Pazar, Mayıs 12, 2024

Kültür nereden çıktı? – Terry Eagleton

Adsız Sansız Bir Jude romanında, Jude Fawley Oxford’un Jericho olarak bildiğimiz, o zamanlar üniversitenin bakım ve onarım işleriyle meşgul bir zanaatkar ve esnaf topluluğuna ev sahipliği yapan Beersheba bölgesinde yaşamaya başlar. Kısa süre içinde, üniversitenin var ettiği entelektüel üstyapının maddi temelinin kendisi ve diğer zanaatkar arkadaşları olduğunu ve üniversitenin onlarsız var olamayacağını fark eder: Jude’un deyimiyle, onların emeği olmadan “sıkı okurlar okuyamaz, yüksek düşünürler yaşayamazdı.” Kısacası, Jude kültürün kökeninin emek olduğunu anlamıştı. Etimoloji de bu ilişkiyi doğruluyor. Kültür kelimesinin kök anlamlarından biri doğadaki bitkilerin yetiştirilmesi, yani tarımdır. Yakın anlamlı bir kelime olan coulter ise saban bıçağı anlamına gelir. Kültür (culture) ve tarım (agriculture) arasındaki akrabalık, birkaç yıl önce ABD’deki bir devlet üniversitesinin sanat fakültesi dekanıyla birlikte ürünleri topraktan fışkıran verimli çiftliklerin yanından geçerken aklıma gelmişti. Dekan, “bu fikirle birkaç kürsü elde edebilirsin” demişti.

Ne var ki, kültür genelde kendini böyle tanımlamaz. Ödipal dönemdeki bir çocuk gibi, sıradan bulduğu ana babasını inkar etme ve kendiliğinden ortaya çıktığını, kendi kendini var ettiğini ve şekillendirdiğini hayal etme eğilimindedir. İdealist filozoflara göre düşünce özerktir. Arkasından dolanıp bakarak daha temel bir şeye ulaşamazsınız, çünkü bunun da bir düşüncede yakalanması gerekir. Ruh ve bilinç sonuna kadar gider.

Bunun ironik bir yanı var, zira sanatı kendi maddi bağlamından bağımsız durma iddiası kadar bu maddi bağlama sıkı sıkıya bağlayan çok az şey mevcut. Bunun nedeni, 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bir fikir olan özerk ve kendi kaderini belirleme yetisine sahip sanat eserinin, gerçek hayatta hızla zemin kazanan bir insan tipinin de modeli olmasıdır. Liberalizmin ve mülkiyetçi bireyciliğin derinleşen etkisi ve -berbat bir klişeye başvuracak olursak- orta sınıfların yükselişinin bir sonucu olarak, insanlar artık kendi kendilerinin yaratıcıları olarak görülüyorlar. (Bir tarih kitabından rastgele bir sayfa açarsanız ilgili dönem hakkında şu üçünü mutlaka görürsünüz: esasen bir geçiş çağıydı, hızlı bir değişim dönemiydi ve orta sınıfların yükselişi devam ediyordu. Tanrı orta sınıfları dünyaya bunun için göndermiştir, güneş gibi doğsunlar ama güneşin aksine hiç batmasınlar diye).

Toplum ekonomik anlamda bir üretim fazlası elde edebileceği noktaya gelmedikçe galeriler, müzeler ve yayınevlerini içeren anlamda kültüre sahip olamazsınız. Ancak bu fazlalık üretildiği zaman rahipler, ozanlar, DJ’ler, hermenötikçiler, fagotçular, bu derginin stajyerleri, film setlerinde çalışan ışıkçılar ve benzerlerinden oluşan bir kast oluşturmak amacıyla bazı insanları kabileyi hayatta tutma görevinden muaf kılabilirsiniz. Dolayısıyla kültürü zorunlu ihtiyaçların ötesinde bir fazlalık olarak tanımlayabiliriz. Yemek yememiz gerekir ama Ivy’de yememiz şart değildir. Soğuk iklimlerde giysilere ihtiyacımız olur ama bunların Stella McCartney tarafından tasarlanmış olması gerekmez. Bu tanımla ilgili sorun, fazlalık üretme kapasitesinin insan denen hayvanın yapısında var olmasıdır. İyi ya da kötü, sürekli olarak kendimizi aşıyoruz. Kültür doğamıza işlemiştir. Örneğin Kral Lear daha çok bu belirsizlikle ilgilidir.

