Cuma, Nisan 26, 2024

Eko-apartheid’a karşı koymak – Kai Heron

Bir süredir emperyalizm tartışmalarının geri dönüşüne şahit oluyoruz. Sovyetlerin dağılma sürecinin ardından kapitalizmin küreselleşmesi, gezegen ölçeğinde kapsayıcı hale gelmesi ve her yerde neoliberal politikaların uygulamaya konmasıyla birlikte emperyalizm tartışmaları da bir dönem askıya alınmış ya da çerçevesini yeni küresel duruma adapte edemediği için günceli açıklamakta zorlanır hale gelmişti. NATO’nun kışkırtmaları üzerine Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, İsrail’in Gazze’de Filistinlilere karşı soykırım girişimi gibi yıkıcı olaylar ve Çin’in küresel pazar üzerindeki etkisinin Batı kapitalizminde yarattığı huzursuzluk bu tartışmaları yeniden başlatmanın gerekli, hatta kaçınılmaz olduğunu ortaya serdi. Biz de bu teorik arayışa katkı adına geçtiğimiz 40 yıldan tartışmaya değer bulduğumuz, hâlâ güncelliğini koruyan ya da bugünkü duruma ışık tutma potansiyeli olan yazıları bir dosya halinde “Neoliberal Dönemde Emperyalizm Tartışmaları” başlığıyla yayımlayacağız.

Son yıllarda emperyalizm tartışmalarını yeniden gündemin parçası kılan önemli konulardan birisi de gezegen ölçeğinde ivmelenen ekolojik yıkım ve ona karşı direnişin gerekliliği. Bu konuyla ilgili olarak Thomas Sankara’nın tarihsel önemi olan konuşmasının metnini daha önce paylaşmıştık. Şimdi de akademisyen-aktivist Kai Heron’un daha güncel bir bakış içeren ve emperyalist işbölümünün gezegene dair sonuçlarını ele alan yazısını paylaşıyoruz. Yazarın eko-apartheid kavramsallaştırması her ne kadar içeriğin önüne geçen, fazlaca akademik bir jest gibi görünse de yazıda bunun ötesinde çizilen geniş resmin güncel emperyalizm tartışmalarına dair önemli bir bakış açısının ifadesi olduğunu söyleyebiliriz.

2019’da dönemin Birleşmiş Milletler aşırı yoksulluk ve insan hakları özel raportörü Philip Alston, dünyanın, zenginlerin ekolojik yıkımın neticelerinden kaçınmak için para harcadığı, yoksul ve emekçi sınıfların ise dayanılmaz orman yangınlarına, sellere, fırtınalara ve mahsul kıtlığına mahkum olduğu bir “eko-apartheid senaryosuna” tehlikeli biçimde yakın olduğu uyarısında bulunmuştu. Alston’a göre, şimdiye kadarki küresel hafifletme çabaları “bariz biçimde yetersiz, tehlikenin aciliyeti ve ehemmiyetiyle tamamen orantısızdı.” Bu çabalar ivme kazanmadığı müddetçe, “demokrasi ve hukukun üstünlüğünün yanı sıra çeşitli medeni ve siyasi haklar da risk altındadır… Toplumsal huzursuzluk, büyüyen eşitsizlik, hatta bazı kesimlerde daha fazla maddi yoksunluk riski, muhtemelen milliyetçi, yabancı düşmanı, ırkçı ve benzeri tepkileri tetikleyecektir.”

Alston’un bu uyarısının üzerinden dört yıl geçti ama özünde hiçbir şey değişmedi. Fosil sermaye hâlâ emisyonları azaltmaya yönelik her teşebbüse karşı kulis yapıyor, tarım şirketleri hâlâ ekolojik yıkımdaki sorumluluklarını yokmuş gibi gösteriyor, dünyanın neo-kolonyalist ve emperyalist güçleri (ABD ve Batı Avrupa)  “gelişmekte olan ülkelere” anlamlı bir destek vermeyi ısrarla reddediyor. Ukrayna’daki savaşı bahane eden İngiltere de dahil pek çok ülke, daha fazla fosil yakıt çıkarılmasına dahi izin verdi. Ancak dünyanın bileşik ekolojik krizlerinin 2019’da göründüğünden çok daha kötü olduğunu biliyoruz. Küresel sıcaklıkların 2027 yılına kadar sanayi öncesi dönemin 1.5 santigrat üzerindeki tehlikeli eşiği aşması, bunun bütün insanlık ve insandışı yaşam için vahim sonuçlar doğurması bekleniyor artık. 

