Pazartesi, Nisan 29, 2024

Masumiyetin sonu – Frédéric Lordon

İsrail’in Gazze üzerinde uyguladığı ve otuz binden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan soykırımcı kuşatma altıncı ayını geride bıraktı. Batı kamuoyu her ne kadar küresel egemenlerin beklemediği yoğunlukta bir itiraz ve tepki ortaya serse de protestoların mevcut gidişata ciddi bir etkisi olamıyor. Hafta sonu, İsrail’in Şam’daki İran elçiliğini bombalamasına karşı İran’ın gerçekleştirdiği misilleme operasyonu ise sol içinde yoğun tartışmalara sebep oldu. Ortadoğu’da emperyalist bir savaşın başlaması durumunda komünistlerin tavrının ne olması gerektiği konusunda belli ki bir kafa karışıklığı var. Bütün bu denklemde net olan bir şey varsa o da dünya işçi sınıfının Filistin’in yanında saf tutmaktan başka şansının da çıkarının da olmadığı. Spinozacı politik iktisat ve eleştirel iktisat kuramına dair ufuk açıcı bakışıyla tanıdığımız Frédéric Lordon, bu tartışmalardan da önce, 30 Mart’taki Uluslararası Yahudi Buluşmaları’nda yaptığı, metnini aşağıda yayımladığımız konuşmasıyla tam olarak Batı sermayesinin İsrail’le kurduğu, maddi ilişkileri de aşan bu derin bağlılığı ve arkasındaki sembolik mekanizmayı ortaya seriyor. İyi okumalar.


Bize bazen beklenmedik hakikat anları bahşedilir. Fransa Başbakanı Gabriel Attal, İsrail’e koşulsuz destek cephesinin son uydurma haberinin üzerine atlayarak “Balık baştan kokar” dedi, “elit” kabul edilen Paris Siyaset Bilimi Çalışmaları Enstitüsü’nde Gazze’deki savaşa karşı öğrenci eylemlerinin sözde ahlaki yozlaşması eleştiriyordu. Bu, yalanlarla dolu olmasına alıştığımız bir ağızdan çıkan mucizevi şekilde hakikatli bir ifadeydi. Balığın baştan koktuğu iki anlamda da doğru çünkü burada “baş” metaforik anlamdadır: yöneticileri, daha genel olarak egemenleri temsil eder. Bu anlamda, evet, çürüme artık her yerdedir. Ayrıca mecazi anlamda da anlaşılabilir: “baş”ın temsil ettiği düşünce faaliyeti ve elimizdeki durumda bu faaliyetin kokuşması olarak. Hatta bundan daha fazlası, düşünce faaliyetini yönetmesi gereken normların çöküşü olarak.

Böyle bir çöküş salt aptallığa değil (ki bu nadiren yerinde bir varsayımdır), daha ziyade çıkarcı aptallığa atfedilebilir. Çünkü kapsamlı bir aracılık yoluyla da olsa, maddi çıkarlar nihayetinde belli bir şekilde düşünme eğilimini belirler, başka bir şekilde düşünmeyi engeller. Balığın kokuşmuş kafasının ikili anlamını açık ettiği yer burasıdır: burjuva cephesinin şiddeti (bir eğretileme olarak) kendi düşünce biçimlerinin dayatılmasında (bir mecazda) açığa çıkar.

Bu tepkiler mesela neden vergilendirme ya da çalışma saatleri konularında olmadığı kadar şiddetli biçimde ortaya çıkmıştır? Bu uluslararası olayın ulusal sınıf konjonktürlerinde böylesine güçlü bir yankı uyandırmasının sebebi nedir? Yanıtlardan biri, Batılı burjuvazinin İsrail’in durumunu kendi durumuyla yakından bağlantılı görmesidir. Bu hayali, yarı-bilinçli bir bağlantıdır ve basit sosyolojik yakınlıkların çok ötesinde, inkar edilemeyecek ve alttan alta var olan bir bağlılık tarafından yönlendirilmektedir. Tahakküme ve ırkçılığa duyulan sempati, belki de tahakkümün en saf hali, bu nedenle tahakküm edenler için en heyecan verici olanı. Tahakküm bir krize girdiğinde bağlılık da artar: kapitalizmde organik bir kriz, Filistin’de ise bir sömürgecilik krizi varken, tahakküm edilenler her şeye rağmen isyan ettiğinde ve karşıtları tahakkümü yeniden kurmak için onları ezmeye hazır olduğunda olduğu gibi.

