Perşembe, Nisan 25, 2024

Gölgenin altında herkese yer var – Artifices

Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde yakın zamanda tanıklık ettiğimiz çiftçi ayaklanmaları ve tarımsal isyan hareketi, sermaye ile emek arasındaki çelişkide baş gösteren yeniden yapılanma evresinin içinden doğan ve ona karşı yürütülecek mücadelelerin başlangıcını müjdeliyor. Tarımsal sanayi düzeyinde yaşanan yeniden yapılanma sürecinin temel özellikleri arasında sayabileceğimiz dekarbonizasyon (karbonsuzlaştırma), dijital teknolojinin yaygınlaşması ve uluslararası ticaretin bölümlenmesi, gelinen noktada çalışma ilişkilerinde belirleyici olan dinamikler üzerinde köklü değişiklikler yapmakta. Yeni birikim rejiminde kendisi için avantajlı bir konum elde etmeye çalışan sermayedar kesimler ile nihai proleterleşmeye karşı savaşan bir kısım kırsal orta sınıfın mücadelesini izliyoruz. İki sınıf arasındaki mücadele geçmişin faşist tarım ve köylülük ideolojisinin himayesi altında ortaklaştığı sürece, bu kanaldan özgürleştirici bir perspektifin çıkması mümkün değil. Dolayısıyla bu mücadeleden kazanım elde edilebilmesinin tek yolu, birbiriyle çelişen ve çatışan çıkarların patlama noktasına gelme ihtimalinde saklıdır.

Artifices sitesinde yayımlanan bu makale Avrupa’da, özellikle de Fransa’da son dönemde artan çiftçi hareketlerine tarihsel, devrimci bir perspektiften bakıyor ve bu eylemler etrafında gerçekleşen gericilik tartışmalarına sınıf perspektifinden katkı sunmayı deniyor. Yazının ve ortaya koyduğu önerilerin, tartışmaya açık tarafları olmakla birlikte, yaşanan son süreçlere dair özgün ve çarpıcı bir bakış açısı sunduğunu söylemek mümkün.


“İktisat tarihi, yani canlı türlerinin tarihi şu sorular etrafında döner: İşlenebilir ne kadar arazi kaldı? Ekilmemiş arazilerin temizlenmesiyle verim almak için harcanan emeği tüketilen gıda miktarına oranlandığımız takdirde elde edilen asgari toprak verimliliği nedir? Bu sorgulama kapitalist çağda en verimlisinden en verimsizine mevcut tüm topraklar sömürülene kadar sürer. Artık canlılar, türlerin tamamı açlığın pençesinde.”  – Amadeo Bordiga1

Tarım meselesi bir süre için siyasetin konusu olmaktan çıkmıştı. Oysa şimdi intiharın eşiğindeki çiftçilerin yaşadığı zorlukları medyada düzenli olarak duyuyor, görüyor; meslektaşlarının hikâyelerini okuyoruz. Ancak tarımsal-endüstriyel kalkınmaya yönelik tedbirler, özgür ve bağımsız köylülüğe ilişkin sol tahayyüler, “prodüktivizm”e yönelik eleştiriler ve Brüksel güdümlü yeşil yeniden yapılandırma girişimlerini birlikte değerlendirdiğimizde ideolojinin günümüzde tarım meselesinde önceki zaman ve mekânlara göre fazla söz sahibi olduğunu öne sürebiliriz. İsyanın derinde yatan köklerinin yanı sıra, tarım odaklı sanayinin genel durumunu tahlil edebilmek için de bir teşebbüste bulunulması gerekiyor.

Bu yazının amacı prodüktivizm eleştirisinin ve halihazırda süren yeniden yapılanmaya eşlik eden her türlü sınırlı ekoloji eksenli düşüncenin ötesine geçmek, çözümleme ve eleştiride endüstriyel tarım sektöründe hüküm süren kapitalist toplumsal ilişkilere yeniden odaklanmaktır. Tarih boyunca kimileri küçük ölçekli aile çiftliklerinin kaçınılmaz olarak yok olacağı beklentisi taşıdığı için, kimileri kaçınılmaz yok oluşun frenlenmesinin önemine vurgu yaptığı için, hatta aralarında “toplumsal düzene içkin bu gerici kanadın” bastırılması arzusunu taşıyanlar da olduğu için Marksistler tarih boyunca “tarım meselesi” ile ilgilenirken kendilerini sıkışmış hissetti.  Tarımda öngörülen bu dönüşümün henüz gerçekleşmediği, bir asırdır uygulanan tarım politikalarının da yardımıyla küçük veya orta ölçekli aile işletmelerinin varlığını sürdürdüğü açıkça görülüyor. Ancak bu döngünün sonuna geldiğimizi söyleyebiliriz.

Peki bu durumda toprağını, çiftliğini ve makinelerini kiralayan küçük üretici, aynı zamanda üretim araçlarının sahibi midir? Sütün fiyatı piyasa koşullarında belirlendiği için kâr elde etmesine izin verilmeyen ve isyan eden çiftçi proleter midir? “Ekolojik dönüşüm” için çalışmak isteyen, Confédération Paysanne [Köylü Konfederasyonu] çatısı altında örgütlenen bostan sahibi gerici midir? Ya da intiharın eşiğindeyken yaşadığı darboğazı ve yalnızlığını haykıran, zamanında tatmin edici bir gelir elde ettiği aile çiftliğine özlem duyan ilerici midir?

