Milyonlarca insan günbegün yoksullaşırken toplumun küçük bir kesiminin yaşadığı gösterişli, lüks hayatlar -sosyal medyanın da yaygınca kullanılmasıyla birlikte- daha görünür oluyor. Yenen yemekler, gidilen mekanlar, kullanılan araçlar vb. üzerinden yapılan sınıfsal analizlerin ise somut bir karşılığı olmakla birlikte bu tartışmalar sınıfın tarihsel doğasını anlatmakta yetersiz kalıyor. Dahası materyalizm gibi görünen katıksız bir ampirizm hakim bir şekilde bu tartışmalara yön verebiliyor. Bununla birlikte, bu tartışmalarda bireysel ya da kültürel göndermelerden ziyade sınıfsal bağlamın öne çıkması sınıf çelişkisinin artık her yönüyle kendini dayattığını, bu yönde bir saflaşmanın gittikçe belirginleştiğini apaçık gösteriyor. Bu tartışmalar ağırlıklı olarak sosyal medyada yürütüldüğü için belki de fazla anlam atfetmeye lüzum yok ama yine de bu tartışmalar bireylere, olaylara, ilişkilere ya da olgulara bakarken, özellikle de bunlara dair sınıfsal değerlendirmeler ya da analizler yapacaksak, kimi temel önermelerden ve belli bir bakış açısından hareket etmemiz gerektiğini hatırlatması açısından verimli olabilir. Zira tüketim farklılıklarına dayalı sınıfsal analizler vesilesiyle ve yine güncel sayılabilecek bir kısım tartışmayı örnek alarak herhangi bir sorunu ele alırken mümkün olduğunca nesnel yolla hareket edebilmenin kimi gereklilikleri üzerine yeniden düşünebiliriz.
Bir olgunun tekillikler ya da özgül deneyimler üzerinden ele alınmasıyla ilişkisel ve toplumsal düzeyde ele alınması arasında kısmen örtüşen sonuçlara ulaşılsa da -Spinoza’nın uyarısını da dikkate alıp söylersek- kısmi bilgi yanlış bilgidir. Zira bu yöntem, temelde sonuçlardan hareketle nedenleri açıklama alışkanlığından ileri gelir. Spinoza ise bilgi ya da fikirler arasındaki farklılığı ve bu yöndeki sınıflandırmayı bunların gerçeklikle ilişkisi üzerinden yapar. Ona göre ilişkileri, şeyleri, kelimeleri, olguları olduğu gibi fikirleri de güç olgusu üzerinden ve bu bağlamda da fikirlerin kuşattığı gerçeklik düzeyi üzerinden düşünmeliyiz: “Bir fikrin diğerinden daha üstün olduğunu ve gerçeklikten daha fazla pay aldığını reddedemeyiz, tıpkı bir fikrin nesnesinin diğer bir fikrin nesnesinden daha üstün olduğunu ve gerçeklikten daha fazla pay aldığını reddedemeyeceğimiz gibi.” Bu önermeyi Marx ve Lenin aracılığıyla da kimi olgulara uygulayarak sınıf ve sınıfsal kategorisini yeniden düşünmeyi deneyebiliriz.