Sömürgeci miraslar

Ancak Alston’un tahminlerinin aksine, eko-apartheid bizi yakın ya da uzak gelecekte bekleyen bir şey değil. Şimdi, burada ve herkesin görebileceği kadar net. Pek çoğumuz, zalim bir çarpıklık içinde, tarihsel olarak sömürgeleştirilenlerin bugün emperyalist aşırı sömürüye uğradığı ve küresel ısınmada en az payı bulunanların ölümcül sellere, kuraklıklara ve gıda kıtlığına maruz kaldığı gerçeğine aşinayız. Neredeyse rastgele, yakın geçmişten kimi örneklere bakalım: 2022’de Bangladeş tarihinin en kötü sel felaketinde 100 kişi öldü ve milyonlarca kişi yerinden yurdundan oldu. Ardından, bu yılın Mayıs ayında, Bangladeş’in yanı sıra Hindistan ve Myanmar’ı da perişan eden Mocha Kasırgası, 400’den fazla insanın ölümüne ve yüz binlerce insanın yerinden olmasına neden oldu, acıya acı kattı. Aynı hafta Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde meydana gelen seller ve feci toprak kaymaları nedeniyle 400’den fazla insan hayatını kaybetti. Bu sırada Etiyopya’da yaşanan felaket boyutundaki kuraklık milyonlarca insanı biçare bıraktı.

Günümüzün hızla ısınan dünyasında bu olaylar, aynı anda hem akıl almaz derecede trajik hem de olağan, hem beklenmedik derecede ölümcül hem de öngörülebilirlikleri bakımından sıradan olmak gibi tuhaf bir niteliği sahip. Bu, eko-apartheid’ın bir işaretidir. Bu olağanüstü olaylara ve daha az olağanüstü olsa da daha az zararlı olmayan sosyo-ekolojik felaketlere hedef olanlar genellikle çevrenin işçi sınıfları ve ırksallaştırılmış yoksullarıdır. Bunları dehşet içinde duyanlar -ya da belki de hiç duymayanlar- genellikle zenginlik ya da coğrafi servet sayesinde iklim çöküşünün en kötü etkilerinden korunanlardır. Emperyalist merkezdeki hareketler ve sendikalar bu adaletsizlikler konusunda farkındalık yaratmak, fosil yakıt endüstrisini durdurmak ve dünya sisteminin periferisindeki işçi kardeşlerini desteklemek için ellerinden geleni yapmalıdır.

Yeşil dönüşüm ya da eko-apartheid?

Ancak eko-apartheid’ın bugün ele alınması gereken, çok daha az önemsenen bir itici unsuru var. Emperyalist merkezdeki sermaye fraksiyonları ve kimi sendikalar, yerel ekonomilerde “yeşil bir yeniden sanayileşmeye” dayanan sözde bir “yeşil dönüşümün” peşine takıldılar. Bunun da nitelikli ve sendikalı istihdamı geri getireceği ve küresel emisyonları düşüreceği vaat ediliyor. Çok yalın biçimde ifade etmek gerekirse, bu tür yeşil kapitalist dönüşümlerin savunucuları, herkes için yaşanabilir bir geleceğin, kendimizi bir yakıt kaynağından (fosil yakıtlar) ayırıp diğerine (yenilenebilir enerji) bağlayarak, belki de sözüm ona “doğa temelli çözümler” yoluyla doğayı metalaştırarak, belki de emperyal merkezin ekonomisini bir dereceye kadar demokratikleştirerek elde edilebileceğini hayal etmekten hoşlanıyorlar.

Sistem değişikliği anlamında farklılıkları olsa da, Avrupa’nın Yeşil Mutabakatı, Bernie Sanders ve Alexandria Ocasio Cortez’in Yeşil Yeni Mutabakatı, Joe Biden’ın Enflasyonu Düşürme Yasası, Muhafazakar Parti’nin Yeşil Sanayi Devrimi ve Birleşik Krallık İşçi Partisi tabanının Yeşil Yeni Mutabakat önerileri, ekonomiyi bu yönden karbonsuzlaştırmaya yönelik kapitalist girişimlerin örnekleri. 

