Cuma, Nisan 26, 2024

Popülizmden sonra? – Cihan Tuğal

Uzun süredir e-komite sitesinde kitap değerlendirmeleri de yayımlamayı istiyoruz fakat bugüne dek denk getirememiştik. Bu yazı Anton Jäger ve Arthur Borriello’nun henüz Türkçeye çevrilmemiş The Populist Moment’i üzerine bir değerlendirme. Her iki yazar da sol popülizm diye bildiğimiz siyasi akıma dair son on yılda ortak ve ayrı ayrı pek çok çalışma yapmış genç Avrupalı akademisyenler. Konuyla ilgili okurlar Catalyst, Jacobin ve başka mecralarda her ikisinin de yazılarına rastlamıştır. Jäger’in doktora tezi Amerikan popülizmiyle ilgiliyken, Borriello Güney Avrupa’da 2008 krizi sonrası ortaya çıkan sol popülist kitle seferberliğine odaklanıyor.

İki yazarın çalışmalarını ilginç yapan bir nokta var. Avrupalı araştırmacılar popülizmi sağ tandanslı, yabancı düşmanı, milliyetçi akımlarla eşitlemeye meyilliler. Buna istisna olarak da sadece Laclau ve Mouffe’un Hegemonya ve Sosyalist Strateji’sinden mülhem, aslında “sol popülist” gibi belirsiz bir tanımdan ziyade “radikal demokrasi” denerek çok daha doğru ifade edilebilen politik eğilim bilinir. Bu iki Avrupalı yazar, daha ziyade Amerikan geleneği içinde düşünüyorlar ve ABD’de, özellikle akademi dışında, popülizm ifadesi yerlici de olsa politik ekonomi mekanizmalarının sonucu olarak altta kalanların siyasi hareketini ifade etmek için kullanılıyor. Radikal demokrasi tarzı yani her türden madunun yan yana yazıldığı bir araya gelişler, oradaki deyimle “gökkuşağı koalisyonları” ise popülizm kümesi içinde sayılmaz. Her ne kadar gökkuşağı koalisyonu ifadesi ilk olarak Kara Panter Partisi’nin Fred Hampton önderliğindeki Chicago örgütünün yerel Porto Rikolu ve güneyden Chicago’ya göç etmiş (konfederasyon sancağını da simge olarak kullanan) yoksul beyazların sokak örgütlenmeleriyle üçlü ittifaklarını, hakiki bir öfkeli baldırıçıplaklar koalisyonunu tanımlamak için kullanılmış olsa da.

2008 krizi sonrası iyice görünür hale gelen neoliberal küreselleşmenin yoksullaştırdığı, geleceksizleştirdiği ve açıkçası daha ziyade yerli kitlelerin anaakım siyasete, ayrıcalıklılara karşı öfkesini sol siyasi jargonla örgütlemeye çalışan Sanders, Corbyn, Melenchon gibi liderlerin siyasi hareketinin analizi kuşkusuz bu Amerikan geleneği içinden ama zihin dünyasını Atlantik’in ötesinin politik algılarına sınırlandırmadan daha doğru yapılabilir. Jäger ve Borriello’nun çalışması bu bakımdan ilginç. Bunu sadece biz değil sevgili Cihan Tuğal da düşünmüş ki bu değerlendirmeyi yazmış, çevirip yayımlamamıza da onay verdi. Cihan Tuğal, bu sol popülist stratejinin ABD bağlamında yarattığı kuvvetli kitle seferberliğinin, siyasi ve toplumsal dönüşümün, yakından bir tanığı olarak Jäger ve Borriello’dan daha iyimser bir değerlendirmeye sahip olduğunu ifade ediyor. Kitabın yazarları ise onun tersine her ne kadar içinden geçtiğimiz siyasal momentin popülist hareketlere alan açsa da onların stratejisinin bir nevi yenilgiye mahkum olduğu görüşünde diyebiliriz. Kimin haklı olduğunu belki de taze bir sol popülist siyasal akım Almanya’da bugünlerde oluşurken yaşayarak göreceğiz. İyi okumalar.