Kültürü doğuran maddi üretim alanı çatışmalarla çalkalandığından, bu kültürün parçaları zaman zaman bu çatışmayı kontrol altına almaya ya da yatıştırmaya çalışan toplumsal düzeni meşrulaştırmak için kullanılmaya meyillidir. Buna ideoloji denir. Kültür her zaman ve bütünüyle ideolojiktir denemez. Ancak ne kadar soyut ya da yüksek fikirli olursa olsun, kültürün herhangi bir parçası belli durumlarda bu işlevi yerine getirebilir. Öte yandan, kültür egemen güçlere karşı güçlü direniş de gösterebilir. İlginçtir ki bu direnişin ortaya çıkma olasılığı sanat eseri piyasadaki bir başka meta, sanatçı da küçük bir meta üreticisi haline geldiğinde daha yüksektir. Eskiden, geleneksel ya da modern öncesi toplumlarda, kültür genellikle siyasi ve dini egemenliğin bir aracı olarak iş görürdü. Bu da saray şairleri, vakanüvisler, soytarılar, toprak sahibi eşrafın hamiliğindeki ressamlar ve mimarlar, prenslerin maaşlı bestecileri ve benzeri başka konumlarda bulunan kültür işçileri açısından sabit bir işe tutunmak anlamına gelirdi. Bu tür durumlarda kimin için yazdığınızı ya da resim yaptığınızı da az çok bilirdiniz, oysa bugün piyasadaki alıcılarınız anonimdir.

Bugün artık dünyanın kültür işçisine bir geçim borcu yok. Ancak ironik bir şekilde, sanatın piyasayla bütünleşmesi ona bir dereceye kadar özgürlük de sağlıyor. Kültür, esasen bir meta haline geldiği noktada özerkleşir. Geleneksel niteliklerinden yoksun bırakıldığında, bazı modernist sanatlarda olduğu gibi hikmeti kendinden menkul bir biçimde kendi üzerine kapanabilir. Ayrıca ilk kez büyük ölçekte eleştirel bir işlev görmekte de özgürdür. Metalaşmanın sefaleti aynı zamanda heyecan verici bir özgürleşme anıdır. Marx’ın bize hatırlattığı gibi, tarih kötü tarafından ilerler. Sanatçı uçlara itildikçe vizyoner, kehanetçi, bohem ya da yıkıcı gibi statüler talep etmeye başlamıştır. Bu talep, kenardakiler gerçekten de bazen uzağı ortadakilerden daha iyi görebildiği için geçerlidir, ama aynı zamanda merkeziyet kaybını da telafi etmeye çalışır. Romantizm adı verilen akım böyle ortaya çıkmıştır.

Aşağı yukarı aynı dönemde, kültür tam da kalın kafalı değirmen sahipleri tarafından def edilme tehlikesiyle karşı karşıyayken, endüstriyel kapitalizm takdire şayan bir rahatlıkla ona yapacağı yeni bir iş veriyor. Artık sembolik evren ile fayda dünyası arasında giderek büyüyen bir uçurum var ve bu uçurum insan bedenine kadar uzanıyor. Bedensel emeğin iş günüyle belirlenen dünyasında çok da başvurulmayan değer ve enerjiler kendi özerk alanına çekiliyor ve bu alan üç ana sektörden oluşuyor: sanat, cinsellik ve din. Tehlike altındaki bu değerlerden biri de 18. yüzyılın sonlarında icat edilen ve bugün hâlâ sanatçılar tarafından çokça önemsenen, fakat Gazze’de soykırım yapmak için de fazlaca ihtiyaç duyulan yaratıcı hayal gücü.

