Salı, Aralık 3, 2024

Siyasi içgüdüler mi? – Anton Jäger

Anton Jäger’in de yazarlarından olduğu The Populist Moment kitabına dair Cihan Tuğal’ın değerlendirmesini daha önce çevirmiştik. Bu kez Jäger’in güncel protesto hareketlerine dair kısa ama ufuk açıcı bir analizini çevirdik. Jäger, bu analizinde kitapta da olduğu gibi güncel kitle seferberliklerinin kurumsal örgütlülüklerden yoksun halinin son tahlilde sağcı popülizmlere daha uygun bir tarz olduğunu iddia edip, Avrupayı saran son köylü protestoları gibi eylemlilikleri örnek gösteriyor. Bu durumun tersine çevrilmesini yani bizdeki eski deyimle demokratik kitle örgütlülükleri yeniden canlanmadan da bu biriktirmeyen, geçici ve daha ziyade sağ jargonlu protesto dalgalarının bir nevi kaderimiz olacağı fikrini öne sürüyor. Bu iddia ve arkasındaki argümantasyon gösteri siyasetiyle hızlıca sonuç alma zahmetsizliğinin yaygın bir eğilim olduğu ülkemizde de okunmaya değerdir kanısındayız. İyi okumalar.


Eski püskü askeri kıyafetler kuşanmış iki adam birbirini kucaklarken MAGA (Make America Great Again) şapkaları, bayraklar ve megafonlardan oluşan girdabın üzerinde asılı duruyor. “Orayı ele geçirebiliriz!” diye haykırıyor ilki. “Peki, sonra ne yapacağız?” diye soruyor arkadaşı. “Mızraklara geçirilmiş kafalar!” diye haykıran bir yanıt geliyor. Üzerinden üç yıl geçti, 6 Ocak’taki Capitol ayaklanmasından anımsadığımız bu gülünç (rocambolesque) sahneler liberalizmin siyasi bilinçdışına sıkı bir şekilde kazınmakla beraber aydınlatıcı bir tarihsel hiyeroglif haline geldi. Her şeyden önce, siyasetin politikadan ayrıştırıldığı yeni bir kültüre örnek teşkil ediyor. Protesto, binlerce Amerikalıyı bildiğimiz bu dünyanın hegemonunun karargahını işgal etmesi amacıyla kışkırttı. Ancak bu eylemin elle tutulur kurumsal bir sonucu olmadı. ABD’nin Kışlık Sarayı basıldı ama sonucunda devrimci darbe ya da ikili iktidar çatışması görülmedi. Aksine, New York merkezli kozmetik endüstrisine bağlı çalışan satış temsilcilerinden tutun da Floridalı emlakçılara kadar Amerikan lümpen burjuvazisinin piyadelerinden oluşan isyancıların çoğu yaptıkları canlı yayınlar ve sosyal medya paylaşımları üzerinden suç isnat edilerek eve dönüş yolunda yaka paça tutuklandı. Bugün, dağ kralı her ne kadar bir sonraki haçlı seferine hazırlanmaktaysa da Trump yanlısı cepheden geriye az şey kaldı. Brezilya’daki taklit darbe ve komplo da suya düştü.