Yukarıda bahsi geçen tartışmanın bir başka görünümüne ücretler konusunda rastlıyoruz. Ücretin ya da gelirin sınıfsal bölünmeleri belirleyen temel kategori olduğunu söylemek ya da sınıfsal bölünmeleri bunlar üzerinden açıklamak kısmi bir gerçekliği duyurur ve bu nedenle yanıltıcıdır. Zira ücret sorunu göz ardı edilemeyecek olmasıyla birlikte tek ya da birincil ölçütmüş gibi yansıtıldığında sömürü ilişkilerini ve bunun ortaya çıkardığı temel çelişki olarak sermaye ile ücretli emek çelişkisini perdeleyebilir. Oysa “sermaye ilişkisini yaratan süreç, işçiyi kendi çalışma koşullarının mülkiyetinden ayıran süreçten başka bir şey olamaz; bu, bir yandan, toplumsal geçim ve üretim araçlarını sermayeye, öte yandan, dolaysız üreticileri ücretli işçilere dönüştüren süreçtir” ve “sermaye birikiminin sonucu olarak emek fiyatının yükselmesi, gerçekte, yalnızca, ücretli işçinin kendisinin yapıp boynuna geçirmiş bulunduğu altından zincirin uzunluk ve ağırlığının, onun daha gevşek bağlanmasını mümkün kılması demektir.” (Marx) Dolayısıyla ücreti belirleyen genel bir hareket ya da eğilim söz konusudur: “Bir bütün olarak bakıldığında, işçi ücretlerinin genel hareketleri, yalnızca, sınai çevrimin dönemsel değişmelerine uygun olarak yedek sanayi ordusunda gerçekleşen genişleme ve daralmalar tarafından düzenlenir. Bundan dolayı, bu hareketler, işçi nüfusunun mutlak sayısındaki değişikliklerle değil, işçi sınıfının faal işçi ordusu ile yedek işçi ordusuna bölünmesinin değişen oranlarıyla, artık nüfusun göreli büyüklüğündeki artış ve azalışlarla, bu nüfusun kâh soğrulup kâh yeniden serbest bırakılmasının derecesiyle belirlenir.” (Marx) Bir yanda emeğin farklı nitelikteki görünümlerinin farklılaşan ücretleri diğer yanda bu farklılığı belirleyen genel eğilim birlikte düşünülmediği sürece ücret olgusunun nesnel olarak kavranması mümkün olmaz. Lenin’in ücret ile sınıf arasındaki ilişkiyi anlamak konusundaki uyarısı bu açıdan göz ardı edilebilir değildir: “Toplumdaki farklı sınıfların temel ayırıcı özelliğini gelir kaynaklarında aramak paylaşım ilişkilerine önem vermektir, oysa paylaşım ilişkileri gerçekte üretim ilişkilerinin sadece bir sonucudur. Marx bu yanlışa yıllar önce dikkat çekmiş ve aradaki ayrımı göremeyenleri kaba sosyalistler olarak tarif etmişti. Sınıfları ayıran temel kıstas, toplumsal üretimde tuttukları yer ve dolayısıyla da üretim araçlarıyla ilişkileridir. Toplumsal üretim araçlarından bir kısmını ya da diğerini temellük edip bunu özel bir işletmede, yani ürünü satmak için örgütlenmiş bir girişimde kullanmak günümüz toplumunda bir sınıfı (burjuvazi), üretim araçlarından mahrum olup emek-gücünü satmak zorunda olan diğerinden (proletarya) ayıran temel husustur” (Lenin). Dolayısıyla üretim ilişkilerini, onun yeniden üretimini ve bunların sınıfsal karakterini anlamak için “üretim, bölüşüm, mübadele ve tüketim” gibi olguları birlikte düşünmeliyiz. Daha genel biçimde ifade etmek gerekirse, olay ve olguları ele alırken bu olay ve olguları oluşturan unsurları, bu unsurların birbiriyle tarihsel ilişkisini ve tüm bunları belirleyen ortak eğilimi ve bunun yarattığı neden ve sonuçları kavramak yönünde materyalist yaklaşıma başvurmalıyız. Bu bakış açısından hareketle sadece ücretin değil kârın da genel eğilim ya da ortalama kâr ile belirlendiği sonucu çıkarılır: “[Ç]eşitli üretim kollarında ortalama kâr oranı, her bireysel sermayenin kendi özel bileşimi ile değil, ortalama toplumsal bileşimle belirlenmektedir” (Marx)1. Öyleyse inceleme konusu ne olursa olsun o şeyi oluşturan ilişkileri ve süreçleri belirleyen genel eğilime ulaşabileceğimiz -materyalist- bir soyutlama gücüne ya da perspektife sahip değilsek o şeyi nesnel yolla kavramak da olası olmayacaktır.