Sembolik olan ile işe yarar olan arasında açılan mesafe, kültürü toplumsal işlevinden yoksun bırakmakla tehdit eder ama bu aynı zamanda eleştiri için ihtiyacımız olan fiili mesafedir. İnsanın güç ve kapasitelerinin tam ve özgür ifadesi yoluyla kültür, endüstriyel-kapitalist insanlığın sakatlanıp zayıf düşürülmüş durumunu ifşa edecektir -ki bu Schiller ve Ruskin’den Morris ve Marcuse’ye uzanan bir temadır. Sanat ya da kültür, neyi dile getirdiğinden ziyade garip, anlamsız ve yoğun biçimde libidinal bir şey olduğu için toplumu güçlü bir şekilde eleştirebilir. Giderek araçsallaşan bir dünyada sadece kendisi için var olan az sayıdaki faaliyetten biridir ve siyasi değişimin amacı da bu tarz bir varoluşu tüm insanlar için mümkün kılmaktır. Sanat neredeyse, insanlık da orada olacaktır.

Kişinin yeteneklerini keyif veren bir amaçla uyum içinde geliştirmesi estetiğin konusuysa, bu aynı zamanda Karl Marx’ın etiğini de içeren romantik hümanizmin etiğidir. Estetik sırf sanatla ilgili olmadığı zaman önemli hale gelir. Marx’ın düşüncesi, amacı kendisi olan bir yaşamı tüm toplumlar için mümkün kılacak maddi koşullarla ilgilidir, bu koşullardan biri de iş gününün kısaltılmasıdır. Marksizm emekle değil boş zamanla ilgilidir. Gıcık olduğunuz insanları kızdırmak dışında, sosyalist olmak için tek iyi neden çalışmayı sevmemenizdir. Bu açıdan Morris’tense Marx’a yakın olan Oscar Wilde’a göre, komünizm bütün gün türlü çeşit keyif hallerinde, kıpkırmızı bol giysiler içinde, birbirimize Homeros okuyup absinthe yudumlayarak uzanacağımız ve herhangi bir iş gününün böyle olacağı bir toplumsal durumu tanımlıyordu.

Elbette her etikte olduğu gibi bu tasavvurda da birtakım sorunlar var. Tüm yeteneklerimizi geliştirmek mümkün olacak mı? O zaman Tony Blair’i dövmek için duyulan saplantılı arzuya ne olacak? Yoksa kişi yalnızca benliğinin otantik özünden kaynaklanan dürtüleri mi fark etmeli? Peki, bunu hangi kriterlere göre değerlendireceğiz? Ya benim kendimi gerçekleştirme biçimim sizinkiyle çatışırsa? Ya da neden kapasitelerimizin çok yönlü ifadesi, Alexei Navalny ya da Emma Raducanu gibi kendini tek bir davaya adamaktan daha önemli olsun? İnsanın yetenekleri gerçekten sadece yabancılaşarak, saptırılarak ya da bastırılarak mı kötücül hale gelir? Peki ya bizi yabancılaştıran ve baskılayan, insan öznesinin tamamen dışında değil de içinde yer alan güçlere de bir parça âşıksak?

Hegel ve Marx kendini gerçekleştirme süreçlerindeki bu çatışma halinden doğan soruna dair şöyle bir çözüm önerirler: yalnızca başkalarının da aynı şeyi yapmasına olanak tanıyan yeteneklerin geliştirilmesi. Marx’ın bu karşılıklı kendini gerçekleştirmeye verdiği isim “komünizm”dir. Komünist Manifesto‘da belirtildiği gibi, her bireyin özgür gelişimi herkesin özgür gelişiminin de koşuludur. Bir bireyin kendini gerçekleştirmesinin bir diğerinin de kendini gerçekleştirmesinin zemini ya da koşulu olduğu ve bunun tersinin de geçerli olduğu duruma biz sevgi diyoruz. Marksizm politik sevgiyle ilgilidir. Elbette gerçek anlamıyla sevgiden (agape, caritas) bahsediyorum, geç kapitalist toplumun büyülendiği cinsel, erotik, romantik biçimlerinden değil. Fakat son derece nahoş olabilen, ille de duygularla ilgili olmayan, duygulardan ziyade toplumsal bir pratikten ve sizi ölüme sürükleme tehlikesi olan bir sevgiden bahsediyoruz.