Benzer kopukluk ve parçalanmışlık yaklaşık yirmi milyon Amerikalının polis şiddetine ve ırk ayrımcılığıyla adaletsizliğe karşı 2020 yazında örgütlenenen BLM (Black Lives Matter) protestolarından, Fransa’daki Sarı Yelekliler’e (gilets jaunes) ve halihazırda süren Filistin’le dayanışma eylemlerini de kapsayacak şekilde siyasi yelpazedeki kampanyaların tamamını etkiliyor. Yurttaşların gözle görülür biçimde daha az protesto ettiği, dilekçe verdiği ve oy kullandığı 1990’lar ve 2000’lere damgasına vuran görece uzun süreli hareketsizlik ve apati dönemiyle karşılaştırıldığında, 2008’deki finansal çöküşü takip eden olaylar batı siyasi kültüründe belirgin bir yön değişikliğine işaret ediyordu. The Economist dergisi 2020 yazı başında okurlarına “siyasi protestoların yaygınlaştığını ve daha sık meydana geldiğini” ve “küresel ölçekte çalkantıların artış eğiliminin muhtemelen süreceğini” bildirmişti. Ancak bu patlamaların Batılı toplumların olağanüstü derecede çarpık ve adaletsiz sınıf yapısı üzerindeki etkisi bir hayli zayıf kaldı, BLM güvenlik güçlerine ayrılan kaynağın kesilmesi ve polis vahşetini durdurma konularında başarısız oldu ve İsrail’in cezalandırma kampanyasının Batı dünyasınca sponsorluğuna karşı çıkmak amacıyla düzenlenen yürüyüşler Gazze’de kan dökülmesini durduramadı. James Butler’ın kısa süre önce London Review of Books‘ta sorduğu gibi, “Ne işe yarıyor bu protestolar?”

Bu, kısmen devlet baskısının etkisi olarak değerlendirilmelidir. Ancak yukarı doğru eğimli bir eğriden ziyade aşağı doğru inen farklı bir eğriyi inceleyerek mevcut durumu daha isabetli biçimde açıklayabiliriz. Kitlesel üyelik örgütlerinde 1970’lerde başlayan ve ilk kez Peter Mair tarafından bu derginin sayfalarında ayrıntılarıyla incelenen son “on yıllık protesto” süresince uzun vadeli düşüş hızlanarak devam etti. Sendikalar, siyasi partiler ve kiliseler, yeni dijital medya ağının yükselişi ve iş kanunlarının sıkılaştırılmasıyla ve 2020 yılındaki asıl pandemiyle adeta metastaz yaparak yayılan “yalnızlık salgını” ile daha fazla kan ve üye kaybetmeye devam etti. Garip olan şu ki, sonuç K-biçimli toparlanma olarak tezahür etti. Örgütlü toplumsal hayat erozyonu süratle ilerlerken, Batı’da kamusal alan giderek daha yoğun biçimde istikrarsız ajitasyonlara ve tartışmalara maruz kalıyor. Post-siyaset sona erdi, ancak onun yerini alan şey yirminci yüzyılın kitlesel siyasi şablonlarından pek de ayırt edilemiyor. 

Çağdaş siyaset felsefesi bu durumu izah etmek için yeterli donanıma sahip görünmüyor. Chantal Mouffe’un işaret ettiği gibi, akademisyenlerin ideolojik bağlılığın engelleyici maliyetleri göz önüne alındığında neden bazı insanların aktivist olmaya veya siyasi örgütlere katılmaya karar verdiklerini düşünmeye indirgendiği  “apolitik” felsefe çağında yaşamaya devam ediyoruz. Buna karşılık, Aristoteles vaktiyle insanların sosyalleşmeye yönelik doğuştan gelen bir içgüdü sergilediğini öne sürme cesaretini göstermişti: Bu, aynı zamanda güçlü işbirliği davranışı sergileyen arılar ve karıncalar gibi diğer sürü hayvanlarıyla da paylaşılan bir özellikti. Olağanüstü sokulgan yaratıklar olarak insanların, topluluğun en yüksek biçimi olan Cermen dilindeki “şehir devleti” teriminin sadece yetersiz bir çevirisi olan bir πολις içinde birleşmek için kendiliğinden bir dürtüye sahip olduğunu iddia etti. Böyle bir topluluğun dışında hayatta kalan herkes “ya bir canavar ya da bir tanrıydı”.