Arthur Borriello ve Anton Jäger’e göre, “uzun 2010’ların” Avrupa-Amerikan sol popülist döngüsü artık sona erdi, bu hareketlerin etkileri de “iç karartıcı ve tükenmiş” halde. Jacobin için daha önce ortak kaleme aldıkları yazılardan yola çıkarak yazdıkları kitap, beş seçim hareketinin (Syriza, Podemos, La France insoumise, Corbynizm ve Sanders kampanyası) kaderini bu hareketleri birbiriyle örtüşen iki tarihsel kriz bağlamına yerleştirerek açıklamayı deniyor: finansal çöküşün sonuçları ile neoliberalizmin sivil toplumu erozyona uğratması. Bu gelişmeler, yönetenler ile yönetilenler arasında derin bir çatlak yaratarak, dışarıdan adayların anaakım siyasete girmesine olanak sağladı. Ancak bu yabancıların atomize olmuş bir toplumsal ortamda hegemonya inşa etmek gibi zorlu bir görevi vardı. Amaçları (demobilizasyon çağında mobilizasyonu yeniden düşünmek, örgütsüzlük çağında örgütlenmek) takdire şayandı, ne var ki taktikleri yetersiz kaldı. Sırasıyla Oxford ve Namur üniversitelerinde çalışan Belçikalı genç siyaset bilimciler Jäger ve Borriello, bu başarısızlığın tarihsel nedenlerini ve 2020’lerin solunun bundan çıkarabileceği dersleri değerlendiriyor.

Popülist Moment (The Populist Moment) kitabı basit bir teşhisle başlıyor: Küresel Kuzey’deki sol popülizm, etkin bir işçi hareketinden ve kitle siyasetinden mahrum siyasi tabloya, yani eski sosyal demokrat partilerin neoliberal düzeni benimsemesiyle hızlanan ikili bir düşüşe verilen tepkiydi. 1970’lerdeki ekonomik çöküşün ardından elitler daha önce servetin ve iktidarın toplumsal dağılımını bir dereceye kadar müzakere edebilen üyelik temelli örgütleri bozguna uğratmak için uyum içinde hareket ettiler. Partiler, sendikalar, kulüpler, dernekler ve kiliseler yok edilerek yerlerine lobiler ve çıkar grupları kuruldu. Ulusal demokrasi çokuluslu şirketler eliyle hükümsüz kılındı. Liberal aydınlar parlamentoların ve seçimlerin giderek önemsizleşmesini kayıtsızca yorumlarken, ucuz krediler ve finansallaşma yeni bir “varlık vatandaşlığı” modelini yerleştirdi. Borriello ve Jäger’e göre, sol bu konjonktürde 1985’te Adam Przeworski’nin Kapitalizm ve Sosyal Demokrasi (Capitalism and Social Democracy) kitabında tanımladığı ikilemle karşı karşıya kaldı: ya sayıları azalsa da projesini üretken işçilere bağlayacaktı ya da programın tutarlılığı pahasına sınıflar arası ittifaklar kuracaktı. Partizanları ikinci seçeneği tercih etti, “yalnızca fabrikadan değil kamusal alandan da sürülen” sanayi proletaryasının olası bir öncü birlik olmadığının farkındaydılar. Bunu yaparken de Ernesto Laclau’nun karizmatik bir liderin toplumu yeni ikili fraksiyonlara bölmek üzere hegemonik ifadelerden yararlandığı “popülist akıl” kavramına başvurdular: azınlığa karşı çoğunluk.

