları esas alındığında yüzde 1,17 gibi bir oran ve 510 bin civarı oyla temsili düzeydeki güçsüzlüklerini ikrar etmiş oldular. Başaran Aksu’nun dediği gibi, seçimci sol “devlet veya faşist güç saldırısıyla karşılaşmadan bizzat kendi tarzları, tavırları, tercihlerindeki tutarsızlıkları nedeniyle çuvalladı.” Bunun doğruluğu bir yana, seçime girmenin kendisi de zaten bu başarısızlığa giden hataları kaçınılmaz kılıyordu. En nihayetinde şu bir gerçek: yanlış yol doğru yürünmüyor.

“Temsiliyete sıkışmak” yazısında örgütlü ve devrimci bir proleter güç siyasetinin yokluğunda seçimlerin yarattığı ideolojik etkiyi “içeriden” kırmanın neden mümkün olmayacağını anlatmaya çalışmıştım. Burjuva ideolojik aygıtının (ya da diğer adıyla sermayenin kültürel hegemonyasının) birincil manevrası bütün toplumun, fakat özellikle de işçi sınıfının etki edebileceği alanlarda siyasetle ekonomiyi birbirinden ayırmaktır.2 Seçimler bu ayrımı gündelik yaşam içinde sürekli yeniden üretmenin ana araçlarından biri. Bu ayrıştırma yoluyla sermaye, kapitalizmin sınıf çelişkisi etrafındaki işleyişini görünmez kılmaya ve siyaset ile ekonomi arasındaki yoğun ilişkiyi fiiliyatta yok saymaya çalışır. Bu ilişkiyi açığa çıkarmak ve yeniden toplumsal denkleme dahil etmek ise devrimci sınıf faaliyetinin temel sorumluluklarından biridir.

Solun seçimci yaklaşımlarının bu ideolojik ayrımı nasıl yeniden ürettiğini örneklendirmek için geçen seneye, 14 Mayıs genel seçimleri etrafında yapılan bir tartışmaya dönmek istiyorum. Ekinsu Devrim Danış ve Murat Uysal YSP listelerinden seçilen EMEP milletvekili İskender Bayhan’ın seçim çalışmaları esnasında Esenyurt’ta işçilerle yaptığı görüşmelerden şöyle bir sonuç çıkarıyordu: “İşçiler çalışma hayatında karşı karşıya geldiği zorlukları vekil adayı ile tartışmaya değer bir problem ya da siyasetin bir parçası olarak görmüyor. Ustabaşı ile arasındaki gerilim, fabrikadaki disiplin mekanizmaları ya da ek mesai ücretlerinin yatırılmaması gibi gündelik sorunlarını kendi “özel” sorunları olarak değerlendiriyor […] [vekil adayı ile] ülke ekonomisini, büyük yatırım ve projeleri konuşmak daha öncelikli gelebiliyor.”

Burada dile getirildiği biçimiyle işçinin seçime, temsil düzenine bakışı aslında solun bütün örgütsel gücünü seçimlere odaklarken ıskaladığı bir gerçekliği yüzümüze çarpıyor. Burjuva siyasetinin alanı devlet yönetimi, büyük projeler ve herkesi (dolayısıyla kendisini herkesin temsilcisi olarak varsayan sermayeyi) ilgilendiren meselelerle sınırlı. O siyasetin içinde bir yer tutmaya yeltendiğinizde, seçim vesileyle karşılaştığınız bir işçinin size herhangi bir burjuva partisinin adayından farklı yaklaşmasını beklemek abes olur. Bunu kıracak olan tek şey o işçinin de parçası olduğu ya da onu etki alanına alan bir güç siyasetinin varlığıdır. Ancak o zaman “özel” diye sınıflandırdığı yaşamsal sorunları egemen sınıfın gündemine dayatabileceği bir araç olarak burjuva temsil siyasetinin onun açısından bir anlamı ve işlevi olur. Daha önce de ifade ettiğim gibi “burjuva parlamenter ya da başkanlık düzenleri içerisinde seçimlerin gözünü sınıf kavgasına dikmiş devrimciler açısından kullanışlı olmasının bağlı olduğu tek bir koşul var: toplumsal anlamda bir sınıf mücadelesinin, bir güç siyasetinin düzen kanalları dışında halihazırda örgütlenmiş olması.” Siyaset ve ekonomi arasındaki bu ayrışmayı aşmanın bundan başka, herhangi bir kısayolu yok. Solun mevcut koşullarda seçimlere girmesi ise bunu aşmayı geçtim, bu ayrımı daha da derinleştiren bir etki yaratıyor. 