Tüm bu tartışmalarda kritik bir kavram önümüze çıkıyor: eğilim. Bu kavram aracılığıyla güncel başka bir tartışmaya bakalım. Öncelikle eğilim kavramının neden kritik olduğunu söylemek gerekirse; Marx’ın doğa ile toplum incelemesini sürdürürken ilkini anlamanın yolunun yasa ikincisini anlamanın yolunun ise eğilim kavramıyla mümkün olduğunu ve bu açıdan toplumun tarihini incelerken yasa değil de eğilim kavramının kullanılmasının evla olacağını ve bunun özellikle burjuva politik ekonomistlerle kendi politik ekonomisi arasındaki ayrımı belirginleştirmesi için de önemli olduğunu vurgulaması yine yukarıda bahsi geçen tartışmaya katkısı olması açısından önemli.2 Sermayenin, emeğin ve bunlar arasındaki tarihsel çelişkinin hareketini belirleyen toplumsal ya da genel bir eğilim söz konusudur ve dolayısıyla bunlar doğa yasaları gibi değişmez karakterde düşünülemez. “Kapitalist üretimin bütününde, genel yasa kendisini her zaman, yalnızca çok çapraşık ve yaklaşık bir şekilde, sonsuz dalgalanmaların hiçbir zaman sabitlenemeyecek olan ortalaması olarak, egemen eğilim haline gelir” (Marx). Marx bilhassa sermayenin hareketini “sermayenin eğilimi” olarak ifade eder. Toplumsal üretim ilişkilerinin genel eğilimi ve bunun üretici güçlerle ilişkisi söz konusu olduğunda güncel savlardan biri -ki buna varsayım da denebilir-, makineleşmeyle3 birlikte ücretli emeğe duyulan ihtiyacın azalacak olmasıdır. Ücret konusunda olduğu gibi bu savda da şeylerin tekil ya da ampirik görünümleri ile bunları belirleyen eğilimler arasında bağlantı kurulmadığı sürece böylesi bir savın ileri sürülemeyeceği kolaylıkla görülebilir. Zira sermayenin eğilimi aksi yönde bir hareketi beraberinde getirir: “Üretken güçlerin gelişmesinin belirli bir aşamasına bir kez ulaşılmışsa, artı-emek, ancak, nüfusun daha büyük bir kısmının işçiye dönüştürülmesiyle ve aynı zamanda emek-günlerinin artışıyla mutlak biçimde çoğaltılabilir. Birinci süreç, çalışan nüfus mutlak biçimde aynı kalmakla birlikte, göreli olarak azalır; ikincisi ise, bunun çoğalmasıdır. İki eğilim de sermayenin zorunlu eğilimlerindendir. Bu çelişik iki eğilimin birliği, dolayısıyla canlı çelişki, ancak […] makinelerle gelir. Birinci biçim, yalnızca çalışmayan nüfusun çalışan nüfusa göre küçük bir oranına açıkça izin verir. İkincisi, onunla canlı emeğin gerekli pay miktarı, kullanılan sermayenin pay miktarından daha yavaş arttığı için, çalışan nüfusa oranla çalışmayan nüfusun daha büyük oranına izin verir” ve “sermaye, ancak emek gücü karşılığında mübadele edilerek, yaşam için ücretli emeği çağırarak artırılabilir. Ücretli işçinin emeği sermaye için ancak, sermaye artırılarak, kölesi olduğu güç tahkim edilerek mübadele edilebilir. Bu nedenle sermayenin artması, proletaryanın, yani işçi sınıfının artması demektir.” Dolayısıyla “makineleşme yüzünden tüm ücretli işçi sınıfı ortadan kalkacak olsaydı, ücretli emek olmadıkça, sermaye olmaktan çıkan sermaye için bu durum ne kadar korkunç olurdu!” (Marx). Kapitalist üretim tarzının bu “içkin ve tarihsel eğilimine” ve buna dayandırılarak geliştirilen ve yine tekil bir olguya bakış açımızı gözden geçireceğimiz bir başka sorunsal örneğini emek gücünün değeri üzerinden de vermek mümkün. Yukarıda da ifade edildiği üzere, Marx’a göre emek gücünün değeri “belli bir ortalama toplumsal emek miktarını temsil eder” ve dolayısıyla hem emeği hem de sermayeyi belirleyen, bu “gelişim yasası” ya da “egemen eğilimdir”. Ne var ki şeylere bu yasa ya da eğilim yoluyla bakmanın var olanı nesnel yolla anlamak dışında sınıf mücadelesinin tarihsel seyri açısından nesnel bir başka boyuta işaret eden kritik ikinci bir yönü daha mevcut: “[V]ar olan maddi, elde edilmiş, sabit sermaye biçimindeki üretken güç, aynı zamanda bilimsel güç, nüfus vb. kısacası, servetin bütün koşulları, servetin yeniden-üretiminin, yani toplumsal bireyin zengin gelişmesinin en büyük koşulları, sermayenin kendisi