Perşembe, Mayıs 2, 2024

Sınıflarüstü mitinin karşısındaki hakikat: Kadın direnişleri

“İçimde, bütün kuralları ve kalıpları hiçe sayan yepyeni, özgün bir biçim olgunlaşıyor. Düşüncelerin gücü ve güçlü bir inanç onları yıkıyor. İnsanları bir gök gürültüsü gibi etkilemek, konuşarak değil, görümün derinliğiyle, inancımın gücüyle, anlatımımın keskinliğiyle beyinlerini ateşlemek istiyorum.” –Rosa Luxemburg

“Arzu zengindir, herkes Arzu’nun arkasında. Fakirlerin arkasında kimse yok, fakirleri düşünen yok. Bizim devlet yok, hukuk yok, adalet yok.” Agrobay direnişçisi 61 yaşındaki Naime Tekkahraman üç yılı sigortasız 18 yıl çalıştığı ve hakkını almak için kırık ayağıyla Ankara yoluna düştüğünde bu cümleleri kurdu. Yedi aydır direniyor Agrobay işçileri. Direnişi izleyenler bu dönemin sermaye, holding, uluslararası bağlantılarının devlet gibi iç içe geçmiş, çeteleşmiş ilişki öbeklerinin İzmir ve Manisa’da nasıl açığa çıktığını görecektir. Naime’nin ağzından “bizim devlet yok” sözlerinin tesadüfen dökülmediğini de. Agrobay işçilerinin yaşadığı somut koşullardan süzülerek dile getirdiği “patron çalıyor, devlet koruyor” sloganı, yine benzer bir hakikatin ifadesi olarak Migros Şekerpınar direnişimizde Anadolu Grubu önünde polis ablukası altında Fatma Yiğit aracılığıyla yankılanıyor: “Bu yasalar hep Fatma’ya mı işliyor? Devlet niye hep zenginleri koruyor?” Son dönemin işçi mücadelelerinde işçilerin mikrofonu alabildiği ender durumlarda, yalnızca ekonomik taleplerin değil yıllardır içinde debelendikleri ilişki ağlarının ve bu ağların devlet-siyaset-yerel oligarşiyle ilişkisini de teşhir eden sloganlara özellikle kadın işçilerin olduğu direnişlerde sıkça rastlıyoruz.

Bir kadın depo işçisi “sürekli ‘hadi’ sesi duymaktan bütün hayatımın akışı değişti, her şeyi koşturarak yapmak zorunda kalıyorum. Ailemle sorun yaşamaya başladım, çocuklarım benimle vakit geçirmek istemiyor. Aile düzenimiz kalmadı. Patron Instagram’a mutlu aile fotoğrafları atarken benim ailemi parçaladı. Bu yüzden tazminat falan istemiyorum kimseden. Öfkemi kusup hesaplaşayım yeter” diyor. Metalde direnen başka bir kadın işçi “o kadar yoğun ve ağır işte çalışıyorduk ki yaşayıp yaşamadığımı anlamak için kendimi çimdiklemek zorunda kalıyordum,” diyor. Agrobay işçisi bir kadın “sürekli hakarete maruz kalıyorduk, sessizce köşeye çekilip ağlıyordum, her bitkinin kökünde gözyaşım var,” diyor. Bir tekstil işçisi kadın “çocuk yapmayı düşünüyordum ama patrona nasıl söyleyeceğimi bilmiyordum. Temizlikçi ablaya söylettim, çıkarırım demiş. Biraz borcumuz vardı, erteledik” diyor. Bir depo işçisi kadın “hızlı çalışma baskısından ellerim parçalandı. Şansıma Kocaeli’nde el cerrahisi vardı, gittiğimde gördüm ki çoğu Amazon’da çalışan kadın işçiler,” diyor. Gıda fabrikasında çalışan kadın işçilerden biri uğradığı tacizi “Allah affetsin ben de annemi doktora götürmek için bir kez yanağından öpmek zorunda kaldım, çok pis kokuyordu, günlerce midem bulandı, yemek yiyemedim koku burnumdan gitmedi” diye anlatıyor. Bu cümlelerin çoğu “şimdiki aklım olsa” diye bitiriliyor. Şimdiki akıl dedikleri ise direnişlerle artık başkalaştıkları hallerin, anlatabilmenin ve kolektif düşünüp davranabilmenin ferahlığıdır. Elbette kadın işçiler de yasaları, karşı koymayı, öz savunmayı biliyor. Ama hem aile içindeki ezilen konumları hem yakın tarihte İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesi, 6284’ün sistematik olarak saldırıya uğraması, kadın cinayetlerindeki cezasızlık ve yasa karşısındaki bireysel yalnızlık, iş yerlerinde patronların cüretle işledikleri suçların cezasız kaldığı gibi bunların emniyet, mahkemeler ve siyasetle olan yakın bağlarının gizlenmeye gerek duyulmadığı yaygın bağlar, kadınların yaşamında ve eylemlerinde karşılarında gördükleri devasa güçlere ve onların yaşamın her alanında üretilen cinsiyetçi ideolojilere ve pratiklere kafa tutmanın bireysel olarak mümkün olmadığı gerçeğini de gösteriyor.