Dün

Fransa ve tüm Avrupa’da tarlalarda kopacak fırtına, uzun süredir bekleniyordu. Fransa’da 2003’te baş gösteren süt kriziyle beraber aşırı üretimin baskılanması ve 1984’te çiftçilerin satış fiyatlarının düşmesini önlemek amacıyla uygulamaya konulan üretim kotalarının tedricen kaldırılacağının ilan edilmesinden sonra, önceki birikim modelinin kuralsızlaştırıldığını ve sektörün uluslararası rekabete açıldığını, sektörün de haliyle tamamen alışılmışın dışında bir yola girdiğini görüyoruz. Fransa özelinde yasaklı maddeleri içeren Brezilya menşeli soya ve savaş harcamalarını desteklemek amacıyla gümrük vergilerinden muafiyet yoluyla sübvanse edilen Ukrayna tavuğu ile ilgili tartışmalar kulağımıza geliyor.2 Subprime (yüksek faiz) krizinin ardından merkez bankaları, kredi faizi ödemeleri altında ezilen çiftçilerin borç yükünü hafifleten düşük faiz politikasını benimsedi. Ancak geçtiğimiz yıl merkez bankası faiz oranlarında artışa gitti, dolayısıyla çiftçilerin borçlarından ötürü her yıl ödemek zorunda oldukları bedel arttı. Borçlanma maliyetlerindeki artış, bazıları için bardağı taşıran son damla oldu. Çiftçilerin borçlarına karşılık ödedikleri faiz birkaç ay içinde neredeyse iki katına çıktı.3 Son olarak, “tarımdan elde edilen gelir 2023’te 2022’ye kıyasla %11 ve katma değer, yani servet artışı %9 oranında düştü; Ukrayna’dan yapılan tahıl ithalatının Polonya, Macaristan ve Romanya’da tehlike sinyallerini hissettirmesi üzerine bu tabloya Avrupa boyutu da eklendi.”4

Uluslararası ticarete yönelik sert düzenlemelerin damgasını vurduğu Fordist model ile on yıllardır bildiğimiz, sermayenin serbest dolaşımıyla karakterize edilen “neoliberal” model arasındaki geçişlilik bir sır değil. Bugün çiftçilerin isyanının da geçmiştekine benzer şekilde bir sonraki aşamaya; şekillenmeye başlayan yeniden yapılanmanın öncüllerine bağlı olduğunu vurgulamalıyız. Her ne kadar geçişlilikten söz ettiğimizde çok sayıda farklılık sözkonusu olduğu için aynı yol ayrımında olmasak da krizden önce ortaya çıkmış ve bu esnada beliren ana hatları açıkça görebiliyoruz. 

Çiftçi eylemleriyle görünür olan isyan AB Ortak Tarım Politikasının (OTP) çevre korumacılığına yönelme, dekarbonizasyon ve regülasyon vadeden yeni sürümünü korku ve öfkenin odağına koyuyor. OTP’nin beyanının gerçekte neye karşılık geldiğini ve tarım endüstrisinin beklentilerini anlamamız gerekiyor. 

Kapitalizm tarihindeki büyük değişimler, krizler üzerinden gerçekleşir. 1914-1945 döneminden itibaren sivil sanayinin askeri teknolojileri ithal etmesi, savaş sonrası dönemde malların ve özellikle tarım sektöründe gübrelerin seri üretimi için önkoşuldu.5 Krizlerin sermayenin gelecekteki gelişiminin koşulu olduğunu kabul ettiğimizde kriz koşullarının her şeyden önce en verimli sermayeyi seçtiğini görebiliyoruz. Belirli teknolojiler tüm değer zincirinde yaygınlaşmaya başladığında verimlilik oranı ve dolayısıyla kâr oranı da artıyor. Verimlilik kârlarını artırarak genelleştiremeyenler iflas ediyor. Bugün yaşanan da bu. Büyük çiftlikler, yeni ekolojik standartlara daha tatminkâr şekilde yanıt verebilecek, daha fazla sübvansiyon alabilecek, dolayısıyla daha avantajlı konuma erişebilecek diğer işletmecilerin lehine geriye çekilmeyi ve pazardaki konumlarını tehlikeye atmayı istemiyor. Küçük üreticiler ve işletmelerse sadece varlıklarını sürdürmek için mücadele ediyor. Kuşkusuz en önemli soru, devasa yatırımlar gerektiren bir süreçte aşırı borç yükü altında çabalayan küçük çiftçilerin tarım faaliyetlerini modernize etme kapasitesine sahip olup olmadığı. Yine de geriye bir soru daha kalıyor: Aile işletmeleri olarak bilinen bu küçük üreticiler, her ne kadar mevcut şartlar altında etkinliğini yitirmiş de olsalar, nasıl olup da bugüne kadar hayatta kalabildiler? Merkezden yönetilen tekelci sermaye tarafından massedilmeden varlıklarını nasıl sürdürebildiler? Özetle, kendi üretim araçlarına sahip, en azından resmî olarak kendi emeği dışında kimsenin emeğini sömürmeyen ve neredeyse hiç kâr elde etmeyen bu arkaik üretim ilişkileri bugüne kadar nasıl yaşayabildi? Cevap bulabilmek için sözü geçen tarımsal sömürü biçimlerinin yakın zamanda ortadan kaldırılma olasılığını da hesaba katarak, Avrupa Birliği uhdesindeki OTP’nin tarihsel seyrini takip etmeye ihtiyaç duyuyoruz.