tarafından onun tarihsel gelişmesinde üretken güçlerin sağladığı gelişme, sermayenin kendi kendisinin değerlenmesini sağlayacak yerde ortadan kaldıracağı belirli bir noktaya ulaş[ır]” (Marx). Öyleyse sermayenin yapısal ve canlı çelişkisi de onun tarihsel hareketini ve bu hareketin mantığını yani eğilimi anlamakla açığa çıkarılabilmiştir. Marx’ın sınıfsız toplum argümanı tam da bu bilimsel ve tarihsel olgular ve ilişkiler yoluyla temellendirilir ve onun kavrayışının ütopik ya da diğer sosyalistlerden de burjuva politik ekonomistlerden de temel ve özgün ayrım noktalarından biri budur.4
Eğilimin toplumsal karakterini anlamak için metanın değerinin nasıl belirlendiği sorununa baktığımızda ise -ki bu örnek aracılığıyla da Marx’ın “toplumsal maddi ilişkiler” derken salt duyusal ya da görünür ilişkilerden değil ilişkilerin materyalist bir yolla soyutlanmasından bahsettiğini ve bu yönünün onu deneycilerden de kaba materyalistlerden de ayırdığını bir kez daha görürüz-, Marx’a göre, “farklı emeklerin toto coelo (tam) eşitliği ancak, bunların gerçekteki eşitsizliklerinden soyutlanmasıyla, insan emek gücü harcaması, soyut insan emeği olarak sahip bulundukları ortak niteliklere indirgenmeleriyle mümkün olabilir.” Ona göre, “somut, yararlı ve özel” niteliklerine rağmen bir emeğin emek ya da değerin değer olarak kavranabilmesi, bu emek ve değerin insanın “emek gücünün harcanması biçimindeki soyut, genel emek olma özelliğiyle” belirlenebilir: “[B]ir metanın gerçek değeri, onun bireysel değeri değil, toplumsal değeridir; yani bu değer, metanın bireysel kapitalist için ne kadar emek-zamana mal olduğuyla değil, üretimi için toplumsal olarak gereken emek-zamanla ölçülür” (Marx).
Toplumsal/nesnel durum, genel eğilim ve bunların özgül görünümleriyle ilgili daha birçok örnek verilebilir ama son olarak yukarıdaki örneklere göre daha güncel bir tartışmaya da değinebiliriz. Zira politik tartışmalarda sık rastladığımız ve yine burada bahsi geçen materyalist bakış açısıyla değil de öznel, tekil ya da ampirik olgular üzerinden yürütülen bir başka tarihsiz analiz tavrını Filistin işgali konusunda görüyoruz. Filistin ve İsrail’in tarihini, bu tarihin ABD ve Avrupa aracılığıyla şekillenişini değil de başlı başına bir aktörmüşçesine Hamas’ı, bu tarihsel şekillenişin bölgesel ve küresel düzeydeki politik ve ekonomik karakterini değil de saltık şekilde siyonizmi öne çıkardığımızda tarihi olduğundan başka türlü resmetmek kaçınılmaz olur. Tarihsel süreçleri ve ilişkileri, bunları belirleyen temel eğilimi ihmal ettiğimizde ya da olduğundan farklı resmettiğimizde ise sahneyi yeniden kurar, -Marx’ın ideoloji tartışması ekseninde uyardığı- tersine yani sonuçlarla nedenleri birbirine karıştırarak analiz etmeye başlarız. Bu durumda yoksun kaldığımız şey ise nesnel gerçeklik ve dolayısıyla hakikattir. Daha genel düzeyde ve tarihsel hareketi belirleyen eğilimler aracılığıyla baktığımızda ise bu işgali anlayacağımız birincil olgunun emperyalizm ve onun güncel tezahürü olduğunu görürüz. Bununla birlikte her tarihsel olayın ve ilişkinin özgül nitelikleri olduğunu, bu farklılıkların hem üretim ilişkileri hem de politik ve ideolojik düzeyde geliştiğini göz ardı etmeden bu olay ve ilişkileri ele alma gayreti bizi öznel ya da indirgemeci değerlendirmelerden mümkün mertebe uzaklaştırır. Zira “siyasal ve stratejik ilişkilerin özgün niteliğini gözden kaçırmak ve ezberlenmiş “emperyalizm” sözcüğünü gelişigüzel biçimde ha bire tekrar etmek her şey olabilir ama Marksizm olamaz” (Lenin). Burada kısaca ele almaya çalıştığımız tüm olguların ortak noktası, bunların nesnel yolla ele alınışının koşulunun bunların tarihsel ve materyalist bir yolla ele alınışı olmasıdır. Öyleyse emperyalizm ya da bir başka olgu söz konusu olduğunda hem bu olgunun tarihi hem de onun özgül görünümü birlikte ele alındığında tekil ya da güncel bir durumu nesnel yolla analiz etmek işten bile değildir.
