Salı, Mart 19, 2024

Temsiliyete sıkışmak ve Sol’un seçimi

Seçimlerin esasında bir kandırmaca, bir dalavere olduğu bu düzenle derdi olan herkesin açık bir şekilde bildiği bir şey. Bu düşünceyi desteklemek için Marx’tan, Lenin’den alıntı yapmaya ya da Goldman’ın o çok bilindik anarşist şiarını tekrar etmeye gerek bile olduğunu sanmıyorum. Ama her nasılsa bu kolaylıkla unutulan, ya da seçimlerin açtığı taktik imkanlara fazlaca bel bağlandığı için görmezden gelinen bir hakikat de aynı zamanda. Bu nedenle aslında apaçık ortada olan bazı siyasi gerçekleri tekrar tekrar işaret etmek, sandık ve adaylıklar etrafında her seçimde yeniden kapılınan rüzgarları ve çalkantıları bıkmadan eleştirmek gerekiyor. 

Türkiye’de hükümet 2013-20 yılları arasında birbiri ardına yaptığı seçimlerle bu dalavereyi halkı sürekli oyalamanın ve düzenin çizdiği alanlar dışında siyasileşme ihtimalinin önüne geçmenin bir aracı olarak da kullandı. Önümüzde yine bir seçim var ve bu yine çok önemli, kritik bir seçim. Tamam, kabul edelim, bu seçim sermaye düzeninin iki ittifakı arasındaki kutuplaşma açısından yakın tarihin en belirleyicilerinden biri olacak. Buna dair pozisyon almamak, bu gündemin dışında kalmak yapabileceğimiz bir şey değil. Fakat gene de bir adım geriye çıkmak ve başta açılan soruya dönüp bir bakmak gerekiyor. Proletarya devrimcileri ya da sınıf savaşını programlarının merkezine alan partiler ve yapılar seçimler konusunda tutum belirlerken ilkesel olarak nereye yaslanmalı, burjuva temsiliyet rejimine dair eleştiriyi ne ölçüde ve ne yolla diri tutmalı? 

Buna bir cevap önermeye girişmeden önce sınıfın örgütü olma iddiasına sahip yapıların seçimlerle ilgili genel eğilimlerini bir hatırlamak, yıllardır aynı biçimde tekrar eden seçim çalışmalarının kısaca bir tahlilini yapmak mevcut eğilimleri görmek açısından iyi olur. Bu minvalde dünyanın birçok başka ülkesindekine benzer biçimde Türkiye’de de kendilerini sosyalist veya komünist olarak tanımlayan parti ve örgütlerin sermaye düzeninin araçlarından biri olan seçim süreçleriyle ilgili, bu süreçleri kendi yararlarına kullanmaya dair heveslerle geliştirdikleri taktikleri tarihsel olarak iki belirgin eğilimde toplamak mümkün.

İlki, küçük olsun bizim olsun mantığında bir temsiliyet elde ederek mecliste tat kaçıracak, oyun bozacak birkaç kişilik bir vekil timi oluşturma çabası. Bu yoldan gidenler hep kendilerini Duma’ya giren Bolşevikler gibi görüyor ama tarih daha çok bu taktiğin başarısız olduğu ibretlik örneklerle dolu. Doğrusu, o olumsuz örneklere bakmak bugünkü eğilimleri anlamak ve yorumlamak açısından daha uygun. Bu taktiğin işe yaramasına ilişkin kritik koşul ise dönüp dolaşıp bu hevesin arkasında bir “güç siyaseti”nin, yani yerleşik ve yaygın bir kitlesel örgütlenmenin ve onun etkin mücadele araçlarının mevcut olup olmadığı sorusuna çıkıyor.

Görkem Doğan’ın Politika Haber söyleşisinde söyledikleri bu sorunu net biçimde özetliyor: “Seçimler esas olarak ve son tahlilde egemen sınıfın yürütme işlerini üstlenecek mekanizmanın kurgusunda hangi egemen sınıf fraksiyonlarının ne ağırlıkta yer tutacağını belirler ve bunların devlet mekanizmasındaki uzantılarının görev dağılımını ve işbölümünü sağlar ve bunların arasındaki sorunları bir süreliğine çözer. Sosyalist sola da siyasi propaganda ve hatta temsil olanağı sağlayabilir eğer ve sadece eğer gücünüz ve toplumsal karşılığınız varsa, sosyal mücadelelerle iç içeyseniz ve buralarda önderleşenler siyasi kadrolarınızı oluşturuyorsa.” Sınıf mücadelesi açısından böyle bir güç siyasetinin eksikliğinde meclisteki birkaç oyunbozan vekilin bir siyasal gösterinin parçası olmaktan ve bu yolla düzene içerilmekten öte bir şansı olmayacağı açık.

Bu ilk taktiğe kıyasla çok daha az eleştiriye konu olan ikinci eğilimse seçimi kazanma ya da vekil çıkarma iddiası olmadan, seçim süreçlerinde bütün ülkede siyasete dair yükselen ilgiyi propaganda için kullanmak, bunu bir politizasyon eğilimi olarak görüp bundan faydalanmak ve seçim sonrası için ilişkiler inşa etmeye çalışmak olarak özetlenebilir. Bu taktik bazen ilk eğilime, yani küçük bir ekiple meclise girme çabasına ek olarak, ama çoğunlukla da ona gerek duymadan uygulanıyor. Zaman zaman ciddi teveccüh gören bir hamle olarak halktan insanları, işçileri, gençleri, emeklileri vekil ya da başkan adayı göstermekten, boykot çağrısı üzerinden bir propaganda faaliyeti yürütmeye birçok seçim çalışması bu eğilimde gruplanabilir. Bu taktikler ilk bakışta meclise girme çabasına kıyasla daha işe yarar seçenekler gibi görünse de iki açıdan boşa düşüyor.