Burada bir noktanın altını kalınca çizmekte yarar var. Yukarıdakine benzer örneklerde esas vahim olan ideolojik koşullanma, işçilerin sermaye düzeni tarafından yaratılan bu fiili ayrışmaya uygun hareket etmesi değil, solun bu ayrım yokmuşçasına burjuva siyasetinden bir beklenti içine girmesidir. İşçinin karşısına bir milletvekili ya da belediye başkanı adayı olarak çıktığınızda istediğiniz “komünist” ya da “sosyalist” partiden geliyor olun, o an kurduğunuz toplumsal ilişki dolayımıyla seçmenleştirdiğiniz işçinin gözünde sizin ait olduğunuz yer temsilin alanı olan burjuva siyasetidir. Söylediğiniz ve önerdiğiniz her şey bunun dahilinde değerlendirilir. Buna karşın sınıf mücadelesinin siyasileşmesi ise, işçilerin çıkarlarının mevcut burjuva siyaset tarzı içinde şu ya da bu parti tarafından temsil edilmesi değil, ekonomik düzlemden koparılıp temsil mantığına sıkıştırılan bu tarz bir siyasetin reddedilmesi ve sınıfın gerçek özneleşme alanlarının yaratılması anlamına gelir. Bu tabii ki bugünden yarına olacak bir inşa ve dönüşüm süreci değil. Fakat aylardır ülkenin dört köşesinde yasakları yok sayıp fiili direnişe geçen, her seçimde daha yüksek oranlarda sandığa gitmemeyi anlamlı bulan veya sandıkta birbirine hiç benzemeyen partilere oy atan3 işçilerin devrimcilere anlatmak istediği şey böyle bir güç siyaseti inşasının sadece mümkün değil, acil ve öncelikli ihtiyaç olduğu. 

Fakat Türkiye’de sol bu çağrıya icabet edemiyor. Çünkü bu partilerin propaganda ve örgütlenme faaliyetlerinin hedefi olan toplumsal kesimler çoğunluğu işçi olsa da sınıfın kentli, seküler ve kültürel anlamda batılı denebilecek hayat tarzına daha yakın bir katmanına denk geliyor. Uzun yıllardır hem düzen muhalefetinin esas tabanı hem de iktidarın kültür savaşının doğrudan hedefi olan bu kitleler kimlik ve hayat tarzı düzeyinde ayrıştıkları daha yoksul ve muhafazakar işçilere göre seçimleri gerçek birer siyasi imkan ve etki aygıtı olarak görmeye daha yatkınlar. 31 Mart yerel seçimleri açısından fark yaratan unsurlardan biri de seçimlere biçilen bu önem ve oy kullanma davranışı oldu. Seçimden bir beklentisi kalmayanlar sayıca ciddi bir sıçrama yaparak sandığa gitmezken burjuva demokratik mekanizmalarda hâlâ tutunacak bir dal bulanlar sandıkları terk etmedi. Yurttaşlık bilincini önemseyen, hemen hiçbir şartta oy kullanmaktan vazgeçmeyecek, şerhleri olsa dahi sandık yoluyla gerçek toplumsal dönüşümlerin yolunun açılabileceğine inanan bu kesimlerin eğilimleri sosyalist partilerin düzen siyasetiyle ilişkisi açısından da belirleyici oluyor. Onu mevcut iktidarı icraatları üzerinden eleştiren ama oklarını düzen siyasetinin bütününe yöneltemeyen, devrimci bir iddianın propagandasını dile getiremeyen bir makullüğe mecbur kılıyor. Sınıftan ziyade kültür ve kimlik yoluyla ayrışan ve aktivistlşen bu toplumsal grupların devrimci özneleşme potansiyeli son 50 yıllık post-marksist literatürün ana konusu ve güncel Kautskyciliğin ilgi alanı. Biz bu tartışmayı pas geçip kapitalizmi aşmaya muktedir özneleşme potansiyelinin sınıfsal temelli olduğu gerçeğine yaslanmaya devam edelim. 