20. yüzyılın başında Front Populaire6 yani Halk Cephesi’nin uygulamaya koyduğu ve Vichy hükümetinin sürdürdüğü korumacı politikalar geride bırakıldı, Fransa’da tarımın endüstrileşme süreci başladı.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, savaş sırasında önemli ölçüde gelişen üretim teknolojileri sayesinde tarımda sanayileşme tam anlamıyla başlamış oldu. Her ne kadar tarım 1920’lerden 1960’lara kadar kapitalizm tarafından absorbe edilse de kapitalist tarzda yeniden düzenleme kısmiydi, ancak 1962’de OTP’nin yürürlüğe konmasıyla kırsal üretim ilişkilerinin görece özerkliğine son verildi. Fiyatların, üretim hacminin ve ithalatın çok sıkı politikalarla düzenlenmesi ve ulusal ölçekte bir tür devlet değişim planlaması ile tanımlanan zorunlu sanayileşme, verimlilik artışlarını, kâr artışını ve genel yaşam düzeyindeki refah artışını bir potada eritti. Kabaca 1960’lardan 1990’lara kadar uzanan Fordist birikim rejimi, kentleşen bölgelerin tamamına kapitalist toplumsal ilişkilerin egemenliğinin damgasını kati surette vurarak, her türlü üretim faaliyetini kapitalist üretim sürecine dahil etti.

1992’den bu yana OTP çerçevesindeki gelişmeler, diğer her alanda olduğu gibi “neoliberal” dönüşümleri takip ediyor: kuralsızlaştırma, serbestleştirme ve finansal sistemin yeniden yapılandırılması. Bazı yaklaşımlardan farklı olarak, her türlü “serbestleştirmenin” biçimsel bir düzenleme olarak kaldığını, devletin asla piyasa lehine geri çekilmediğini vurgulamanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Sözkonusu olan, kimilerince ifade edildiği üzere, “farklı birikim rejimlerine özgü kurumsal düzenlemelerdir”. Sanayi kesimi gibi tarımın da finansallaşması, üretken sermayeye hizmet eden “sağlıklı” bir üretim sürecini “asalaklaştırıp” tali kılmayacaktır. Tarım sektöründe 1970’lerden, belki de 1990’lardan itibaren uygulamaya konan birikim rejimi, üretim modelinin kurumsallaşmış biçimde yeniden örgütlenmesidir. Bu nedenle, üretim süreçlerinin finansallaşmasını, onlarca yıllık sol söylemin onayladığı gibi “iyi” üretken sermayeye karşıt olarak finansal sermayenin bir “yağması” olarak değerlendirmemeli, bir yandan finansallaşmanın kârlılığın gerekliliklerini alttan alta nasıl değiştirdiğini, artık yatırımın değil, anlık kârın yararına olduğunu, diğer yandan Fordist birikim rejiminin sona ermesinden itibaren üretken yeniden örgütlenmeye bütünüyle uyum sağladığını görmeliyiz.

Yeniden OTP’ye odaklandığımızda, basından da açıkça anladığımız gibi, 1960’lı yıllardan sonra fiyat güvencesine, 1990’lı yıllardan itibaren ise doğrudan sübvansiyona ve fiyat kontrollerine son verildiğini görüyoruz. Bulgulardan hareketle OTP sübvansiyonlarının artık çiftçilerin gelirinin ortalama %80’ini temsil ettiği açıktır. Bu miktar aynı zamanda, bugüne kadarki en büyük bütçe kalemi olan toplam AB harcamalarının %40’ından fazlasına tekabül ediyor. Ancak Avrupa, belirlenen hedefler doğrultusunda tarım politikası konusunda yetersiz kalıyor. Onun doğrudan piyasaya dayalı fiyat oluşumu ve uluslararası tarım ürünlerinin serbest dolaşımı sistemini dayatan son hatta tek güç olduğunu kabul etmeliyiz. “Brezilya, Hindistan, Rusya, Kanada, Yeni Zelanda, Çin örneklerinde görüldüğü gibi diğer tüm büyük ihracatçı ülkeler, gıda güvenliği ve egemenliği adına ve çiftçilerinin gelirini korumak amacıyla bu politikadan vazgeçti. Bu ülkelerin tamamı tarımı korumak için düzenleyici ve koruyucu önlemler benimsemiş ve zaman zaman gümrük vergilerini, hatta ihracat ve ithalat yasaklarını yeniden uygulamaya koymuşlardır.”7 Amerika Birleşik Devletleri bir adım daha ileride, çünkü New Deal’dan devraldığı tarımı düzenleme ve koruma politikasından hiçbir zaman vazgeçmedi. Yaşananları dünya ekonomisi bağlamında, akıntıya kapılmış bir kıtanın periferileştirilmesi şeklinde tahlil edebiliriz…8

Ancak yanılgıya düşmemeliyiz. Tarımsal gıda meselelerinin siyasallaşmasının merkezinde jeopolitik dinamiklerin yer almasının nedeni, konunun küreselleşme bağlamında yeniden müzakere edilmesidir. Gelecekte öngörülen uzlaşmanın müzakeresi hem jeopolitik düzeyde ve toplumsal ölçekte sermayedar sınıf nezdinde hem de üretim tarzının iki asli sınıfı arasında gerçekleşiyor.