Borriello ve Jäger, terimin çeşitli yanlış kullanımlarına karşı (genelde siyasi içeriği ne olursa olsun hakim liberal eğilime yönelik her türlü itirazı reddetmek için kullanılır) popülizmi sınıf ayrımlarını aşan ve hiçbir sosyal tabakanın ayrıcalıklı bir role sahip olmadığı siyaset olarak tanımlar. Popülizmin düşmanı kapitalizm değil “oligarşik yozlaşmadır” ve tercih ettiği toplumsal karşıtlıklar patronlara karşı işçiler veya sermayeye karşı emek değil, borçlulara karşı alacaklılar veya halka karşı elitlerdir. Popülizm, “sosyal demokrat bir seçeneğin mevcut olmadığı ya da gözden düştüğü, demokratik arabuluculuk kanallarının tıkandığı ve halk koalisyonunun ana toplumsal gruplarının görece parçalı ve izole olduğu, bu nedenle birleşme için feryat ettiği” durumlarda gelişmiştir. Siyasi temsil krizlerinin ortasında çözüm olarak ne kadar belirsiz tanımlanmış olursa olsun “demokrasi” çağrısında bulunur.

2008’deki finansal çöküş, evlerin haczedilmesi ve Üçüncü Yol’a olan inanca gölge düşmesi sayesinde bu yaklaşıma yeni bir açılım yarattı. Siyasi sükunet karşılığında orta sınıfa ev konforu vaat eden teknokratların iktidarı bir anda hükümsüz hale geldi. Kemer sıkma politikalarının dayatılmasının ardından öfkeli gençler sokaklara döküldü: Zuccotti Park’ı işgal ettiler, Gran Via’yı bloke ettiler, hatta neredeyse Yunan Parlamentosu’nu basacaklardı. Ne var ki, birleşik bir gündemden yoksun olan en radikal eylemler bile somut bir sonuç vermedi. Euro Bölgesi’ndeki bu çıkmaz, ortak bir dizi örgütsel özellik sergileyen, cevval, dijitalleştirilmiş, yukarıdan aşağıya ve seçimci yeni siyasal araçların tesis edilmesine yol açtı. ABD ve Birleşik Krallık’ın iki partili sistemlerinde de benzer hareketler merkez solun mekanizmalarını ele geçirmeye çalıştı. Borriello ve Jäger’in gözlemine göre, “ilk adaletsizlik iddiaları ekonomik krizin kötü yönetilmesine bir tepkiyse, buna tepki olarak ortaya çıkan örgütler sivil toplumun son birkaç onyılda kontrolsüzce içinin boşaltıldığını gösterdi, hatta bunu taklit etti.” Popülizm, yoğun toplumsal ağların yokluğunda seçmenleri sosyal medya platformları aracılığıyla harekete geçirmeye çalıştı, etkisiz bir yataycılığın yerine çevrimiçi iletişime ve liderin kişisel ününe dayalı bir stratejiyi yerleştirdi.

Yazarlar, bu sol popülist projelerin yükseldiği ve suya düştüğü koşullara dair makul açıklamalar sunuyor. Syriza, 2015 seçimlerini kazandı ama iki ay içinde Avrupa Birliği’nin kemer sıkma taleplerine boyun eğdi. Podemos, 2016’ya kadar istikrarlı kazanımlar elde etti, yine de popülaritesi şiddetli iç bölünmeler, Katalan bağımsızlığı konusundaki kutuplaşmalar ve Vox’un yükselişi nedeniyle zarar gördü. lfi, merkez sol rakiplerini gölgede bıraksa da mecliste çoğunluğu elde edemedi. Otokratik yapısı kitlesel bir taban oluşturmasını engelliyor, Le Pen’in Ulusal Birlik partisinin sürekli yükselişine karşı bir yanıtı da yok gibi görünüyor. Corbyn her şeye rağmen İşçi Partisi’nin başına geçti ama hem Brexit politikasını hem de amansız hizip savaşlarına ve medyanın karalama kampanyalarına verdiği karşılığı kısa sürede eline yüzüne bulaştırdı. Sanders, Trump döneminde demokratik müesses nizama yaklaşmadan ve Biden döneminde boyun eğmeden önce, ilk başkanlık kampanyasıyla Amerikan solunu canlandırdı.