Ancak içinde yaşadığımız ve günlük faaliyetlerimizle yeniden ürettiğimiz kapitalist ekonomi, yalnızca fosil yakıtların yakılmasından ibaret değil. Merkezdeki işçileri sömürürken çevredeki toprakları ve emeği aşırı sömüren emperyalist bir dünya düzenine dayanıyor. Fosil yakıtlı olsun ya da olmasın, kapitalizm aynı zamanda eşitsiz ekolojik mübadele süreçlerine, yani hammaddenin ve gıdanın çevreden merkeze ucuza ihraç edilmesine ve plastikler, kirlilik yaratan maddeler ve zehirli sektörler de dahil olmak üzere atıkların çevreye yığılmasına dayanan bir sistem. Ve bu, temel kaynaklara erişimi sağlamak için savaşların çıkarılmasını ve ekonomik yaptırımların uygulanmasını zorunlu kılan bir ekonomi. 

Bütün bu süreçler yoğun bir biçimde sınıflı, cinsiyetli ve ırksaldır. Hepsi eko-apartheid’ın konsolidasyonuna katkı sunmaktadır. Yeşil dönüşüm bunların hiçbirine karşı çıkmıyor. Esasen, merkezin net sıfıra geçişi yeni ekstraksiyon ve mülksüzleştirme sahaları yaratıyor. Elektrikli otomobil aküleri için lityum, Arjantin, Bolivya ve Şili arasındaki lityum üçgeninden çıkarılıyor. Rüzgar santralleri ve güneş panelleri için nadir toprak bileşenleri Kongo’daki koltan madenlerinden elde ediliyor. Biyoyakıtlar, enerji altyapısı ve karbon kredili ormanlar için gerçekleştirilen toprak gaspları, yerli halkları, yoksulları ve beyaz ırktan olmayanları mülksüzleştiriyor. Bu esnada, bu yeni altyapıları üretirken açığa çıkan zehirli atıklar, kapitalist merkez ve ötesindeki beyaz ırka mensup olmayan, yoksul toplulukların yakınlarına atılıyor. 

Eko-apartheid’ın sınır ve emek yönetimi 

Eko-apartheid, antropolog Catherine Besteman’ın “askerileştirilmiş küresel apartheid” sistemi olarak adlandırdığı şeyi yaratmak için merkezin ırkçı sınır politikalarıyla çakışan uygulamaların bir neticesidir. Besteman’a göre bu rejimin üç özelliği bulunuyor. İlki, dolaşım hakkına erişimde ayrıma dayanan ırksallaştırılmış bir işgücü piyasası; ikincisi, Küresel Kuzey’deki aktörler tarafından “küresel güneydeki yerel bölgeleri gündelik hayat için yaşanmaz hale getiren” yağmacı kaynak talan sistemlerinin yaygınlaştırılması; ve üçüncüsü, küresel kuzeydeki sınırların, daha iyi bir yaşam umuduyla küresel güneyden gelenleri dışarıda tutmak için askerileştirilmesi. Veya, bu bağlamda, herhangi bir yaşam için gelenleri. 

Bu anlamda eko-apartheid’ın izleri her yerde mevcuttur. Araştırmalar, 2050’ye kadar 1.2 milyar insanın küresel ısınmanın etkileri nedeniyle yerinden yurdundan olabileceğini gösteriyor. Ülke İçinde Yerinden Edilme İzleme Merkezi, 2008’den bu yana 318 milyon insanın sel, fırtına, deprem veya kuraklık nedeniyle zorla yerlerinden olduğunu tahmin ediyor. Yalnızca 2020’de 30,7 milyon kişi yerinden oldu. Aynı zamanda, Harsha Walia, Zetkin Kolektifi ve diğer başkalarının da işaret ettiği gibi, kapitalist merkez, sınırlarının güvenlikleştirilmesini arttırmakta ve aşırı sağcı, ırkçı ve ulusalcı pozisyonlara doğru ilerliyor. Yakın zamanda Londra’da düzenlenen “Ulusal Muhafazakarlık” konferansı bunun güncel örneklerinden biri.

Avrupa’nın Ukrayna’daki savaşa verdiği tepkiyi de düşünebiliriz. Polonya, büyük yankı uyandıran bir merhamet örneğiyle, savaşın ilk birkaç ayında Ukrayna’dan iki milyondan fazla “kardeşini” aldı. Polonya o sırada Afrikalı ve Ortadoğulu mültecileri ülkeye sokmamak için 353 milyon euro’ya mal olan bir duvar inşa ediyordu. Onlar yanlış türden insanlardı. Avrupalı değillerdi. Beyaz değillerdi.