Tüm bu tartışmalardan hareketle ve yine bizi güncel analizlerde yanılgılara ya da güçsüz fikirlere sürükleyebilen birkaç notla bitirelim. Toplumsal ve maddi ilişkilere dönük analizlerimizde hareket noktamızı bireyler ya da sadece bireysel ilişkilerin somut görünümü belirlediğinde özcülük -hatta ahlakçılık- kaçınılmaz olur ya da başka bir açıdan en iyi ihtimalle deneycilik. Toplumsal ilişkileri ve olguları sınıfların tarihsel hareketini ve mantığını göz ardı ederek anlama çabası toplumsal, dolayısıyla bireysel ilişkileri ve çelişkileri karakterize eden ağırlık noktalarını ve niteliksel belirlenimleri5 göz ardı etmeyi beraberinde getirir. “Bütün toplum biçimlerinde diğer üretim tarzlarına baskın çıkan ve bu yüzden sahip olduğu koşullar geri kalanların hepsinin kademesini ve nüfuzunu belirleyen bir üretim tarzı olduğu” (Marx) ve bu üretim tarzının doğal bir yasaymışçasına değil de tarihsel bir eğilim olarak anlaşılması gerektiği; sınıf mücadelesinin politik bir mücadele de olduğu; başat toplumsal çelişkinin “mülkiyet ile emek, canlı emek gücü ile onun gerçekleşme koşulları, nesnelleşmiş emek ile canlı emek, değer ile değer yaratan faaliyet arasındaki mutlak bölünme” yoluyla anlaşılabileceği, tüm bu tarihsel saikler gereği proletarya hareketinden “muazzam çoğunluğun muazzam çoğunluk yararına bağımsız hareketini” anlamamız gerektiğini, ancak bu hareket aracılığıyla sınıfsız bir topluma geçişin mümkün olduğunu ve buna benzer birçok temel önermeyi öncül olarak kabul ettiğimiz ve bu önermeleri özgül duruma uygulayabildiğimiz sürece yeni gibi görünen her olayda tarihi yeniden keşfediyormuş gibi bir gaflete de düşmeyiz.
Materyalizm bir yöntemden ibaret değildir, tamamlanabilir de değildir, tarihsel gerçeklerle yeniden şekillenir. Bu açıdan -Spinoza’nın da hatırlattığı üzere- yöntem araştırmaya önsel değil içkindir ve araştırma sürecinde yetkinleşir. Marx’ın “tarih temel disiplindir” önermesi de bu minvalde anlaşılmalıdır. Burada kısaca örnek vermeye çalıştığımız ücret, tüketim, üretim, eğilim, emperyalizm gibi olguları ele alırken tarihi ve tarihsel saflaşmaları doğru okuyamadığımızda her şeyi göreceleştirme tehlikesi hasıl olur ve dahası “salt rölativizm bakış açısıyla her türlü safsata haklı gösterilebilir” (Lenin). Başladığımız noktaya geri dönüp bir çıkarım yapmamız gerekirse her yerde, her durumda ve her mecrada mülkiyet ve sömürü ilişkilerini teşhir etmek ama bunu sadece ampirik yolla değil emekçileri, mülksüzleştirilenleri sınıf çelişkisinden hareketle yani ortak çıkar mücadelesi doğrultusunda ve dolayısıyla politik bir harekete evriltecek yönde güçlendirmek mücadelenin olmazsa olmaz tamamlayıcı boyutudur. Mücadelenin güncel ihtiyaçları ile nihai amacını terkip etmek için ilişkileri ve süreçleri kısmi ya da bölük pörçük bilgiyle değil bu ilişki ve süreçleri nedensel yolla ele almaya gayret etmek bireysel açıdan da toplumsal açıdan faydalı olacaktır. Karmaşık ama süreklilik içeren ve ilk anda onları belirleyen yasa ya da eğilimlerin görülemediği ilişkileri tarihsel ve toplumsal mantığı çerçevesinde ele alabilmenin, niceliksel ve niteliksel, yapısal ve ilişkisel belirlenimlerin değerlendirmelerini birlikte yapabilmenin ve dolayısıyla nesnel bir kavrayış geliştirebilmenin tek yolu ise Marx’ın ve Lenin’in kendinden önceki materyalizmleri katederek geliştirdiği materyalist bakış açısıdır.