İnsanın zoön politikon (siyasal hayvan) olduğuna ilişkin klasik Aristotelesçi varsayım, Hobbes, Rousseau ve Hume’dan (son ikisi kendine has özellikleri taşıyan Hobbesçular olarak anılır) başlayarak modern siyaset felsefesi tarafından sorgulandı. İnsanın, birlik ve bağlılığa zorlanması gereken, içgüdüsel olarak antisosyal bir hayvan olarak göründüğü Leviathan’da bu görüşe şiddetle karşı çıkıldı. Ancak Hobbes’un kötümser antropolojisi dahi siyasi birliği daha yüksek bir düzeyde yeniden kurmayı umuyordu. Ona göre insanın antisosyal içgüdüleri daha sağlam kolektif yapılara da ufuk açıyordu. Aslında bu bakış açısı Avrupa’nın cumhuriyetçi soylularına yönelik üstü kapalı bir çağrıydı: Artık kanlı iç savaşlara bulaşmamalılar ve kişisel çıkarları nedeniyle barışa saygılı bir hükümdara boyun eğmelilerdi. Benzer şekilde, Rousseau için de antisosyal amour propre, doğa durumunun kaybolan özgürlüğünün yeniden kazanılabileceği demokratik cumhuriyette daha yüksek bir siyasi birliktelik beklentisi sunuyordu. Kant için de “çekingen sosyallik” daimi barışın diyalektik bir tebliğcisi olarak işlev görüyordu. Her iki durumda da apolitik varsayım potansiyel olarak politik bir sonuca işaret ediyordu; güçlü bir sosyalliğin olmaması politik tutkuların yatışmasına hizmet ederek devlet ve toplumun istikrarını teminat altına alıyordu.

On dokuzuncu yüzyılda genelleşmiş siyasi pasifliğin sağlanmasına yönelik ihtiyaç acil addedildi. Moses Finley’in belirttiği gibi, Aristoteles’in Atinası’nda vatandaş olmak, medeni ve siyasi haklar arasında çok az ayrım gözeterek ancak köleler ile köle olmayanlar arasında katı çizgilerle sınır belirleyerek de facto aktif olmak anlamına geliyordu. 1830’lu ve 1840’lı yıllarda oy hakkı hareketi bu tür sınırlamaları olanaksız kıldı. Proleterler, 1789’dan sonra kurulan mülkiyet düzenini tehdit ederek kendilerini aktif vatandaş kılmaya çalıştılar. Bu olasılığı etkisiz hale getirmek için, kitlelerin karar alma sürecinin dışında tutulacağı, elitlerin ise sözüm ona demokratik iradeyi hayata geçirmeye devam edebileceği yeni bir cité censitaire inşa etmek gerekiyordu. Marx Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i’nde meşhur “bir çuval patates” benzetmesiyle Louis Bonaparte’ın plebisiter rejime dair bir örnek sunuyordu. Hans Rosenberg’in deyimiyle bu “yaratıcı karşı-devrim”, genel oy hakkını kapitalist modernleşmeyi mümkün kılacak otoriter kısıtlamalar içine yerleştirerek kurtarmaya dönük bir girişimdi.

The Economist dergisi yazarı, merkez bankası teorisyeni ve İngiliz anayasasının övgücüsü Walter Bagehot, Bonaparte’ın 1851 darbesinin demokratikleşme ile sermaye birikimini uzlaştırmanın tek yolu olarak savunmuştu. Bagehot, “Özel terör ve bağımsız yasalarla zapt edilecek kölelerimiz yok. Ama anayasa fikrini kavrayamayan, kişisel olmayan yasalara en ufak bir bağlılık hissetmeyen sınıflarımız var,” diye yazmıştı. Bonapartizm doğal bir çözümdü. “Mesele Fransız halkına soruldu. Louis Napolyon tarafından mı yönetileceksiniz, yoksa bir meclis tarafından mı?” Fransız halkı, “Hayal edebildiğimiz tek bir adam tarafından yönetileceğiz, hayal edemediğimiz çok sayıda insan tarafından değil,” dedi.