Bir de Birleşik Krallık’ın donanmasına Manş Denizi’nde devriye gezme görevi vererek sınırlarını askerileştirme kararı alması ve göçmenleri yağmurla beslenen tarıma bağımlılığı ve sağlık hizmetleri, altyapı ve su kaynakları yönetimi için yatırıma duyduğu muhtaçlık gibi sömürgeci ve yeni sömürgeci idare tarafından kendisine dayatılan az gelişmişlik mirası nedeniyle küresel ısınmanın etkilerine karşı son derece savunmasız bir ülke olan Ruanda’ya taşımak gibi korkunç bir politika izlemesi var tabii.

Bu, fiilen eko-apartheid’dır ve etkisi küresel ekonominin tüm sektörlerinde hissedilse de tarımsal işgücü akışlarından özel olarak söz etmek gerekir. COVID-19 salgını sırasında, mevsimlik tarım işçileri, karantina uygulamalarına aykırı olarak, korkunç koşullar altında sebze meyve toplamak üzere Birleşik Krallık’a uçuruldu. Daha sonra da aceleyle geldikleri yerlere geri gönderildiler. Yakın zamanda yapılan bir araştırma, İngiliz çiftliklerinde çalışan Endonezyalı işçilerin borç batağına sürüklendiğini ortaya koydu. Büyük süpermarketler için mahsul toplayan mevsimlik işçilerden İngiltere’ye seyahat ve vize masraflarını ödemeleri istendi, bu da onları hemen 5.000 sterlin kadar borca soktu. İşçilere borçlarını ödeyecek kadar ücret alacakları ve evlerine bir miktar parayla dönecekleri söylendi. Ancak uygulamada pek çoğu parça başı saatlik sözleşmelerle çalıştırıldı ve kendilerine yeterli iş verilmedi.

Bu, muhalif tarım uzmanı Tom Brass’ın “özgür olmayan emek” ya da kapitalizmde emeğe tanınan asgari özgürlük düzeyi olan ekonominin başka bir bir alanında iş bulabilme özgürlüğünden de mahrum emek olarak adlandırdığı şeydir. Brass’ın ortaya koyduğu gibi, özgür olmayan emek her zaman kapitalizmin tarım sektörünün temel bir bileşeni olmuştur, ancak eko-apartheid yoğunlaştıkça bu uygulama ekonominin yeni sektörlerine de sıçrayacaktır. Katlanılmaz ekolojik koşullardan kaçmak isteyen yüz milyonlarca insan, emperyal merkezin aynı derecede katlanılmaz istihdam ve sınır politikalarıyla çarpışacaktır.

Ne yapmalı? İlk olarak, emperyal merkezdeki toplumsal hareketler ve sendikalar, Küresel Güney’deki toplumsal hareketler, sendikalar ve taleplerle bütünleşmelidir. Güney’in tazminat, gıda egemenliği, teknoloji aktarımı, toprak iadesi, ambargoların kaldırılması ve kendi kaderini tayin gibi çeşitli talepleri, eko-apartheid’ın yoğunlaşmasına karşı taleplerdir. İkinci olarak, sendikalar kendi mücadeleleri ile küresel ekolojik kaygılar arasında kavramsal ve fiili bağlar kurmak zorundadır. 

Emperyalist merkezde devlet ve sermaye tarafından sağlanan ve periferinin topraklarının ve emeğinin sömürülmesine dayanan sözde “yeşil sanayi işleri”, yeşil sanayi işleri değildir. Sendikalar bunların yerine sanayi politikaları üzerinde uluslararası demokratik kontrol ve temel maden sektörlerindeki işçilerle uluslararası işbirliği talep etmelidir. Üçüncü olarak, sendikalar istihdamı güvence altına almak için verdikleri mücadeleler ile emperyal merkezin ırkçı sınır uygulamaları arasında benzer bağlar kurmalıdır. Merkezdeki nitelikli işlerin dayanağı, sınır kontrol noktaları, vizeler ve göçmen karşıtı hissiyat yoluyla ortaya çıkan ırksallaştırılmış işçi karşıtı şiddet olmamalıdır. 

Bunlar kolay talepler değil. Emperyalist merkezdeki sendikaların ve toplumsal hareketlerin sendikaların ve sosyal hareketlerin radikalleşmesini ve daha derinden siyasallaşmasını mecbur kılıyor, ancak bunlardan daha azı eko-apartheid ile suç ortaklığı yapmak anlamına geliyor.

Çeviri: Ahmet Çetin

Yazının orijinali: https://notesfrombelow.org/article/confronting-eco-apartheid

Son Eklenenler