2022 yılında şöyle demiştik: “Hayatın içinde gerçek bir zemin ve güç oluşturmadan seçimleri propaganda olanağı gibi kullanmaya çalışmak, burjuvazinin seçim oyununa figüran olmaktan başka bir anlam taşımaz. […] Devrimcilik ise seçim sürecinde her türden burjuvazi hilesinin teşhiri, halka söylenen her türlü yalanın açığa çıkarılması ve amansız bir sınıf savaşımını içerir.” Peki, solu bundan alıkoyan ve yukarıda tariflenen hareket tarzlarını sol içinde neredeyse sorgulanamaz kılan temel etken ne?

Düzen siyasetine ve temsil mekanizmalarına dönük bu heves bilinçli bir devrimcilikten uzak durma tercihinden kaynaklanmıyorsa şayet, mevcut duruma dair bütün yanlış tahliller de, hatalı ideolojik konumlanmalar da, hiçbir yol kat ettirmeyen beyhude seçim taktikleri de aynı güçsüzlük yanılgısından, yenilgiyi içselleştiren sorunlu tarih okumasından ve işçi sınıfının özneleşme potansiyeline dair inançsızlıktan besleniyor. Buradaki sorunun esası kendine ısrarla egemen ideolojinin aynasında bakmakta yatıyor. Sosyalistler çok uzun yıllardır kendilerini seçim denen yanlış terazide tartıyor, siyasi potansiyelleri açısından orayı ölçü alıyor. Her sandıkta bir öncekinden daha zayıf, daha etkisiz sonuçlar alsalar da yüzeysel özeleştiriler yapıp çoğunlukla kendilerini avutuyor,doğru bildikleri bu yanlış yolda ısrarla yürümeye devam ediyorlar. Burada gözden kaçırılan gerçek ise siyasi anlamıyla gücün niceliksel olduğu kadar, hatta ondan daha önce, niteliksel olarak büyümek zorunda olduğu. 

Kendini seçim sonuçlarının tartısında değerlendirdiğinde toplamı yüzde 1’i zorlukla geçen etkisiz oy oranına ve iddialı kampanyalara rağmen alınamayan yerel yönetimlere bakıp gene de “küçük olsun bizim olsun” demek, konforlu bir güçsüzlük ikrarına ve hamasi bir “her şeye rağmen haklıyız” söylemine kapılmak mümkün. Fakat azaldığı haliyle bile 500 binleri bulan bu seçmen kitlesinin içinden, işçi sınıfında gitgide büyüyen memnuniyetsizliğin akacağı mecraları yaratacak, ülkeyi dur durak demeden karış karış gezip işçi direnişlerine güç verecek, sayıca az da olsa etkili ve sağlam bir devrimci kadroyu çıkarma fikrine odaklanmamak net bir tercih. Agrobay, Özak, Lezita gibi fiili direnişlerin, depocuların, kuryelerin, madencilerin, metal işçilerinin, belediye işçilerinin asla tam olarak sönümlenmeyen eylemliliklerinin, Seydişehir’deki gibi bütün bir şehri harekete geçiren sınıf çalkalanışlarının, Barınamıyoruz ya da Filistin için Bin Genç gibi doğru zamanda doğru eylemlerle ses getirmeyi, kalabalıkları harekete geçirmeyi başaran gençlik hareketlerinin bize gösterdiği, kadroların niceliksel küçüklüğüne rağmen etkin biçimde güç inşa edecek siyasi faaliyetlerin mümkün olduğu. Seçimlere harcanan emeğin ve kaynağın çok daha azıyla bu örnekleri çoğaltmanın ya da olanları daha güçlü kılmanın mümkün olduğu ortada. Bunu yapmamanın bir bahanesi olamaz, olmamalı.