- Marx’ın genel kâr oranında sürekli düşme eğilimini “emeğin toplumsal üretkenliğindeki sürekli gelişmenin, kapitalist üretim tarzına özgü bir ifadesi” olarak saptaması da benzer bir yolla düşünülmelidir ve bu saptama olguları ele alırken sayısal ve oransal değerlerin birbirinden farklı şeyler olduklarını da bize hatırlatır. ↩︎
- “Politik ekonominin kesin bir kategorisi olan emek değil, sadece emeğin toplumsal biçimidir, emeğin toplumsal örgütlenmesidir, başka bir deyişle toplumsal emekte oynadıkları rollerin sonucu olarak insanların karşılıklı ilişkileridir” (Marx). ↩︎
- Marx makineyi kimi yerlerde “nesnelleşen değer”, “toplumsal bilginin ve genel anlamda üretici gücün birikimi” gibi ifadelerle tanımlar. ↩︎
- “Marx, ekonomik yaşamın yasalarının, geçmiş ve gelecek için bir ve aynı olduğu görüşünü reddeder. Tersine, her tarihsel dönemin kendi yasaları vardır. Ekonomik yaşam, biyolojinin öteki dallarındaki evrim tarihine benzeyen bir görüngü oluşturur. Daha önceki iktisatçılar, ekonomik yasaları fizik ve kimya yasalarına benzettikleri zaman, bu yasaların niteliğini yanlış anlamış oluyorlardı. Daha ayrıntılı bir tahlil, toplumsal organizmaların da kendi aralarında, bitkiler ya da hayvanlar kadar temelden farklı olduklarını gösterir. Kapitalist ekonomik organizmayı bu açıdan incelemeyi amaç edinen Marx, böylece, ekonomik yaşam üzerine yapılan her doğru incelemenin sahip olması gereken amacı kesinlikle bilimsel bir biçimde formüle etmiştir. Böyle bir araştırmanın bilimsel değeri, belli bir toplumsal organizmanın kaynağını, varlığını, gelişmesini ve ölümünü ve bir başka daha yüksek organizmanın onun yerine geçişini düzenleyen özel (tarihsel) yasaları ortaya çıkarmasındadır” (Lenin). ↩︎
- Elbette nicel ölçütler de gerçektir ve göz ardı edilemez. Burada vurgulamaya çalıştığımız nokta ise, bir olguyu ya da olayı belirleyen farklı unsurları, olgu ya da olayı belirlemesi açısından bu unsurların ağırlık düzeylerini ayırt edebilmek yönünde tarihe ve eğilim kavramlarına başvurmamız gerektiğinden ibaret. Bu konuda toplumsal hareketlerden de güncel bir örnek vermek gerekirse, kadın-erkek ya da doğa-insan çelişkisinin sınıf çelişkisinden daha kapsamlı, daha eski, niceliksel olarak daha kuşatıcı olması hasebiyle öncelikli ya da mücadeleyi belirleyen asal çelişki olduğunu iddia etmek -bu yazıda kısmen de olsa ele alınmaya çalışılan- toplumsal ilişkilerin yapısal ve tarihsel belirlenimini ve bu ilişkilerin genel eğilimini anlamamaktan ileri gelir. Bu tarz yaklaşımların politik çıktılarından birinin radikal demokrasi olması rastlantısal değildir, zira böylesi iddialarda bahsi geçen çelişkiler “sınıf çelişkisinin üzerinde” addedilir. Oysa sınıf çelişkisi dışındaki çelişkileri ya da ayrımları nesnel yolla ele alabilmenin yolunun da toplumların tarihine yön veren birincil çelişkinin ve bu açıdan başat eğilimin anlaşılmasından geçtiği tartışma götürmez. ↩︎