Erken dönem sanayi kapitalizminin kültüre yüklediği başka bir görev daha vardı. Siyaset sahnesine endüstriyel işçi sınıfı gibi yeni bir aktör çıkmıştı ve tehditkar bir dikbaşlılık içindeydi. Matthew Arnold’un kitabının başlığındaki anarşiyi bastırmak için başlıktaki diğer yarıya, rafine ve medeni anlamıyla kültüre ihtiyaç vardı. Liberal değerler kitlelere yayılmadıkça, kitleler liberal kültürü sabote edebilirdi. Din geleneksel olarak sıradan insanlarda görev, hürmet, fedakarlık ve manevi terbiye duygusu yaratmıştı. Ancak, endüstriyel orta sınıflar seküler uğraşları sayesinde toplumsal varoluşu mitolojiden arındırdıkça değerli bir ideolojik kaynak olan dini inanç da ironik bir biçimde zayıflamaya başlamıştı. Bu yüzden kültür, sanatçıların gündelik hayatın dünyevi içeriğini ebedi hakikate dönüştürmesi vasıtasıyla bu görevi kiliselerden devralmak zorunda kaldı.

Romantik dönemde, sanayi devrimi esnasında başka neler oluyordu? Fransız devrimi. Modern çağda kültürü ön plana çıkaran şeyin bu olduğunu iddia etmekten daha kötüsü de yapılabilir. Peki ama devrime yanıt, siyasi çalkantılara panzehir olarak kültüre ne demeli? Siyaset karar, hesaplama, pratik rasyonalite içerir ve şimdiki zamanda gerçekleşir, oysa kültür farklı bir boyutta yaşar, gelenek ve görenekler çoğunlukla kendiliğinden, bilinçsizce, neredeyse buzul yavaşlığıyla gelişir ve bu nedenle barikat kurma fikrine karşı gelebilir.

Bu karşıtlığın Britanya’daki adı, sömürgeci bir güç olduğu için egemenliğin halkın sevgisini kazanamadığı bir ülke olan İrlanda’dan gelen Edmund Burke’tür. Burke’e göre bu kökleşme devrimci Fransa’da da gerçekleşmiyordu, çünkü Jakobenler ve onların halefleri kanunlardan korkulması gerektiği kadar onların sevilmesi de gerektiğini anlamamışlardı. Burke’e göre ihtiyacınız olan şey, erkek olmasına rağmen kendisini kültürün çekici kadın giysileriyle donatacak bir hukuktur. İktidar, bizi Ödipal isyana sürüklemeyecekse, baştan çıkarmalı ve ayartmalıdır. Eril olanın potansiyel olarak dehşet verici azameti dişil olanın güzelliğiyle yumuşatılmalıdır. Burke’ün Yüce ve Güzel Kavramlarımızın Kaynağı Hakkında Felsefi Bir Soruşturma kitabında yazdığı gibi, iktidarın böyle estetize edilmesi Fransız devrimcilerin feci şekilde başaramadığı şeydir. Elbette hukukun erilliğini estetize etmemek gerek. Fallusunun çirkin kabarıklığı zaman zaman incecik cübbesinin içinden görünmelidir ki gerektiğinde vatandaşları uygun biçimde korkutabilsin ve sindirebilsin. Ancak hukuk yalnızca yarattığı dehşet duygusuyla iş göremez, bu yüzden karşı cins gibi giyinip davranmak zorundadır.