Direnişler kadınların doğumlarından itibaren deneyimlediği ezilme ve sömürülme pratiklerinin, öfkenin ve arayışın, kafa tutmanın ve ortak mücadele etme bilincinin okulları olarak düşünülebilir. Direnişler, aynı zamanda kadınların zorlu mücadele alanlarına bir parça daha zorlayıcı yeni bir cephe açmak demektir. Agrobay direnişçisi Şehriban “Yürüyüşe evden kaçarak geldim. Eşimden izin istedim, vermedi. Çünkü ben işe giderken namussuzluk olarak görülmüyordu ama direnişe geçince birden namus karşımıza dikildi. Eşim söz olur diye izin vermiyor hem de kazanabileceğimize inanmıyor,” diyor. Yine Migros direnişinde bir kadın işçi, direnişe daha önce kendisi de direnmiş sosyal demokrat eşiyle birlikte gelirken, kadının eşini aşan pratiği ve söylemleri eve de güçlü şekilde yansımaya başladığında söz olacağı, evde çocukların bakımının ihmal edildiği ve düzenli olarak anneliğinin kutsandığı yoğun propaganda ve manipülasyonla direnişten uzaklaştırılıyor. Flormar, Migros, Farplas, ETF, Agrobay gibi kadınların dahil olduğu onlarca direnişi yakından takip ederken dinleme fırsatı bulabildiğimiz kadın işçiler ya bir kameraya ya da özel sohbetlerde yaygınlıkla en çok şikayet ettikleri şeylerden birinin düşük ücret, diğerinin hakaret ve taciz, üçüncüsünün de uzun çalışma saatleri dolayısıyla “annelik, kadınlık görevlerinin” layıkıyla yapamadıkları oluyor.

Kimisi yirmi kimisi ise üç yıldır çalışıyor olsa da direnenlerin direnişe katılana kadar neden sendikaya üye olmadıklarını sorduğumuzda ya geçici süreyle işe girdiklerini (çocuk bakımı masrafları, borçlar vs.) ya da sendikal çalışmadan çok geç haberleri olduğunu söylüyorlar. Çoğu işyerindeki sendikal örgütlenmeden kadınların patrondan sonra haberi olabiliyor. Ancak toplu iş sözleşmesi söz konusu olduğunda çoğunluk kaybedilmesin diye kadınlar sendikalara katılmaya davet ediliyor. Oysa sendikalar işçilerin sınıfsal niteliğini ve ortak çıkarlarını öne çıkaran, bu yönde çalışan karma örgütlerdir. İşçilerin taleplerinin ortaklaştırılacağı ve sınıfın tüm kesimlerinden (kadın, erkek, çocuk, göçmen) işçilerin birleşik mücadele edeceği zeminlerdir. Ucuz emek niteliği gereği kadınlar, çocuklar ve göçmenlerin yeniden üretim sürecinde daha merkezi roller almaya başlamasıyla kurumsal, yasal, ideolojik ve fiili düzenlemelerle bu sömürünün yoğunlaştığı süreçler inşa edilir. Özel ve kamusal alan cinsiyetçi ideolojiye göre düzenlenirken tüm kurumlar da bunun etrafında şekillendirildi. İşçilerin tüm kurumlardaki temsiliyetleri neredeyse sıfırlanırken, tarihteki mücadeleler neticesinde kazanılmış haklar ellerinden bir bir alınırken bu gerçekliğin sendikalara yansıması artarak devam ediyor. Sendikalar sınıf uzlaşmacı pozisyonlarını sağlamlaştırıp işçiler karşısında konum alırken bugün birkaç sendika dışında kadın temsiliyetleri konuşmaya değer bulunmuyor. Bu açıdan sendikalar kadın sorununu egemen ideoloji aracılığıyla yeniden üreten ve bu yönde rıza tesis eden mekanizmalara dönüştü.