Dahası, kapitalist birikim tarihine içkin ve tarım sektörünü niteleyen bir diğer önemli özelliğin tahlili de büyük oranda yetersiz bırakılıyor. Küçük ölçekli aile çiftliklerinin ortadan kalkmasının ve işleyişin bütünüyle kapitalist üretim ilişkilerine dahil edilmesinin kaçınılmazlığı, Marksizm tarihinde uzun süredir “tarım sorunu”nun en önemli konusu olmuştur. Ancak sözü edilen geçiş ve dönüşüm meselesinin tahlili boyutla sınırlı kalmıştır, “küçük ölçekli” tarımsal işletmeden “büyük ölçekli” tarımsal işletmeye geçiş tartışılmıştır oysa bu hususta dikkat edilmesi gereken terim “aile” çiftçiliğidir. Bu tartışmada bir adım daha ileri gidersek, çiftliklerin birleştirilmesine rağmen, küçük aile mülkiyetinin daima kadınların ve çocukların –bir ölçüye kadar özgür bırakılsalar da– gönüllü olarak sömürüsüyle tanımlandığını belirtebiliriz. Küçük aile çiftliğinin varlığını sürdürmesinin nedenlerinden biri, bu toplumsal yapının tarih boyunca gösterdiği olağanüstü dayanıklılıktır çünkü ev içi emeğinin sömürüsünden kaçış neredeyse imkânsız bir olgudur. Öte yandan, kulağa çelişkili gelse de, hem Avrupa genelinde hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde küçük aile çiftliklerinin korunması talebi uzun süredir tarım politikalarının merkezinde yer alıyor. Küçük çiftliklerden müteşekkil bir coğrafi şebekede huzursuzluk çıkması durumunda bir tür rezervi, bir emniyet valfini temsil eden bu sistem, devlet nezdinde daima hem gıda erişimi açısından hem de ideolojik düzeyde ulusal çıkarların muhafazasını şekillendirmeye hizmet etmiştir. İdealleştirilmiş çalışma düzeni ve geleneksel aile yapılarına dayanan yerelci ve vatansever değerlerin arka planını oluşturmak devletlerin önceliğidir. Bu tartışma, küçük köylülüğün az çok “doğal” bir şekilde kaçınılmaz olarak çözüldüğünü vurgulayan Lenin ile Rus popülistleri ve her şeyden önce bu sömürü biçiminin olağanüstü uzun ömrünü hakkıyla vurgulayan ve onu idealize eden Çayanov’u karşı karşıya getiren tartışmadır.

Ancak Fordizmin sonu, yeni bir işgücü bileşimini ima ediyor. 1970’lerde kadınların ücretli işgücü piyasasına kitlesel girişini takip eden süreçte aile yapıları da buna bağlı olarak gelişmeye devam ediyor. Kırsal üretim ilişkileri çerçevesinde bir insanın emeği karşılığında hayatını tek bir patronun emri altında geçirme zorunluluğu ve baskısı ortadan kalktı, çalışma ilişkileri ve toplumsal yapı 30-40 yıl önceki gibi değil. Dolayısıyla, uzmanlar küçük aile çiftliklerinin can çekişmekte olduğu konusunda hemfikir olsalar da, sebep belki de sermaye yoğunlaşmasının ağırlığı altında ezilmesi değil, çekirdek ve ataerkil aile biçimlerinin parçalanmasının baskısıdır.

Bugün

Yazının girişinde de belirttiğimiz gibi, tarlalarda hüküm süren toplumsal ilişkileri somut koşullarıyla tahlil edebilmek önemli. Yeryüzü Ayaklanmaları Kolektifi (Les Soulèvements de la Terre), “köylü sınıfını” destekleyen basın açıklamasında, prodüktivizm eleştirisi açısından alışılagelmiş sol klişeleri yeniden üretmenin yanı sıra, aslında köylüleri üretim araçlarına sahip olmayan Uber şoförlerine benzetiyor. Bu karşılaştırma, her ne kadar siyasi retorik için kolay ve pratik olsa da, basit bir nedenden dolayı kesinlikle geçerli değildir. Platform çalışanlarının üretim aracı nedir? Üretim aracı araba ya da bisiklet değil, platformun kendisidir. Hizmet işini organize edecek ve restoranları birbirine bağlayacak bir algoritma olmadan, komisyon elde etmek imkânsızdır ve bu nedenle kuryeler platformların dolaylı olarak çalışanları oldukları için yasal düzenlemeye tabi statüyü elde etmek üzere mücadele etmektedir. Tarımda durum daha farklı, çünkü çiftçiler boğazlarına kadar borç içinde olsalar da arazilerini, tarlalarını, traktörlerini ipotek ettirseler de yine de mülk sahibi olarak kalabiliyor. Onları platform çalışanlarıyla karşılaştıran retoriğin dayanağı, endüstrileşen tarımın değer zincirlerine has elverişsiz pozisyonlardır ve görünüşe göre çiftçiler gün geçtikçe tekel konumundaki büyük gıda satın alma merkezlerinin kontrolünde sipariş de alabiliyorlar. Ancak proleter durumu tanımlayan, değer zincirlerindeki dezavantajlı konum değildir; bilakis proleter durum, mülksüzleştirmeyle tanımlanır. Dolayısıyla, değer zincirlerindeki pozisyonların analizi, sektörün ve mevcut hareketin yapısını ve dolayısıyla küçük ve büyük arasındaki potansiyel çelişkiyi anlamak için çok önemli olsa da, hiçbir şekilde proleter durumun temel unsuru değildir. Tarım sektöründe geçerli ücretler hakkında fikir sahibi olmak için şunu bilmeniz gerekir: 2010’da 966.000 olan toplam işgücü sayısı 2020’de 758.000’e, aile işgücü ise 207.000’den 91.000’e düştü ve bu durum, 100.000’den fazla çiftlik patronu ve ortağının sektörden çekilmesinden kaynaklanıyor. Eksiklik, sektörde devamlı aile dışı çalışan olan 170.000’den fazla çalışanın emeğiyle karşılanmaktadır ve bu sayı artma eğilimindedir. Mevsimlik işçileri de eklersek tarlada çalışan her 3 kişiden biri ücretli çalışan statüsünde sayılır. Ayrıca, daha önce de belirttiğimiz gibi, aile işgücünün (çoğunlukla kadın ve çocuklar) payının düşmesine rağmen, çalışma saatlerinin aynı oran ve hızda azalmadığını gözlemliyor ve emek sömürüsünün yoğunlaştığına tanık oluyoruz.

Genel ve sektörel gelir yapısını da gözlemlemek gerekir. Medyanın üzerinde durduğu gibi, Fransa’da her beş tarımla geçinen haneden biri yoksulluk sınırının altında yaşıyorsa, sektörler açısından baktığımızda gerçekte bu oranın hayvancılıkta her dört haneden biri, tahıl ve tarla yetiştiriciliğinde ise her on haneden biri olduğunu görüyoruz. Gelir dağılımı da aynı seyri izlemektedir.