Burke, ömrünü siyasete adamış olsa da, kültürel alanın -gelenekler, alışkanlıklar, duygular, önyargılar ve benzerlerinin- siyasi alandan daha temel bir zeminde olduğuna inanıyordu, böyle düşünmekte de haklıydı. Kültürel olanı siyasi olana göre üstün tutmanın bazı şüpheli yolları olsa da, edebi kariyerine bir estetikçi olarak başlayan Burke ne siyaseti yüksek kültürün Olimposlu bakış açısıyla küçümsüyor ne de siyaseti kültürel meselelerin içinde eritiyordu. Bunun yerine, antropolojik anlamda kültürün, iktidarın etkili olabilmesi için kendini yerleştirmesi gereken yer olduğunu kabul ediyordu. Eğer siyasi olan kültürel olanın içinde bir yuva bulamazsa, egemenliği de tutunamayacaktır. Bu noktayı anlamak için Jakobenlerden nefret etmenize ya da Marie Antoinette’i idealize etmenize gerek yok.

Burke, Jakobenizmden nefret etmesine rağmen devrimci Birleşik İrlanda hareketine sempati duymaya başladı. Bu, tabii ki bir Britanya Parlamentosu üyesi için sıradışı bir duyguydu. Kendisi de bir milletvekili olan İrlandalı oyun yazarı Richard Brinsley Sheridan ise Birleşik İrlanda davasına kendini daha çok adamıştı. Aslında Sheridan hareketin gizli yoldaşlarından biriydi. Bu gerçek herkesçe biliniyor olsaydı, onun Londra’da sergilenen oyunlarını izlemeye gelenlerin yüzündeki gülümsemenin yerinde yeller eserdi. Birleşik İrlanda Hareketi mensupları romantik milliyetçiler değil, aydınlanmacı sömürgecilik karşıtlarıydı. Ancak 19. yüzyılın başlarında romantik milliyetçiliğin yükselişi kültürü bir kez daha siyasi yaşamın merkezine taşıdı.

Milliyetçilik, despotları deviren ve imparatorlukları parçalayan modern çağın en başarılı devrimci hareketiydi; hem estetik hem de antropolojik anlamıyla kültür bu projede hayati önem taşıdığını kanıtladı. Devrimci milliyetçilikle birlikte dil, gelenek, görenek, din, folklor, tarih, etnisite ve benzerlerini kapsayan anlamda kültür, insanların uğruna ölecekleri ya da öldürecekleri bir şey haline geldi. Fakat pek çok insan Balzac ya da Bowie uğruna birilerini öldürmeye hazır değildir, ancak daha uzmanlaşmış anlamdaki bu kültür türü de milliyetçi siyasette kilit bir rol oynar. Yeats ve MacDiarmid’den Sibelius ve Senghor’a kadar sanatçılara bir kez daha iş çıkmıştır, onlar kamusal figürler ve siyasi aktivistler haline gelirler. Aslında milliyetçilik siyasetin en şiirsel biçimi olarak tanımlanmıştır. İngilizler 1916’da bazı İrlandalı milliyetçi isyancıları kurşuna dizdiğinde bir İngiliz subayının şöyle dediği söylenir: “İrlanda’ya bir hizmette bulunduk: onu bazı ikinci sınıf şairlerden kurtardık.”

Ulusun kendisi de özerk, birleşik, kendi kendisinin kurucusu ve kaynağı olan bir sanat eserine benzer. Bu dilden de anlaşılabileceği gibi, hem sanat hem de ulus modern çağın Yüce Tanrı’yı ikame etmek için icat ettiği pek çok vekilden biridir. Estetik kültür aşkınlık arayışı, yücelik duygusu, komünal ayinler ve sanatçıların kılavuzluğu yoluyla dini taklit eder. Dinin yerini alamıyorsa, bunun nedeni, başka şeylerin yanı sıra, sanatsal anlamdaki kültürün çok az insanı içermesi, ayırt edici bir yaşam biçimi anlamındaki kültürün ise çok fazla çatışma içermesidir. Tarihte hiçbir sembolik sistem, milyarlarca bireyin rutin davranışları ile mutlak ve yıkılmaz hakikatler arasında bir bağ kuran dini inanca rakip olamamıştır. Tarihin tanık olduğu en kalıcı, en köklü, en evrensel popüler kültür biçimi din olmasına rağmen, onu Sydney’den San Diego’ya kadar kültürel çalışmalar derslerinin hiçbirinde bulamazsınız.