Sendikalarda da, siyasette de kadın sorunu yaygın olarak “sınıflarüstü” bir sorun olarak kabul ediliyor. Burjuva kadınlar ile işçi sınıfından kadınların sorunlarının sınıflarüstü olduğuna dair bir “kız kardeşlik” korosu oluşturuldu. Oysa görüyoruz ki Agrobay Seracılık patronu Arzu Şentürk ile kadın işçilerin kardeşliği mesele sökülen tırnağın hakkına, maaş ve tazminata gelince bozulabiliyor. Ya da ETF Tekstil’de yüzlerce kadın Sanem Dikmen’den hak istediğinde kardeşlik bağı darmaduman olabiliyor. Mücadele tarihi, burjuva sınıfından ve işçi sınıfından kadınların çıkarları çatıştığında kız kardeşliğin tüm sınıf çizgilerini aşamadığını gösteriyor. Bu koroya katılmayanlar da kadınların yeniden üretimde aldıkları merkezi roller nedeniyle örgütlenmesinin zorluğu, eğitimin düşüklüğü, dedikoduya yatkınlık ya da böylesi bir çalışmanın yoğun emek istediği gibi ipe sapa gelmez gerekçelerle kadın işçilere ya hiç yaklaşmıyor ya da yetki süreçlerinde kadınlara sayı olarak bakıyor. İmzalanan toplu sözleşmelere baktığımızda kadınların yoğun çalıştığı işyerlerinde dahi kadınların hiçbir talebi söylemsel düzeyde bile dillendirilmiyor. Birkaç sendikanın regl, doğum ve babalık izni talepleri patronlar tarafından büyük bir öfkeyle eziliyor. Oysa doğum iznini, kreş hakkını ve nitelikli yaşlı bakımını kamusal hizmet olarak talep etmek, kıdem tazminatı gibi temel sınıfsal taleplerdir ve tüm işçiler için kavgası verilmelidir. Bu taleplerin sadece kadınların talepleri olarak görülmesini erkek sendikacıların bilinçsizliği ve kolaycılığıyla açıklamak saflıktır.

Kollontay 1917’de Bütün Rusya Sendikalar Kongresi’nde “sınıf bilinci olan bir işçi, erkek işçilerin emeğine ödenen ücretin kadın işçilerin emeğine ödenen ücrete bağlı olduğunu anlamalıdır. Kapitalistler, erkek işçileri ucuz kadın emeğiyle ikame etme tehdidini savurarak, erkeklerin ücretlerini baskı altına alır ve kadınların aldığı ücret seviyesine düşürür. Bu yüzden ancak duyarsız birisi kadınların eşit işe eşit ücret talebini sadece ‘kadınların sorunu’ olarak niteleyebilir” der.

Agrobay direnişi her yaştan kadının direndiği kadın işçilerin yaşadıklarının en çıplak halinin anlatısına sahiptir. “Canımız bir kasa domates etmez bizim! Daldaki bir domates sayısı eksik çıkacak, fırça yiyeceğim, yevmiyem kesilecek diye düşünmekten panik atak oldum. Torbalarca ilaç kullanıyorum, tacize uğruyorum, evde dayak yiyorum, avukata ulaşamıyorum” diyen milyonlarca kadın işçiyle doludur fabrikalar. Bu yüzden kadın işçilerin sorunu cinsiyetçiliği sınıf içinde her gün yeniden üreten ve besleyen sendikal öncülüklere de bırakılamaz.

Kadın işçilerin işyerlerinde, mahallede, evde ve yaşamın her alanında yaşadıkları sorunlar sendikacılara ve egemenlerin ideolojik aygıtlarına havale edilemeyecek kadar acil ve yakıcıdır. Kadın sorunu dünya genelinde her gün yüzlerce kadının ve çocuğun canını almaktadır. İkiyüzlü emperyalist kadın politikaları ve yerel işbirlikçileri dün Irak ve Afganistan’da, bugün Suriye ve Filistin’de ezici çoğunluğu işçi kadınların ve çocukların canlarını kaybetmesini izliyor ve kendi ülkelerindeki kadın hareketlerine havuçlar sunuyorlar. Holdinglerin Filistin’de açığa çıkan ticaretin boyutları ve kârlar yüzbinlerce sivil halkın kanı canı pahasına artıyor. Bu holdingler, kadınlar ve çocuklar için kurdukları vakıf, STK ve hayırseverlik işbirlikleriyle katliamdaki paylarını perdeliyorlar, Filistin ve Suriye şehirlerinin yeniden inşasında kazanacakları paralar dışında hiçbir şeyi umursamıyorlar. Bu holdinglerin gözünde halkların 20 kilo çimento kadar değeri yoktur.

Kadın sorunu yasalarla ve çeşitli eşitlikçi söylemlerle aşılacak düzeyi çoktandır geçti. Elbette tüm reform taleplerini sahiplenip kazanılması için dövüşmek önemlidir. Ne var ki, kadın sorununun geldiği durumun yamalarla kurtarılacak tarafı yoktur. Köklü çözümler ve militan mücadelelerle baskıya uğrayan her kesimle birlikte dövüşerek proleter kadın hareketini yaratmayı, her türlü baskı, şiddet ve istismara karşı durmayı proletarya devrimciliği çizgisinde geliştirmeliyiz, geliştireceğiz. Tarih bize hatırlatıyor: “Her ülkede en çetin işlerden biri, kadınları eyleme geçirmektir. Pek çok işçi kadın büyük çapta katılmadıkça hiçbir sosyalist devrim olamaz” ve “bütün özgürleşme hareketleri deneyimi gösterdi ki, bir devrimin başarısı kadınların ona ne kadar katıldıklarına bağlıdır.” (Lenin).

Proletaryanın, dolayısıyla bütün insanlığın özgürlük mücadelesi ile kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesi bir bütündür. Bağımsız, militan ve devrimci bir proletarya hareketi ve gerçek özgürlük mücadelesi için kadınlar en öne!

Son Eklenenler