Podemos’un canıgönülden benimsediği “saf” popülist yaklaşımın kalıcı bir iktidar bloğu yaratamadığı ortaya çıktı. Borriello ve Jäger, Podemos’un kullandığı üç başarısız stratejiyi şöyle teşhis ediyor: Lidercilik (partinin kişiselleştirilmesi) Laclau’nun kuramsallaştırdığı gibi bir dizi çıkarın ve hüsranın tek bir figürde yoğunlaşmasına olanak tanıdı. Ne var ki, bu farklı seçmen grupları lider figürü büyülü aura’sını kaybeder kaybetmez kendi yollarına gittiler. Dijitalleşme, milyonlarca muhalif ya da örgütsüz seçmeni harekete geçirebildi ama onları eğitmekte başarısız olan zayıf ve kısa ömürlü aktivizm biçimlerini teşvik etti. Gevşek parti yapıları hızlı karar almayı mümkün kılsa da sol popülizmi güçlü bir örgütlenme kültüründen mahrum bırakarak, fazlasıyla dikey olduğu kadar disiplinden ve hesap verebilirlikten yoksun siyasi yapılar yarattı.

Bu türden yöntemlere fazlaca güvenmek, popülist momentin farklı ulusal bağlamlardaki sonuçlarını açıklamaya olanak tanıyor. Yazarlar, Syriza’nın Avrupa Birliği eliyle “etkisizleştirildiğini” yazıyor. Corbynizm 2019 seçimlerinde döküldü, ardından kamusal hayattan “kayboldu”. Podemos bölündü ve popülist stratejisini büyük ölçüde terk etti, Sanchez’in PSOE hükümetindeki küçük koalisyon ortağı rolüyle parlamenter bir parti olarak “normalleşti”. lfi, Fransız solunu “yeniden örgütlemeyi” başardı, ama diğer ilerici partiler üzerindeki gücü “hegemonik” olmaktan ziyade “çoğunlukçu” oldu. Bernie hareketi de Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasındaki kutuplaşmanın birçok militanı Biden aygıtı tarafından yutulunca “parçalandı”, diğerleri ise dağıldı.

Bu kampanyalar post-politika çağında yenilikçi bir siyaset geliştirmiş olabilirler, ancak ortak yörüngelerinin  (“etkileyici bir yükselişin” ardından gelen “seçim durgunluğu ve stratejik tereddüt”) temelindeki yapısal bir zayıflığa işaret ediyor. Borriello ve Jäger, Peter Mair’in Boşluğa Hükmetmek (Ruling the Void) kitabından yola çıkarak, bu yeni sol hareketlerin faaliyet göstermek zorunda kaldığı “boşluğun” esasen “yeterince boş olmadığı” sonucuna varıyor. Kamusal alanın zayıflaması Tsipras, Corbyn, Iglesias, Mélenchon ve Sanders’ın kaynaşmış bir toplumsal tabandan yoksun oldukları anlamına geliyordu. Ayrıca toplumda herhangi bir sol rakibin önünde büyük engeller oluşturmayı sürdüren partiler, medya holdingleri, devlet yapıları gibi uzlaştırıcı unsurlar da vardı. Popülist taktikler, kendilerini doğuran toplumsal krizleri yansıtarak bu tür engellerin üstesinden gelemediklerini kanıtladılar.