Bu istatistikleri çiftçiler öncülüğünde süren eylemlerde duyduğumuz ve gördüğümüz taleplerle karşılaştırırsak, teşhis oldukça net: Tahıl çiftçileri ve hayvancıların çıkarları aynı değil ve tarlalardan yükselen maaş artışı haykırışlarının ötesinde ücretler veya çalışma koşulları konusunda herhangi bir talep dile getirilmiyor. Hareketin bileşenleri bir olmasa da bazı talepler ortak cephelerin oluşmasına yol açabilir, ancak daha önce de belirttiğimiz üzere kimi hayatta kalma mücadelesi verirken kimi pastadan daha büyük pay almak için mücadele ediyor. İsyan eden çiftçileri neyin bir araya getirdiğini kavramak için Brüksel’de, Avrupa Yeşil Mutabakatı çerçevesinde ve dekarbonziasyon odaklı yeniden yapılanma sürecinde yaşananları anlamamız gerekiyor. Özellikle de bu hareket bir bakıma Avrupalı olduğu için, her biri kendi ulusal sorunlarıyla uğraşmasına rağmen, farklı ülkeler arasında aynı zamanda dayanışma da oluşuyor, her ülke daha fazla korumacılık talep ediyor ve Avrupa sınırları içinde haksız rekabete karşı isyan ediyor.

2023 OTP’nin ve Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın derhal büyüme sağlaması beklenmiyor, bu reçete ne solun onlarca yıldır beklediği Keynesyen toparlanmayı ne de sermaye için krizden çıkış yolunu temsil ediyor. Tam tersine bunu yaklaşan krize karşı hazırlık olarak değerlendirmeliyiz. Bir yandan, eğer gıda egemenliği bu denli önemli bir konu haline geldiyse, bunun küreselleşme karşıtı sloganlardan değil, uluslararası ticaretin ayrışmasından kaynaklandığı açıktır. Öte yandan, geçici büyümeyi yeniden canlandırma mücadelesi, dijital teknolojide elde edilen üretkenlik kazanımlarının genelleştirilmesi ve her şeyden önce, kapitalist perspektif dahilinde giderek daha gerekli hale gelen fosil enerjiden çıkış, üretken toparlanmayı ve sistemin zorunlu olarak karşı karşıya kalacağı olumsuz ekolojik dışsallıkları ve krizleri azaltmak için yeni alanlar açmayı amaçlıyor. Hazırlıkları yapılan, giderek şekle ve şemaile bürünen yeniden yapılanma, temel olarak dekarbonizasyon dinamiğini ajandasının merkezine koyacaktır. Ekonomilerimizin çevre korumacılığına yönelmesi kapitalist üretim tarzının hayatta kalmasının koşuludur. Dolayısıyla bu isyan, Avrupa Yeşil Mutabakatı etrafındaki yeni politikaların zeminine oturtuluyor ve bir bakıma belki de krizin patlak vermesinden sonra ortaya çıkacak gelecekteki sosyal uzlaşmanın müzakere zeminini temsil ediyor.

Bir yanda, giderek daha az çekirdek aile yapısına dayanan (çiftliklerin yalnızca %18’inde evli çiftler var) ve yaşam kaynakları doğrudan tehdit edilen küçük çiftçilerin hayatta kalma talepleri var. 1970’ten bu yana her on yılda yaklaşık %20 oranında azalan toplam tarımsal işletme sayısını göz önünde bulundurursak, bu rakamların sermaye ve arazi yoğunlaşmasındaki hareketler (bir işletmenin ortalama yüzölçümü 1970’te 19 hektar iken 2020’de 69 hektara çıkmıştır) ve yabancı sermayeyi barındırabilecek kurumsal bir sömürü biçiminin ortaya çıkmasıyla anlam kazandığını görürüz ya da küçük çiftliklere yönelik Yeşil Anlaşma sübvansiyonları (ki bu açıkça kendilerini girişimci olarak gören ve en modern agroekoloji teknolojilerini uygulamaya hazır yeni genç çiftçileri desteklemeyi amaçlamaktadır) da bu gidişatta pay sahibidir. Bakıldığında sözü edilen bileşenlerin tamamı, kendi yeniden üretim krizini yaşayan ve yok olmanın eşiğinde bulunan tarımın bir parçasıdır. 2030 itibarıyla mevcut üreticilerin yarısının emekli olacağını, ne ekonomik durumun ne de miras haklarının faaliyetin devamına elverişli olduğunu da ekleyelim. Bu isyan çiftçilerin neredeyse tamamı için köprüden önceki son çıkış anlamına geliyor.

Öte yandan, üretimin daha agroekolojik biçimlere yönelen evrimi, halihazırda yatırdıkları sabit sermaye, artık alamayacakları sübvansiyonlar ve standartlardaki artış nedeniyle yaşanacak potansiyel ihracat dezavantajları göz önünde bulundurulduğunda ayrıcalıklı konumlarını kaybetmek istemeyen büyük tarımsal endüstriler için maliyetli olabilir.

Bu nedenle, ekolojik geçiş mücadelesi içinde bir tarafta hayatta kalmak için ve mutlak proleterleşmeye karşı mücadele eden bir kesim, diğer tarafta ise pazar paylarını korumak için mücadele eden bir kesim var.