Liberal hümanist miras açısından kültür önemliydi çünkü başka açılardan bölünmüş olan kesimler arasında ortak bir zemin oluşturabilecek bazı temel, evrensel değerleri temsil ediyordu. Ancak ortak insanlığımız oldukça soyut bir kavram olduğu için, onu yaşanmış deneyime getirecek bir şeye, görebileceğiniz, dokunabileceğiniz ve elinizde tartabileceğiniz bir şeye ihtiyaç vardı: buna sanat veya edebiyat deniyordu. Biri size neyle yaşadığınızı sorarsa, ona dini bir vaaz ya da siyasi bir broşür değil Shakespeare’in bir eserini verirdiniz. Neredeyse tüm birlik çağrılarında olduğu gibi bu projenin de çıkarı yeterince açıktır: Marx için kültür, aynı burjuva devleti gibi gerçek antagonizmaları ve eşitsizlikleri telafi eden soyut bir topluluğu ve eşitliği temsil eder. Özsel ve evrensel olanın varlığında, sınıf, cinsiyet, etnik köken ve benzeri yüzeysel ayrımları askıya almaya davet ediliriz. Yine de liberal hümanizm, kendine hizmet eden bir biçimde olsa da bir gerçeği yakalamıştır: insanların ortak noktaları, sonuç olarak farklılıklarından daha önemlidir. Ne var ki, politik açıdan sonuca ulaşması çok zaman alıyor.

Kültürün ortak bir zemin olduğu görüşü, 1960’ların sonlarından itibaren bir dizi gelişmeyle sorgulanmaya başladı. Öğrenciler, onları bu uzlaşının parçası olma konusunda isteksiz kılan toplumsal geçmişlerden gelerek yükseköğretime dahil oluyorlardı. Kültür kavramı masumiyetini kaybetmeye başladı. Zaten 19. yüzyılda ırkçı ideolojiler ve emperyalist antropolojiyle bağlantısı nedeniyle zedelenmiş ve devrimci milliyetçilik bağlamındaki siyasi çekişmeler sonucunda kirlenmişti. 19. yüzyılın sonlarından itibaren, kültürel üretimin genel olarak üretime giderek daha fazla entegre olması ve kitlesel fantezi üretiminin son derece kârlı hale gelmesiyle, kültür oldukça kazançlı bir endüstri haline geldi. Fakat bunun henüz postmodernizm anlamına gelmediğini söylemek gerek. Postmodernizm sadece kitle kültürünün gelişiyle değil, tasarım ve reklamcılıktan markalaşmaya, gösteri siyasetine, dövmelere, mor saçlara ve gülünç derecede büyük gözlüklere kadar toplumsal varoluşun estetize edilmesiyle kendini gösterdi. Bir zamanlar maddi üretimin antitezi olan kültür ise artık üretimin içine gömülmüştü.