Bu çelişkiyle karşı karşıya kalan 2010’ların sol hareketlerinin önünde üç seçenek vardı: Sanders ve Corbyn’in izlediği yolda olduğu gibi dışlanmışlık statüleri pahasına sağlarındaki oluşumlarla ittifaklar kurmaya çalışabilirlerdi, ilk Podemos bahsinde olduğu gibi böyle bir ittifakı reddedip kendilerini ilgisizliğe mahkum etme riski taşıyan popülist hipotezi bütünüyle benimseyebilirlerdi ya da lfi ve belki de Syriza’nın projesinde olduğu gibi daha dayanıklı bir parti yapısı oluşturmak için uğraşabilir ve kitlesel bir siyasi kültürün yokluğunda anakronizm gibi görünse de uzun bir mevzi savaşına girişebilirlerdi. Ancak nihayetinde ne hoşnutsuz seçmenlere ulaşmak için “tam” bir popülist strateji ne de daha geleneksel bir sol yaklaşım, yani öncü-karşı-hegemonik bir koalisyon oluşturabildiler. 20. yüzyılın sosyal demokratları, Przeworski’nin sözleriyle “ya fazla işçi sınıfı ya da fazla orta sınıf” iken, onların mirasçıları “ya fazla sol ya da fazla popülist” oldu.

Borriello ve Jäger’e göre aşırı sağcı popülizm seçimlerde daha büyük başarılar elde etmiş olsa da aynı ölçüde dağınıktır. Trump gibi figürler, mutatis mutandis, Führer’den çok Marx’ın ünlü Louis Bonaparte portresini anımsatır. Herhangi bir kitle tabanından ziyade medya gösterisine dayanırlar ki bize bunun anlamlı bir değişim yaratma becerilerini tehlikeye attığı söylenir. Ne var ki, yazarlar sağ popülizmin sol muadili kadar beyhude olduğundan emin olsalar da kitap muğlak bir notla sona eriyor. Artık Extinction Rebellion’dan QAnon’a kadarki ideolojik yelpazede yeni bir “hareketçiliğin” yükselişine tanık oluyoruz. Bu türden hareketlerin “üye listeleri yoktur, takipçilerine disiplin uygulamakta zorlanırlar ve kendilerini örgütler halinde resmileştirmezler”. Fazlasıyla politize olmuş gibi görünen ancak hâlâ kitle siyaseti için gerekli kurumsal temelden yoksun bir ortam yaratırlar. Borriello ve Jäger, neredeyse akşam yemeği sohbetlerinin veya sosyal medya profilinin kamusal tartışmalara ağırlık verdiğini yazıyor. Bu da örgütlü mücadelelerin, tutarlı ideolojilerin ya da politika platformlarının olmadığı köksüz bir “hiper-politikadır”. Etkin bir devletin ya da güçlü bir sivil toplumun yokluğunda, bu kültürel ruh hali önümüzdeki yıllara hakim olacak gibi görünüyor.

Populist Moment, bu siyasi deneylerin yükselişi ve düşüşü üzerine güçlü tezler sunarak literatüre katkıda bulunuyor. 21. yüzyıl Avrupa-Amerikan solunu sentezleyen açıklaması kuramsal açıdan çok yönlü ve iddialı. Ne var ki, bu açıklama bazı sınırlamalardan muzdarip. Bir kere, söz konusu vakalar arasındaki farklılıkları düzleştiriyor. Analizinin genel hatları sağlam: hem kemer sıkma karşıtı protestolar hem de onların popülist ardılları halkı oligarşiye karşı yeni, sınıf dışı eksenlerde harekete geçirmeye çalıştı. Ancak kitap bu popülist partilerin her birinin “sol ve sağ ayrımının ötesine geçtiği” iddiasını belgeleyemiyor. Elbette, Podemos’un ilk dönemi sol ve sağ dilini açıkça reddederek spektrumun bir ucunda yer alırken, Syriza’nın ilk dönemi de açıkça “radikal sol” ile özdeşleşerek diğer ucunda bulunuyordu. Bu oluşumların hepsi “popülist hipoteze” doktriner bir bağlılığa sahip değildi. Corbyn’in kıdemli danışmanlarından bazıları Laclaucu siyasal akıldan uzak bir İngiliz komünist geleneğinden geliyordu. Seçim dönemlerinde “liderci” taktikleri araçsal bakımdan benimsemiş olabilirler, ama olası bir Corbyn hükümeti popülist olmaktan ziyade sol sosyal demokrat olacaktı.