Şairin büyük bir isabetle ifade ettiği gibi, sosyalistlerin artık kendilerine yeniden “Oy pusulalarını ve seçimleri bırak / Evet / Seçimleri özellikle bırak / Çünkü açlık çoğunluktadır” demesi gerekiyor. Sosyalizm iddiasının sırtını dayadığı 200 küsür yıllık mücadele geçmişinin, oradan süzülerek gelen teorik birikimin ve başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan, bu amaç uğruna varını yoğunu ortaya koymaya gönülü insanların gücünü hafife almaktan vazgeçmek, kapitalist hegemonyanın siyaset ve ekonomi arasında oluşturduğu fiili ayrımı ortadan kaldırmaya, yanıltıcı ve oyalayıcı temsil mekanizmasını yıkmaya, düzen siyasetine karşı proletaryanın devrimci siyasetini örgütlemeye cesaret etmek gerekiyor. Bugün bunu başarmak ne zor ne de imkansız. Bunun için gereken kadroları oluşturacak silkinmeyi yaratmak, onları ayakta tutacak maddi ağları örmek ve ufku proletarya devrimi olan bir cepheyi inşa etmek bir görev olduğu kadar bir zorunluluk da. Biraz irade ve cesaret, yeter de artar bile.


  1. Her ne kadar yazıdaki tanım yeterince açık olsa da belirtmekte fayda var. Kürt Özgürlük Hareketi ve onun temsil siyaseti alanındaki örgütlenmesi DEM Parti hem kendisini sınıf çatışmasını merkeze alan, temel ve öncelikli iddiası bunun aşılması olan bir siyasi hatta konumlandırmadığı için, hem de geniş ve örgütlü bir halk gücüne dayanan, birbiriyle bütünleşik güç siyaseti aygıtlarını bünyesinde içeren bir yapı olduğu için buradaki değerlendirme ve eleştirilerin kapsamı dışında kalıyor. Fakat KÖH’le ittifak halinde hareket eden ve siyasi odağını sınıf savaşımı olarak tanımlayan yapılar da bir düzeyde bu eleştirilerin muhatabı kabul edilebilir. ↩︎
  2. Bu konuda E. M. Wood’un şu sözünü de hatırlatmakta yarar var: “Kapitalist hegemonyanın dayandığı temel önerme, ‘siyasal’ alan ile ‘ekonomik’ alanın biçimsel olarak ayrılması ve demokrasinin biçimsel uygulamalarla hukuksal ilkelerden oluşan soyut bir siyasal alana hapsedilmesidir.” ↩︎
  3. Evrensel Gazetesi’nin “Soruşturma: İşçiler yatağını arıyor” başlığıyla yayımlanan araştırmasına göre işçilerin içinde, yerel seçimlerdeki 3 pusulaya ayrılan oylarını CHP-YRP-EMEP gibi, CHP-AKP gibi ya da DEM Parti-CHP gibi farklı ve ideolojik olarak uzlaşmaz görünen partilere dağıtanlar var. Bu örnekler işçilerin bir kısmının oylarını ideolojik saiklerden çok taktiksel, pragmatik bir yaklaşımla verdiğinin de bir göstergesi. ↩︎

Son Eklenenler