Bu denli heterojen bir kompozisyonun arkasındaki ortak birleştirici cephe, “tarımın ulusal ekonomideki yerinin savunulması ile küçük ve orta ölçekli aile mülkiyeti ile ilişkilendirilen köylülüğün ve devamlı sosyalizmle ilişkilendirilen modern şehir hayatı ve işçi sınıfına karşı ulusal kimliğin sembolleri ve garantörleri olarak kırsal bir dünyanın kutsanması”9 ile kendini görünür kılan eski tarım ideolojisidir. Üstelik bugün özgün bir ulusal ideoloji, geniş bir yelpazede komplo teorisyenleri, Yahudi karşıtları ve kafa karışıklığı yaratan diğer kişilerle ilişkilenmeyi mümkün kılıyor. Ancak hareketin faşist karakteri hakkında bıktırıncaya kadar söylenmenin (ad nauseam) ve onu sadece bu prizmadan değerlendirmenin sonuçsuz kalacağını düşünüyoruz. Dahası, bir tarım sendikası olan Confédération Paysanne vd. gibi “prodüktivizme” karşı mücadele eden, nispeten kabul edilebilir sömürü biçimlerine “geri dönmek” isteyen, doğa ve toprakla farklı bir ilişkiyi taahhüt eden bir köylülük efsanesine güvenmek de aynı derecede temelsiz görünüyor. Bu aşamada prodüktivizm üzerinden yürütülen eleştiri, toplumsal ilişkiler temelinde şekillenen eleştirinin yerini almaktadır.10 Hakikatle yüzleşmek ve “çiftçilerin bu güçlü eğilimden muaf olmadığını görmek, böylece köylülüğün kendi içindeki sınıf mücadelesinin çelişkilerini görünür kılmak daha uygundur: Siyasi etkisi çok daha güçlü olan girişimciliği ve kendi varlığını tehdit eden proleterleşmeden kurtulmayı isteyen bir kesim sınıfın çoğunluğunu oluşturuyor, prodüktivizmden sakınmak isteyen diğer kesim ise azınlıkta kalıyor. Köylüler tarihin bizzat aktörleri olmakla beraber,  Marx’ın dediği gibi, aslında tarihsel bir ürün oldukları hakikatine yabancılaşırlar ve edimleri de içine gömüldükleri ve bir an bile çıkmayı düşünmedikleri iktisadi gerçekliği yansıtır.”11

Gabriel Attal’ın açıklamaları, kendine has özellikleri bulunan Fransa düzeyinde, burada yürüttüğümüz tartışmaya paralel olarak, harekete en azından bir süreliğine son verecek gibi görünüyor. Hükümet, özellikle OTP ödemelerindeki gecikmeleri telafi etmek için sübvansiyonların artırılmasını tercih etti ve bazı pestisitlere uygulanan yasaktan geri adım attı. Böylece sektörün “büyük”lerine, yeni sağlık ve ekoloji standartlarını uygulamaları için fazladan süre verilmiş oldu ve pazardaki ayrıcalıklı konumlarını muhafaza edebilmeleri için kendi hızlarında uyum sağlamaları olanağı tanındı. “Küçük” olanlar ise her zamanki gibi göz ardı edildi ve tarım sendikacılığının çelişkileri patlak vermediği için kaçınılmaz proleterleşmeyi beklemek üzere evlerine dönmek zorunda kaldılar. Ancak öfke, olduğu yerde duruyor. Tarım sektörünün bütünüyle sarsan bir kesiminin ıstırabın bastırılmış bir sessizlikte mi yaşanacağını, yoksa başka isyan biçimlerinin mi ortaya çıkacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Bu hareketin ve takipçilerinin muhafazakâr dinamiklerini ve bir ihtimal bu sınırlılıklarını aşma umutlarını anlamanın ancak sınıfsal bir analizle mümkün olabileceğini ifade ediyoruz. Dolayısıyla perspektifler, hareketin bileşimindeki bu iç çelişkilerin patlamasında yatmaktadır ki bu da hareketin kendi temellerinin sorgulanmasına yol açacaktır.

Yarın

Belirttiğimiz üzere bu hareketin, başlangıç aşamadasındaki geçiş/yeniden yapılanma sürecinin içerisinde olan bir hareket olduğunu vurgulamak istiyoruz. Gelecekte tanık olacağımız çok sayıda mücadelenin ekolojik önlemlere karşı a priori biçimde ortaya çıkması riskinin nedeni burada yatıyor. Bütün zorluk; ister ödül ceza taktiğiyle gerçekleştirilsin, ister nihai olarak krizin hafifletilmesine, sürdürülmesine ya da derinleştirilmesine katkıda bulunsun, sermayenin mutlak hâkimiyeti altında alınan her kapitalist ekolojik önlemin sınıflar arasında bir çatışma anını nasıl belirleyeceğini anlayabilmekte. Sermaye tarafından alınan hiçbir önlem, tarımla temel çelişkinin üstesinden gelmemize müsaade etmeyecektir: “tek tek tarım ürünlerinin yetiştirilmesinin piyasa fiyatlarındaki dalgalanmalara bağımlılığı ve bu yetiştiriciliğin fiyat dalgalanmalarıyla birlikte durmadan değişmesi, kapitalist üretimin bir sonraki parasal kazançtan başka hiçbir şeyi gözetmeyen tüm ruhu, birbirlerini izleyen insan kuşaklarının tüm sürekli yaşamsal gereksinimlerini yönetmesi gereken tarımla çelişir.”12

Bu nedenle, ancak sermayenin yeniden yapılandırılması anlamına gelecek her türlü ekolojik planlamaya karşı, felaket perspektifini, felaket komünizmi perspektifini ortaya koymak istiyoruz. Felaketlerin komünizasyonu13 değil, felaket olarak komünizm. Örneğin çiftçilere verilen “Paris kuşatması” vaadi sırasında “tedarik kesintisi olduğunda Paris’in yalnızca 3 gün yetecek gıda özerkliğine sahip olacağının” altını çizen son basın açıklamalarını ele alalım.14 Dolayısıyla komünist ayaklanmanın, diğer şeylerin yanı sıra, en azından bölgesel ölçekte15 lojistik ağları kesintiye uğratacağını düşünürsek, birkaç milyon insanın şehirden göçü gerçekleşmeden devrim tahayyül edilemez. Dolayısıyla komünizmi, hakikatle yüzleşen, devrimci bakış açısının temsil edebileceği ciddiyete ve beraberinde getireceği köklü kopuşa odaklanan bir felaket olarak ele alıyoruz.16 Ancak var olanı ortadan kaldıran bir hareket olarak komünizm, insan türünü özgürleştirebilecek ve dolayısıyla onun canlılarla ilişkisinde antropolojik bir değişim yaratabilecek tek perspektiftir.