İlk olarak seçimler nedeniyle halkta siyasete yönelik kendiliğinden bir ilgi oluştuğu okuması aslında eksik bir tahlile dayanıyor. Bu dönemlerde ortaya çıkan hareketlenme ve kutuplaşmanın sınıf savaşı perspektifinden bir tür politizasyon olduğunu söylemek doğru olmaz. Bilakis, böyle anlarda farklı düzen koalisyonları arasındaki yarışta taraf olma mecburiyeti sınıfın bir bütün olarak hareket etmesinin önünde bir engel olarak daha belirgin hale geliyor ve seçim dışında kalan, gerçek anlamda politik olan mücadele biçimlerini önemsizleştirerek, tartışmaları kişilerin siyasetle kurduğu ilişkinin tek belirleyeninin seçim olduğu dar bir alana sıkıştırıyor.

Diğer yandan bu dar alanda ilerleyen propaganda faaliyeti ise pratikte hangi iddia ya da çabayla yapılırsa yapılsın (ister işçi sınıfından kazanamayacağı belli olan, göstermelik cumhurbaşkanı ya da milletvekili adayları çıkarmak olsun, ister seçimi bütünüyle boykot etmek olsun) seçimleri bir politik araç olarak meşrulaştırmaya hizmet eder hale geliyor. Önemsizleştirilmesi, bir politik eylem biçimi olarak yetersizliğinin ifşa edilmesi gereken oy verme pratiğini siyasetin kritik koşulu kılıyor, oy verilecek parti ve adayla kurulan ilişkiyi bir çeşit aidiyete çeviriyor ve sınf mücadelesinin esas meselelerini seçim gündemi içinde eritip bunların düzen siyasetine içerilmesine sebep oluyor. 

O yüzden bir önceki eğilime temel olan eleştiriyi burada da tekrar etmekte fayda var. Burjuva parlamenter ya da başkanlık düzenleri içerisinde seçimlerin temsiliyet ve propaganda düzeyinde gözünü sınıf kavgasına dikmiş devrimciler açısından kullanışlı olmasının bağlı olduğu tek bir koşul var: toplumsal anlamda bir sınıf mücadelesinin, bir güç siyasetinin düzen kanalları dışında halihazırda örgütlenmiş olması. Bu örgütlenmenin tabii ki sadece bir temenni değil, nesnel gerçeklik düzeyinde var olması gerekiyor. Bunun yokluğunda seçimlerin ve temsiliyet rejiminin içinde kapılınıp gidilecek bir girdaptan öte bir karşılığı olmuyor.

Ne var ki bugün Türkiye’de devrimci sınıf mücadelesinin böyle bir güce eriştiğini iddia etmek en hafif tabiriyle safdillik olur. Dolayısıyla seçimlere dair tutum açısından içinde bulunduğumuz koşullara daha uygun üçüncü bir yol, bir eğilim de var ama güncel olarak da tarihsel olarak da karşılık bulmakta zorlanıyor. Bu taktiği kısaca “seçimin siyaset, oy vermenin siyasi bir eylem olmadığının propagandasını yapmak” olarak özetleyebiliriz. Seçimin gündelik yaşantımızı değiştirecek etkileri olduğunu kabul edip gene de düzen siyasetinin bu hilesine karşı tetikte durmak, sandık tercihleri etrafında ortaya çıkan sahte politizasyonun altını oymak, oy vermenin belli açılardan işe yarasa da hayatımızda köklü değişikliklere yol açmayacağını hatırlatmak.

Seçim döneminde yapılacak her kampanyanın, taktik düzeydeki çağrısı ne olursa olsun, öncelikle ve esas olarak seçimin kendisini hedef alması gerekiyor. Oy vermenin, bu hileli olduğunu bildiğimiz oyuna belli bir plan dahilinde katılmak olduğunun, oy verilen adaylar ya da partilerle kurulacak ilişkinin bu bilgi dahilinde, belli bir soğukkanlılık ve mesafeyle kurulması gerektiğinin vurgulanmadığı her ifade, her açıklama en nihayetinde seçimler ve seçmenlik üzerinden kurulan temsiliyet ilişkisinin yarattığı siyasi katılım illüzyonunu güçlendiriyor. Bu yüzden öncelikli olarak saldırılması ve yerle bir edilmesi gereken şey oy verme eylemine yüklenen temsili ve duygusal anlamdır. 

E-komite’de yayınlanan “Solun seçim siyasetleri üzerine” yazısında da söylendiği üzere “Hayatın içinde gerçek bir zemin ve güç oluşturmadan seçimleri propaganda olanağı gibi kullanmaya çalışmak, burjuvazinin seçim oyununa figüran olmaktan başka bir anlam taşımaz. […] Devrimcilik ise seçim sürecinde her türden burjuvazi hilesinin teşhiri, halka söylenen her türlü yalanın açığa çıkarılması ve amansız bir sınıf savaşımını içerir.” Popüler alanda karşılık bulması, kısa vadede bir getiri yaratması zor da olsa komünistlerin, devrimcilerin diretmesi gereken tek tutarlı yol bu.

Son Eklenenler