Ancak Batı burjuvazisi için bunun daha derin bir hayranlık uyandıran yanı da var. Sandra Lucbert bunu derin bir kavrayışla görmüş ve belirleyici olduğuna inandığım bir kelime ortaya atmıştı: masumiyet. Bu hayranlık, masumiyet içinde bir tahakküm figürü olarak İsrail imgesiyle ilgilidir. Kötülüğün lekesini taşımadan tahakküm kurmak: bu, belki de egemen olanın nihai fantezisidir. Şiddet eylemlerinden yargılanan solcu militan Pierre Goldman duruşması sırasında hakime şöyle bağırmıştı: “Ben masumum, ontolojik olarak masumum ve bu konuda yapabileceğiniz hiçbir şey yok”1. Koşullar ne kadar farklı olsa da Goldman’ın sözleri yankısını sürdürüyor: Yahudi Soykırımı’ndan sonra İsrail kendisini ontolojik masumiyet üzerine inşa etti. Gerçekten de Yahudiler birinci kurbanlardı, insanlığın şiddet tarihinin zirvesindeki kurbanlar. Ancak kurban, bu ölçekte bile, “sonsuza kadar masum” anlamına gelmez. Birinden diğerine varmanın tek yolu hileli bir çıkarım yapmaktır.

Tüm bunlardan sadece işine gelenleri alan Batı burjuvazisi, İsrail gibi masumiyetine halel gelmeden tahakküm kurabilmeyi o kadar çok istiyor ki… Bu tabii ki onun için daha zor ama örnek gözlerinin önünde duruyor ve onlar bu örnekle hipnotize olup refleks olarak hemen onunla dayanışmaya geçiyorlar.

İnsanlar, kendilerini diğer tüm tutkularına, özellikle de şiddet ve tahakküm tutkularına teslim etseler de, kendi şiddetleriyle yüzleşmekten kaçınmanın ve kendilerini masum olarak görmenin çeşitli yollarına sahipler. Bunlardan ilki, ezilenleri aşağılamaktan, onların insanlığını reddetmekten geçiyor. Dolayısıyla onlara verilen zarar gerçek anlamda bir kötülük olmuyor ve bu şekilde masumiyet korunmuş oluyor. 

İkincisi, kuşkusuz en güçlü ve yaygın olanı ise inkar. “Terörizm” terimi tam da bunun için kullanılıyor. Düşünceyi, özellikle de ex nihilo nihil yani hiçbir şeyin yoktan var olmadığı düşüncesini engellemek için tasarlanmış bir kategori bu. Olaylar gökten zembille inmez. Negatif bir karşılıklılık temelinde işleyen bir şiddet ekonomisi vardır. Bu da Lavoisier’in ortaya koyduğu ilkenin bir yorumuyla özetlenebilir: hiçbir şey kaybolmaz, hiçbir şey yoktan yaratılmaz, her şey geri döner. Filistin halkına uygulanan sayısız şiddet eyleminin geri dönmesi de kaçınılmazdı. Yegane entelektüel faaliyeti kınamak olanların önceden hiçbir şeyi görmeyeceği ya da sonrasında hiçbir şeyi anlamayacağı güvence altına alınmıştı. Bazen anlamamak aklın bir zayıflığı değil, ruhun bir hilesidir: onun kategorik yükümlülüğüdür. Parçası olduğunuz, o kadar da masum olmayan bir nedenselliği görememek için onu anlayamamak gerekir.

Her şeyin 7 Ekim’de başladığını iddia etmek, ancak ontolojik olarak masum bir ulusun, onlara özenen ve onlarla birlikte nedensiz sonuçlar olduğuna inanmayı seven herkesle birlikte kabul edebileceği türden kısır ve karakteristik bir entelektüel yozlaşmadır. Fransa’da olduğu gibi, bazılarının utanç içinde saklanmaları gerekirken iklim aktivistlerine karşı “terörizm” kelimesini gözlerini bile kırpmadan kullanmaya devam etmelerine -onları “ekoterörist” olarak yaftalamalarına- şaşırmamalıyız. Anısına saygı gösterdiklerini iddia ettikleri ve davalarını destekledikleri ölülere bile saygı göstermiyorlar. “Terörizm” Batılının masumiyet kalkanıdır.

“Antisemitizm” kavramının yanlış kullanımı da benzer açılardan analiz edilebilir. Mevcut sapmalarında (ki bu durum elbette tüm vakaları kapsamamaktadır, zira pek çok gerçek antisemitizm mevcuttur) bu suçlama, nedenselliği kabul etmek isteyen ve dolayısıyla bu kendinden menkul masumiyeti sorgulamaya açan herkesi gayrimeşru ilan etmeyi amaçlamaktadır.

Başın kokuşması ise her şeyden önce şu: Korunması gereken şey çok değerli olduğu için düşünce kategorilerinin ve faaliyetlerinin kendi çıkarları doğrultusunda yozlaştırılması. Bunun sonucu kamusal tartışmanın itibarının düşmesidir, hatta buna aşağılanması bile denebilir. Kokuşmuş balığın Attal’ın ağzından konuşması tesadüf değildir, zira bu aşağılama radikalleşmiş burjuvazi tarafından desteklenen Macronculuğun ülkeyi içine çektiği faşistleşme sürecinin tipik bir örneğidir. Büyüyen yalan imparatorluğu, sistematik yanlış beyan, hatta düpedüz uydurmalarla teşhis edebileceğimiz bir süreç. Hem de (tam olarak her zaman olduğu gibi) burjuva medyasının işbirliğiyle.