Felaket komünizmi, yatağından taşan ve yoluna çıkan her şeyi dümdüz eden nehrin felaketidir:

“İnsanlık tarihinin uçsuz bucaksız nehrinin aynı zamanda karşı konulamaz ve tehditkâr selleri de var. Sel suları yükseldiğinde kendisini çevreleyen iki bendin arasından çağlayarak akar. Sağda, mevcut ve geleneksel biçimlerin korunması için konformist bir bent var – alay düzeninde ilahi söyleyen rahiplerin, devriye gezen polislerin ve jandarmaların, resmî yalanları ve sınıfsal skolastik felsefeyi ağzına sakız eden okul müdürlerinin ve şarlatanların bitmeyen geçiş töreni.

Solda kendini halka adamışların, oportünizmin profesyonellerinin, parlamenterlerin ve meslek örgütlerinin başkanlarının bir araya geldiği reformist bendi görüyoruz. Akıntının her iki tarafında hakaretler savuran iki alay, güçlü nehrin baskılanmış ve zorlanmış seyrini sürdürmesini sağlayacak reçeteye sahip olduklarını iddia ediyor.

Ancak tarihin büyük dönüm noktasında, akıntı tüm engelleri aşar, yatağını terk eder ve Guastalla ve Volano’daki Po gibi beklenmedik bir yöne “sıçrar”, birbirinden menfur iki grubu devrimin karşı konulmaz dalgasında taşır, eskiye dair bentleri yıkarak topluma ve dünyaya yeni bir yüz kazandırır.17


Okuma önerileri:

  • H. Bernstein, L’agriculture à l’ère de la mondialisation, Éditions Critiques, 2019. 
  • A. Bordiga, Textes sur la question agraire, 1957-1960 marxists.org sitesinden çevrilmiştir.
  • J. Clegg ve R. Lucas, “Trois révolutions agricoles”,  dndf.org sitesinden çevrilmiştir.
  • L. Goldner, “La question agraire dans la révolution russe”  garap.org sitesinden çevrilmiştir.
  • Il Lato Cattivo, “Marx et la commune agricole russe: cui prodest?”,  dndf.org sitesinden çevrilmiştir.
  • E. Lynch, Insurrections paysannes, Vendémiaire, 2019. 
  • E. Morena, “Une question agraire pour le XXIème siècle? Henry Bernstein et les “études agraires critiques”“  contretemps.eu sitesinden çevrilmiştir.
  • N+1 “L’uomo e il lavoro del Sole”, No 5,  quinterna.net üzerinden ulaşılabilir.
  • Y. Oggor, Le paysan impossible, Éditions du bout de la ville, 2017. 
  • T. Pouch, Essai sur l’histoire des rapports entre agriculture et capitalisme, Classiques Garnier, 2023.