Bagehot, Bonaparte’ın otoriterliğinden şikayet eden sosyalistlerin ve liberallerin kendilerinin demokrasiye ihanet etmekten suçlu olduklarını ileri sürdü. Bonaparte’ın bazı reformlarını onaylayan 1870 halk oylamasının sonuçları hakkında yorum yaparken, bu tür eleştirmenlerin “öğrenmesi gerektiğini” savundu… Eğer gerçek demokratlarsa, en azından İmparator’un ömrü boyunca bir daha mevcut düzeni bozmaya kalkışmamalılar. Onlara göre, ‘demokrasi çoğunlukla halkın adının halkın büyük çoğunluğuna karşı özgürce kullanılmasından ibaret gibi görünüyor’ diye yazdı. Kitle siyasetine uygun kapitalist tepki şuydu: Halkın zorla atomize edilmesi, sermayenin çıkarlarını teminat altına almak için örgütlü emeğin geçersiz kılınması, silahsızlandırılmış bir toplumun yarı egemen desteği. 

Richard Tuck, bu geleneğin yirminci yüzyılda Vilfredo Pareto, Kenneth Arrow ve Mancur Olson gibi isimlerin çalışmalarında görülen daha ileri modülasyonlarını tanımladı. Bu isimler için kolektif eylem ve çıkarların bir araya getirilmesi zorlayıcı ve çekici değildi, seçimlerde oy kullanmak genelde inançtan ziyade isteksizlikle gerçekleştiriliyordu, sendikalar üyelere ve üye olmayanlara eşit derecede fayda sağlıyordu ve toplum sözleşmesinin şartları genelde zorla dayatılmak zorundaydı. Arrow,  1950’lerde ilk olarak Marquis de Condorcet tarafından ortaya atılan ve üç seçmenin tercihleri arasında mükemmel bir uyum sağlamasının teorik olarak imkansız olduğunu belirten bir görüşü geridönüştürdü ( birinci seçmen A’yı B ve C’ye, ikinci seçmen B’yi C ve A’ya ve üçüncü seçmen C’yi A ve B’ye tercih ederse, diktatörlük müdahalesi olmadan çoğunluk tercihinin oluşması imkansızdı). Arrow’un “imkansızlık teoremi”, kolektif eylemin kendisinin çelişkilerle dolu olduğunun kanıtı olarak ele geçirildi; Olson, büyük organizasyonlarda bedavacılığın istisnadan ziyade kural olduğu iddiasını ilerletmek için bunu radikalleştirdi. Böylece, insanın doğal olarak siyasete eğilimli olmadığı sonucu, savaş sonrası kuşkucu literatürün bu alanına hakim oldu.

Yirminci yüzyılın sonlarına doğru, seçmen katılımındaki ciddi düşüş, grev günlerindeki düşüş ve örgütlü siyasi yaşamdan daha geniş bir geri çekilme süreciyle birlikte, insan apolitizmi akademik bir söylemden ampirik bir gerçekliğe dönüşmüş gibi görünüyordu. Kant “ungesellige Geselligkeit’tan söz ederken, artık “gesellige Ungeselligkeit”tan —atomizasyonu ortadan kaldırmak yerine pekiştiren bir toplumsal asosyallik— söz edilebilirdi.