Artık bir asrı geride bırakmış olan modernizm, kültürün kendisini topluma yönelik has bir eleştiri olarak sunduğu son dönemdi, üstelik bu eleştiriyi esasen radikal sağ başlatmıştı. Sanat anlamındaki kültür artık bunu yapmıyorsa, belirli bir yaşam biçimini tanımlayan kültür de yapmıyor demektir. Bugün bu tür yaşam tarzlarının çoğu, modern uygarlığın çerçevesini sorgulamak için değil, ona dahil olmak için yola çıkıyor. Ne var ki bu dahil edilme (ya da kapsayıcılık), tıpkı çeşitlilik gibi kendi başına iyi bir şey değildir. İnsanın aklına Samuel Goldwyn’in şu yakarışı geliyor: “Beni karıştırmayın!” Tüm bunlar genellikle kültür politikaları olarak bilinir ve günümüzde kültür savaşları olarak adlandırılan olaylara yol açmıştır. Schiller ve Arnold için “kültür savaşları” ifadesi, örneğin “iş etiği” gibi bir oksimoron olurdu (Beckett’in oksimoronlara karşı güçlü bir zaafı olduğunu söylediği söylenir). Onların gözünde kültür, çekişmenin bir örneği değil, çözümüydü. Artık kültür, politik olanı aşmanın bir yolu değil içinde bazı temel politik taleplerin çerçevelendiği ve tartışıldığı dildir. Manevi bir çözüm olmaktan çıkıp sorunun bir parçası haline gelmiştir. Biz de bu süreçte “kültür”den “kültürler”e geçiş yaptık.

Her iki kültür tipi de şu anda farklı türden seviyelendirmelerin tehdidi altında. Estetik kültür üzerine düşünme eylemi, tüm ayrımları ortadan kaldıran ve tüm değerleri eşitleyen meta formu tarafından giderek daha çok şekillendiriliyor. Bazı postmodern çevrelerde bu durum elitizm karşıtlığı olarak kutsanıyor. Ancak Dryden ve Pope arasında değilse bile Morrissey ve Liam Gallagher arasında değer ayrımı yapmak hayatın rutin bir parçası. Bu bakımdan, kendilerini sıradan yaşama yakın görmekten hoşlanan elitizm karşıtları yanılıyorlar. Öte yandan, farklı yaşam biçimleri anlamıyla kültürler gelişmiş kapitalizm tarafından dümdüz ediliyor. Gezegendeki her kuaför salonu ve Kore restoranı, farklılık ve çeşitlilik hakkındaki gevezeliklere rağmen birbirlerine benzemeye başladı. Kültür endüstrisinin gücünün en heybetli olduğu bu çağda, kültürün her iki ana anlamı da krize sürükleniyor.

Günümüzde kültür, genellikle kültüralizm olarak bilinen katıksız bir ideolojiden başka bir şey değildir. Biyolojizm, ekonomizm, ahlakçılık, tarihselcilik ve benzerleriyle birlikte günümüzün başlıca entelektüel indirgemeciliklerinden biridir. Bu yaklaşıma göre kültür her şeyden önce gelir. İnsanlığın doğası kültürdür. Bu doktrinin ardında (kültürün geleneksel antitezlerinden biri olan) doğanın inatçı, esnek olmayan, kaba bir şekilde sabit ve değişime dirençli olduğuna dair fikirden kaynaklanan bir rahatsızlık yatmaktadır. Tam da doğanın kaprisli, öngörülemez ve endişe verici derecede hızlı hareket ettiği noktada, kültüralizm onu durağan ve hareketsiz olarak görmekte ısrar eder.

Kültür bizim doğamız değil, doğamızın bir sonucudur. Sahip olduğumuz beden türleri nedeniyle hem mümkün hem de gereklidir. Gereklidir, çünkü fiziksel bakım anlamındaki kültürün, bebekler olarak hayatta kalabilmemiz için doğamızda hızla doldurması gereken bir boşluk var. Mümkündür, çünkü bedenlerimiz salyangoz ve örümceklerinkinden farklı olarak dilin ya da kavramsal düşüncenin gücünün yanı sıra dünya üzerinde çalışmak üzere koşullanma biçimimiz sayesinde kendilerini dışarıya doğru genişletebilir. Bedenlerimize eklediğimiz bu proteze uygarlık diyoruz. Tek sorun, Yunan trajedisinin de iyi bildiği gibi, kendimizi fazla genişletebilmemiz, duyusal, içgüdüsel varlığımızla teması kaybetmemiz, kendimizi aşmamız ve kendimizi hiçe saymamızdır. Fakat bu başka bir hikaye.

Çeviri: Emre Yeksan
Özgün Metin: Where does culture come from?

Son Eklenenler