Yine de tüm inkarlar ve sembolik tavizler, bütün gözdağı ve sansür, Gazze’den gelen amansız gerçeklik dalgasını durdurmaya yetmeyecektir. İsrail’e koşulsuz destek cephesi artık neyi ne pahasına desteklediğini açıkça göremiyor. Aklını tamamen yitirmemiş ve dehşet içinde izleyen herkes için, İsrail hükümetinin içine battığı biyolojik ırkçılık ile mesihçi kıyametçilik arasındaki ideolojik çukur dipsizdir. Görebildiğimiz ve zaten bildiğimiz şey, kıyametçi siyasi projelerin zorunlu olarak kitlesel katliam projeleri olduğudur.

Ilan Pappé’nin de belirttiği gibi, yerleşime dayalı sömürgeleştirmenin alametifarikası, işgal altındaki halkın varlığını ortadan kaldırma isteğidir. Bu, Filistinliler söz konusu olduğunda ya sürgün etme ve göç ettirme ya da şimdi gördüğümüz gibi soykırım yoluyla oluyor. Burada, tarihe geçmiş diğer benzer durumlarda olduğu gibi, işgal altındakilerin insanlığını inkar etme bir kez daha mükemmel bir meşrulaştırma aracı oluyor. Şu anda bunun hem İsrail’in resmi ağızlarında hem de sosyal ağların çamurlu akışında, neşeli canavarlıkları ve sadistçe coşkuları içinde insanı hayrete düşüren sayısız örneği var. Masumiyet perdesi kaldırıldığında ortaya çıkan manzara bu, her zaman olduğu gibi, hiç de hoş bir manzara değil.

Bu imha manzarasında dikkatimizi çeken bir diğer nokta da mezarlıkların yıkılması. Kitlesel imha projelerini tahakkümün sembolik yok etme noktasına taşınmasından tanırız. Eğer bu bir paradoks ise, bize Spinoza’nın aforoz edilmesinin ifadesini anımsatır: “Adı bu dünyadan sonsuza dek silinsin.” Bunun pek başarılı olduğu söylenemez. Bu sefer de olmayacak.

Tanık olduğumuz şey ahlaki bir intihardır. Yahudi Soykırımı’nın ardından biriktirilen ve tartışılmaz olduğu düşünülen sembolik sermayenin böylesine hunharca çarçur edilmesi daha önce hiç yaşanmamıştı. Görünen o ki sembolik hesaplaşma zamanı herkes için, özellikle de kendisine Batı diyen ve uygarlık tekeli olduğunu iddia eden, ancak ilkeleri adına şiddet uygulayan bu sömürgeci proje için yaklaşıyor. Bunca zaman batmadıysa dahi, Batı’nın ahlaki referansları artık dibe vurmuştur. Bu gidişatı bedelsiz sürdürebileceklerine dair inançları, yakında düşecek olan ve bunu henüz bilmeyen yöneticilerin küstahlığından kaynaklanıyor. Pasif kalanlar, suç ortağı olarak katılanlar, hatta gözlerinin önünde ve herkesin gözü önünde işlenen böylesine büyük bir suçun inkârcısı gibi davrananlar -bu tür insanlar artık hiçbir şey iddia edemezler. Tüm dünya Gazze’nin ölümünü izliyor ve yine tüm dünya Batı’nın Gazze’yi izleyişini izliyor. Hiçbir şey kimsenin gözünden kaçmıyor.

Bu noktada aklımıza ister istemez İsrail’e koşulsuz desteği şaşırtıcı bir hezeyan düzeylerine ulaşan Almanya geliyor. Durumu tanımlamak için bir internet kullanıcısı ‘Konu soykırım olduğunda, Almanya her zaman Tarihin yanlış tarafındadır’ diye yazmıştı, kara mizahi bir tonda. ‘Biz’im -yani Fransa’nın- çok daha iyi durumda olduğumuz da söylenemez ama Tarih’in herkesi sokağın köşesinde beklediği kesin. Tarih: Batı’nın Gazze’de karşılaştığı şey işte budur. Eğer bu Batı’nın düşüş ve çöküşle randevusuysa (ki buna inanmak için sebeplerimiz var), dünyanın altının üstüne Gazze’de geldiğini söyleyebileceğimiz zaman da elbette gelecektir.

Özgün metin: La fin de l’innocence & End of Innocence
Çeviri: Emre Yeksan

  1. Pierre Goldman’ın Souvenirs obscurs d’un Juif polonais né en France kitabında ve Cédric Kahn’ın Le procès Goldman filminde geçtiği şekliyle. ↩︎

Son Eklenenler