Dahası, Borriello ve Jäger bu popülist projelere ilişkin artakalan naif iyimserliği söndürürken, bazen çubuğu diğer yöne doğru fazla bükerek bu projelerin hiçbir olumlu miras bırakmadıklarını öne sürüyorlar. ABD’nin entelektüel solunun son on yılda yeni bir radikal grubun gelişiyle yeniden canlandığına şüphe yok, Corbynist radikalleşmenin kalıcı etkisi de İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Gazze’yi yok etmesine karşı İngiltere’de devam eden eylemlerde açıkça görülüyor. Fransa’nın artık ulusal ölçekte bir radikal sol partisi var, bu partinin 1980’lerde PCF’nin neredeyse yok olmasından bu yana eksikliği hissediliyordu. Podemos asgari ücrette mütevazı ama gerçek iyileştirmelere dikkat çekebilir.

Popülist Moment, bu beş örnekten ABD ve Batı Avrupa dışındaki popülizmleri genellerken de hata yapıyor. Bu yaklaşım, Borriello ve Jäger’in güçlü yanlarını küçümsemekte erken davrandıkları günümüz sağı söz konusu olduğunda da sorunlarla karşılaşıyor. Trump’ın sağ popülizminin iki büyük savaş arasında aşırı sağın belirleyici özelliklerinden (“kitlesel örgütlenme, toplumun militarizasyonu, bilimsel ırkçılık”) yoksun olduğunu iddia ediyorlar, bu doğru. Ancak bu unsurların bir kısmı ya da tamamı başka yerlerde bolca bulunabilir. Macaristan’da Fidesz, neoliberalizm toplumu tamamen parçalamış olsa da sağın uyuyan birçok sivil kapasitesini yeniden örgütledi, yeniden harekete geçirdi ve bunları yerli kapitalistlerin hizmetine sundu. Türkiye’de de AKP’nin piyasa reformları aynı şekilde sayısız sivil toplum grubu, parti, hatta sendikanın yeniden aktif hale getirilmesiyle yürütüldü. Rejim, birlikte geniş bir sağ kanat takımadası oluşturan dini, milliyetçi, hayırsever ve paramiliter örgütlere güveniyor. Hindistan’da ırkçı ideoloji, toplumu militarize eden ve Hinduları azınlıklara karşı harekete geçiren yerleşik bir kitle partisi ve onun sivil iştiraklerince desteklendi ve yayıldı.

Bu bizi daha geniş bir boşluğa getiriyor, yani kitabın popülizm ve sosyalizmin bağdaşmazlığı konusundaki ısrarına. Borriello ve Jäger, Przeworski’ye göre sosyal demokrasiyi başından beri rahatsız eden “orta sınıf ile işçi sınıfı arasındaki değiş tokuşun artık popülist ve sosyalist yaklaşım arasındaki değiş tokuşta yeniden vücut bulduğunu” savunuyor. Ancak böyle bir “değiş tokuşun” neden gerekli olduğu açık değil. Yazarlar, siyasetin birbirini dışlayan seçenekler arasında sıfır toplamlı kararlara indirgenemeyeceğinin farkındadır. 2010’lu yılların sol partilerinin, potansiyel seçmenlerinin çoklu ve çelişkili çıkarlarını uzlaştırmaya çalıştıklarını, bunun da genellikle programları hakkında kasıtlı belirsizlik yaratmayı, sürekli U dönüşleri ve taktik tavizler vermeyi, farklı siyasi stratejiler arasında arabuluculuk yapmayı içeren bir proje olduğunu belirtiyorlar. Tüm bunlar göz önüne alındığında, popülizm ile sosyalizm arasındaki ilişki pek de “rasyonel seçim” ikilemi olarak çerçevelenemez. Daha ziyade gelişmekte olan bir diyalektik olarak ortaya konabilir. İkisi iç içe geçmiştir ve kolayca ayırt edilemez.