  1. A. Bordiga, «Terre marâtre, marché maquereau» in Textes sur la question agraire, 1957-1960, s.164-165. ↩︎
  2. Örneğin geçen ay Polonyalı kamyon şoförlerinin bu tedbirleri protesto etmek için Ukrayna sınırını kapattığını gördük. ↩︎
  3. R. Godin, “L’agriculture française au centre de la crise capitaliste”, mediapart.fr ↩︎
  4. Thierry Pouch ile mülakat: “Agriculture: les doléances des syndicats face à une crise multifactorielle”, banquedesterritoires.fr ↩︎
  5. Özellikle gübre ve amonyağın geçmişi ve geleceği hakkında genel bir bakışa başvuru için: editionsasymetrie.org/hypotheseeurasiatique: “Marx’ın yaşamının sonuna kadar defalarca incelediği Liebig ve diğer pek çok yazarın ardından, 19. yüzyılın sonlarında toprak veriminin azalması ve Guano rezervlerinin tükenmesi nedeniyle tarımsal verimliliği tehdit eden endişeler vardı. Bütün zorluk, gübre üretimindeki teknik niteliksel bir sıçramanın, Marx’ın kâr oranındaki düşüş eğilimine benzer ölümcül bir çelişki olarak gördüğü şeyin üstesinden gelmeyi mümkün kılıp kılmayacağını bilmektir. Ancak 1909 yılında Haber, kısa süre sonra Bosch’un da yardımıyla, adını taşıyan ve seri amonyak üretiminin yolunu açan süreci geliştirdi. Geçtiğimiz yüzyılda icat edilen en önemli endüstriyel prosesin, 1930’lardan önce Birinci Dünya Savaşı’nda toplu olarak kullanılacak patlayıcıların geliştirilmesi olması hiç de küçümsenecek bir şey değil. Aynı amonyak, bu sefer gübre görevi görüyor ve dünyanın şimdiye kadar gördüğü en büyük demografik artışa öncülük ediyor. Bununla birlikte, çiftçilerin %45’inin bağımlı olduğu amonyak üretimi, dünyadaki en kirletici üretim biçimlerinden biri olduğundan, (yenilenebilir enerjilerden üretilen) yeşil hidrojen kullanımı yoluyla karbondan arındırılmasının çifte zorluğu arz güvenliğini garanti altına alırken sektördeki oligopolleri yıkmak (Ukrayna’daki savaşa bakınız) zorunda olan ve Jason Moore’un adlandırmasıyla inorganik gübrelerin yoğun, pahalı ve kirletici kullanımının mümkün kıldığı “ucuz gıda” döngüsünün sonunu  desteklemek isteyen Devletler için geçerliliğini korumaktadır: “Ucuz Gıda Nedir? Bunlar piyasa sisteminde daha az ortalama çalışma süresiyle üretilen daha fazla kaloridir. Bu bağlamda, “daha fazla kalori” ve “daha az çalışma süresi” uzun vadeli eğilimi ifade etmektedir: Bir yanda giderek daha fazla kalori, diğer yanda sosyal açıdan gerekli çalışma süresinin giderek azalması. Gıdanın fiyatı son derece önemlidir çünkü emek gücünün değerini belirler. Kapitalist tarım yalnızca verimliliği artırmak ve ücretleri düşürmekle kalmadı, aynı zamanda proleterleşme ile artan üretkenliğin dinamik birleşimini de mümkün kıldı. Bunu, köylüleri ve daha önce toprağa bağlı olan herkesi özgürleştirirken, emek gücünün maliyetini (değer bileşimini) azaltarak ve böylece önemli bir teknik ilerleme olmasa bile sömürü oranının artışını kolaylaştırarak başardı.” (J. Moore, Le capitalisme dans la toile de la vie, L’Asymétrie, 2020)” ↩︎
  6. Sosyalist partiler ve işçi partileri, en başından itibaren bu çelişkiyle karşı karşıyaydı: Mülkiyetin ortadan kaldırılması arzusunu programlarına dahil etmek istiyorlardı, ancak köylülerin aktif nüfusun %50’sine karşılık geldiği Fransa gerçeğiyle karşı karşıyaydılar. Köylülerin özel mülkiyetin kaldırılmasına karşı talepleri bu nedenle parti programlarında giderek büyüyen bir yer edindi ve önce SFIO, ardından PCF olmak üzere Fransa solunu derinden etkiledi. ↩︎
  7. M. Orange, “Politique agricole: le contre-exemple américain”, Mediapart.fr ↩︎
  8. Bkz. Il Lato Cattivo, “La France à la croisée des chemins?”, Tousdehors.net ↩︎
  9. T. Pouch, Essai sur l’histoire des rapports entre agriculture et capitalisme, Classiques Garnier, 2023. ↩︎
  10. Morena’nın Bitoun ve Dupont’un kitabı hakkındaki eleştirisi için bkz: “Prodüktüvist tarım “modeline” karşı, bir “ethos”, bir “mantık” ve belirli köylü “değerlerine” dayanan, kendileri de “toprakla dolaysız bir ilişki” ve “doğal bir sosyal çevreye yerleştirme” gerçeği olacak ve amacı artık nicelik değil nitelik ve “özgünlük” olacak “köylü tarımı” modeline karşı çıkıyoruz. Tarımsal kriz ve çiftçi sayısındaki önemli düşüş, “ekonomik ilişkilerin ölü baskısının” –ve dolayısıyla sadece çiftçiler ve çiftçi olmayanlar arasında değil, aynı zamanda üreticiler arasında ve tarımsal hanenin kendi içindeki sömürü mantığının– tarımın ve kırsalın dışındaki güçlerin (devlet, teknisyenler, politikacılar, kent sakinleri, tarım-gıda endüstrisi) tek amaçları, ilerleme adına, “ihtiyatlı, birleşik ve çoğulcu” bir post-prodüktüvist toplum olasılığını somutlaştıran köylüleri “kurban etmek” olacaktır. Pierre Bitoun ve Yves Dupont’un Le Sacrifice des Paysans (2016) adlı çalışması, hem sosyoloji ve kırsal ekonomi akademik alanının sınırlarında ve eleştirel olmayı hem de “yeni köylü solu”nu temsil eden hareketlere (Confédération paysanne, Via Campesina) yakın durmayı amaçlayan bu akademik külliyatı temsil etmektedir. İki yazar, köylüleri prodüktüvist çiftçilere dönüştürerek ya da başka işlerde yeniden eğitime zorlayarak yok etme arzusunu tanımlayacak kadar ileri gitmektedir.” E.Morena, “Une question agraire pour le XXIème siècle ? Henry Bernstein et les “études agraires critiques” contretemps.eu içinde. ↩︎
  11. T. Pouch, a.g.e. ↩︎
  12. K. Marx, Le Capital, Cilt III, Éditions Sociales, 1976, s. 825. ↩︎
  13. Out Of The Woods kolektifinin bu konudaki katkıları için bkz., “Les usages de la catastrophe” sur agitations.net et L’Utopie maintenant!, Présence(s), 2023 ↩︎
  14. L. de Biasi, “Comprendre le système alimentaire pour dépasser la crise” institutparisregion.fr ↩︎
  15. Bu sorular için örneğin bkz. J. Bernes, “Le ventre de la révolution” Choublanceditions.noblogs.org ve “Logistics, Counterlogistics and the Communist Prospect” dans Endnotes 3 içinde, Fransızca yayınlanacaktır. ↩︎
  16. Komünist ayaklanmayla ilgili daha ayrıntılı değerlendirme için B.Astarian’ın kitabının son bölümüne bakınız, L’abolition de la valeur, Entremonde, 2017 ve B. Astarian ve R. Ferro, Le ménage à trois de la lutte des classes, L’Asymétrie, 2019. ↩︎
  17. A. Bordiga, “Crue et rupture de la civilisation bourgeoise” Espèce humaine et croûte terrestre, içinde, Entremonde, 2024. ↩︎

Çeviri: Işık Kıribrahim
Yazının orijinaliChacun sa place à l’ombre

Son Eklenenler