Fakat on yıllık protestoların açıkça ortaya koyduğu gibi, Bagehot’un formülü artık geçerli değil. Egemen düzene pasif destek sağlanamaz, yurttaşlar kayda değer bir çoğunlukla isyan etmeye isteklidir. Ancak yeni yeni filizlenmeye başlayan toplumsal hareketler, sivil topluma yönelik neoliberal saldırılar karşısında kötürüm kalmaya devam ediyor. Bu yeni konjonktür en iyi nasıl kavramsallaştırılabilir? Burada “hiperpolitika” kavramı —net siyasi sonuçları olmayan bir siyasallaşma biçimi— faydalı olabilir. Post-politika 2010’larda sona erdi. Kamusal alan yeniden siyasallaştırıldı ve yeniden canlandırıldı ama çevrimiçi dünyanın akışkanlığını ve geçiciliğini çağrıştıran daha bireysel ve kısa vadeli terimlerle. Bu, siyasetin her zaman “düşük” bir biçimidir; düşük maliyetli, düşük girişli, düşük süreli ve çoğu zaman düşük değerlidir. Hem kamusal ve özelin radikal bir şekilde ayrıldığı 1990’ların post-politikasından hem de yirminci yüzyılın geleneksel kitle siyasetinden farklıdır. Elimizde kalan şey aldatıcı bir ifade, politika etkisi ya da kurumsal bağları olmayan bir siyaset.

Eğer hiperpolitik şimdiki zaman, aktivizm ve atomizasyonun ilginç karışımıyla çevrimiçi dünyayı yansıtıyor gibi görünüyorsa, başka bir biçimsiz varlıkla da karşılaştırılabilir: piyasa. Hayek’in belirttiği gibi planlama psikolojisi ve kitle siyaseti birbiriyle yakından ilişkiliydi, politikacılar zamanlarını on yıllar boyunca beklerlerdi, Sovyet planlamacıları insan ihtiyaçlarını beş yıllık planlar üzerinden okurlardı, uzun sürenin (longue durée) bilincinde olan Mao, yirmi yıldan fazla bir süre kırsal sürgünde kış uykusuna yatmıştı, Naziler zamanlarını bin yıllarla ölçmüşlerdi. Ancak piyasanın ufku çok daha yakındır, iş döngüsünün salınımları anlık ödüller sunar. Bugün politikacılar kampanyalarını birkaç hafta içinde başlatıp başlatamayacaklarını merak ediyor, yurttaşlar bir günlüğüne gösteri yapıyor, etki sahipleri dilekçe veriyor veya tek heceli bir tweet ile protesto ediyor.

Sonuç da hareket savaşlarının mevzi savaşlarını galebe çalması ve siyasi angajmanın birincil biçimlerinin piyasa işlemleri kadar geçici olmasıdır. Bu bir seçimden çok mecburiyet meselesi, kalıcı kurum inşası için yasal ortam düşmanca olmaya devam ediyor ve aktivistler bozulmuş bir toplumsal manzara ve benzeri görülmemiş derecede geniş bir kültür endüstrisiyle mücadele etmek zorunda. Bu tür yapısal kısıtlamaların altında strateji sorunları yatıyor. İnternet siyasi ifade maliyetlerini radikal biçimde düşürürken, aynı zamanda radikal siyaset alanını da un ufak etti, parti ile toplum arasındaki sınırları bulanıklaştırdı ve çevrimiçi aktörlerden oluşan bir kaos yarattı. Eric Hobsbawm’ın gözlemlediği gibi, “isyan yoluyla” toplu pazarlık, post-politik kayıtsızlığa tercih edilebilir olmaya devam ediyor. Son aylarda Avrupalı çiftçilerin ayaklanması, bu tür hareket savaşlarının (sağcı) potansiyelini açıkça gösteriyor. Yine de resmileşmiş üyelik modelleri olmadan, çağdaş protesto siyasetinin bizi 1930’ların “süperpolitik” dönemine döndürmesi pek mümkün değil. Bunun yerine ancien régime, köylü ayaklanmalarının postmodern yorumlarına —pasiflik ve etkinlik arasında bir salınım, ancak toplumdaki genel güç farkını nadiren azaltan bir salınım— yol açabilir. Dolayısıyla 2020’lerin K şeklindeki toparlanması ne Bagehot’u ne de Marx’ı memnun edecek bir gidişat.

Özgün metin: Political Instincts?
Çeviri: Işık Kıribrahim

Son Eklenenler