Tarihsel emsaller de var. Yazarlar, 19. yüzyıl Rus popülizmini tartışırken, bu hareket ile 20. yüzyıl Rus devrimleri arasındaki bağlantıları gözden kaçırıyor. Lars Lih’in Lenin’i Yeniden Keşfetmek (Lenin Rediscovered) kitabında belirttiği gibi, Lenin Narodniklerin mirasını terk etmek yerine  esasen onu Marksizm yararına kullanmıştır. Narodniklerin terörist taktiklerini ve siyasi faaliyeti dar bir devrimci kadroyla sınırlamalarını reddederken, otokrasi koşulları altında disiplinli bir parti inşa etmek için onların örgütlenme yöntemlerini benimsedi. Bu farklı gelenekleri birleştirerek, proletaryanın yalnızca sözde “ekonomik” kaygılarına odaklanmak yerine narod bünyesindeki her baskıcı özelliğe karşı direniş çağrısında bulundu. Çin’de de CCP benzer bir mantıkla hareket etmiş, anarşizmden tarımcılığa kadar farklı siyasi miraslar arasında bağlantılar kurmuş, proleter, köylü ve milliyetçi mücadelelerin liderliklerinin birleştiği bir bağlantı noktası olarak hareket etmiştir.

20. yüzyılın bu komünist ajitatörlerinin pratikte kabul ettiği, Borriello ile Jäger’in de ihmal ettiği şey “işçilerin” sol siyasetin temel özneleri olmak zorunda olmadığıdır. Bazı konjonktürlerde öğrenciler ya da köylüler proleter talepleri geliştirme konusunda daha becerikli olabilirler. Tarihsel açıdan, üretken emekçileri merkeze alan sosyalist strateji ile daha geniş koalisyonlar için çabalayan popülizm arasında basit bir ayrım yoktur. Kendi içinde meslek, ırk ve cinsiyete göre bölünmüş işçi sınıfı her zaman dışarıdan müttefiklere ihtiyaç duymuştur, radikal sol popülizm de çoğu zaman bu müttefiklerin bir araya getirilmesine katkıda bulunmuştur. Borriello ve Jäger’in kitaplarının başlığındaki “moment” kelimesi, 2010’lara  atıfta bulunarak yalnızca zamansal bir anlam taşıyor gibi görünüyor. Oysa popülizm, tarihsel bir gerçeklik olarak sosyalizme giden yolda gerekli, olumlu ve yinelenen bir moment olarak da görülebilir. Zira oligarşilere karşı halk blokları oluşmadan sosyalizm hiçbir ülkede kurumsal ve demokratik bir zemin kazanamaz.

Önümüzdeki onyıllarda piyasa toplumu daha da atomize edecek, devletin kapitalist eğilimleri ivmelenecek ve oligarşik fraksiyonlar sağın örgütlü kitle siyasetini inşa etmeye devam edecektir. Bu tutum değişimi popülizmin yeniden düşünülmesini gerektirir. Laclau’nun sosyalizmin “popülizmin en yüksek biçimi” olduğu formülünü tersine çevirmemiz, bunun yerine radikal sol popülizmin sosyalizmin en yüksek biçimi olduğunu öne sürmemiz gerekebilir, zira popülizm ancak iyi örgütlenmiş bir halk bloğu yalnızca sınıf baskısına değil her türlü tahakküme karşı topyekun ve birleşik bir mücadele yürütmeye başlayabilirse kendine gelecektir. Popülist Moment bu önemli noktayı gözden kaçırıyor. Yine de solun yakın tarihini ve siyasi sonuçlarını anlamak için önemli bir katkı olmayı sürdürüyor


Özgün metin: After populism?, New Left Review
Çeviri: Cüneyt Bender

Son Eklenenler