Pazartesi, Aralık 2, 2024

Güç siyasetinin inşası

Bundan yaklaşık 40 yıl önce E. M. Wood’un çok isabetli bir şekilde “sınıftan kaçış” diye isimlendirdiği eğilim arada geçen süre içinde güçlenerek baskın hale geldi. Solun teorik ve pratik açıdan yeniden şekillenmesi dünyanın birçok ülkesindeki solcu ve sosyalist partilerin, çoğunlukla sınıf esaslı yaklaşımı terk edip farklı toplumsal hareketleri içermeye çalışan bir ittifaklar yapısına dönüşmesiyle sonuçlandı. Fakat görünen o ki, kapitalizmin son 50 yılına egemen olan küresel neoliberal formu artık kendisini yeniden üretmekte zorlanmaya başladı. Bu sıkışmanın solu “sınıfa dönüş”e daha meyilli hale getirdiği, bunun emarelerinin görüldüğü söylenebilir ama oldukça uzağa kaçıldığı için de bu dönüşün hızlı ve kolay olmayacağı, vakit ve emek istediği aşikar.

Sınıftan kaçış ifadesi temelde siyasetin esas öznesini ya da kapitalizm karşıtı mücadelede belirli bir öznenin, işçi sınıfının merkezi rolünü yok sayma eğilimine işaret ediyordu. Fakat marksizm açısından bu merkezilik rastlantısal ya da göreceli bir konum değil. Wood’un da ifade ettiği gibi “Devrimci sosyalizm, geleneksel olarak, işçi sınıfını ve onun mücadelelerini toplumsal dönüşümün ve sosyalizmin inşasının tam merkezine yerleştirir; bunu yaparken, sadece inançla hareket etmeyip, toplumsal ilişkilere ve iktidara ilişkin kapsamlı bir çözümlemeden çıkan sonucu esas alır. […] İşçi sınıfının potansiyel olarak devrimci sınıf olduğu önermesi, metafizik bir soyutlama değil, maddeci ilkelerin bir uzantısıdır.”1 Bu temel çıkarım, sürekli her şeyin sınıfsallığından bahsedilen şu dönemde gitgide kendisini daha çok dayatıyor. Fakat Wood’un bu cümlelerin arkasından dile getirdiği bir diğer nokta bugün esas olarak gözden kaçırılan meseleye işaret ediyor: “İşçi sınıfı, devrimci bir kuvvet haline gelebilmesi için gerekli stratejik toplumsal güce sahip olan tek toplumsal sınıftır.”2

Bir toplumsal hareketler ittifakına dönüşen, kentli orta sınıfların politik kimliklenme ihtiyacına ve kesişimselci bir anlayışa tabi kılınan solun, proletaryanın devrimci bir güce sahip olan tek odak olduğuna dair bu tespiti görmezden geldiği, hatta reddettiği aşikar. Pratikte bu kaçışı kolaylaştıran etken ise yıllar içinde siyasetin içeriğindeki değişimin, onun biçiminde ortaya çıkan savrulmalarla da bir arada şekillenmesi oldu. Mücadelenin araçları ağırlıklı olarak temsil yapılarına, söylem üretimine ve kent merkezlerine konuşlanan gösterilere yoğunlaştı. Bununla eşzamanlı olarak da işçi sınıfının büyük bir kesimi temsilden, söylem araçlarından ve kent merkezlerinden olabildiğince uzaklaştırıldı. Dolayısıyla bugün sınıf çatışmasını merkeze alan bir siyaseti yeniden inşa etmek, bu mevcut siyaset tarzlarıyla bir karşıtlık kurmayı mecbur kılıyor. Söylem, gösteri ve temsille sınırlanmış bu faaliyetlerin, ya da bugünkü yaygın tabiriyle aktivizmlerin karşısında “güç siyaseti” diye adlandırabileceğimiz bir pratik hattın yükseltilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor.

Güç siyasetiyle kast edilenin çerçevesini çizebilmek için öncelikle -lafı biraz da uzatmak pahasına- bu ifadedeki siyaset kelimesinin neye işaret ettiğini belirginleştirmekte yarar var. Burada siyaset, (onu kabaca bir toplumsal uzlaşı ve yönetim süreçleri olarak tanımlayan akademik siyaset bilimi terminolojisinden farklı olarak) toplumsal çelişkilerin, özellikle de kapitalizm bağlamında burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki temel çelişkinin kendini gösterdiği her zeminde, mevcut eşitsizlik düzenini (yıkarak ya da düzelterek; devrimci ya da reformist yöntemle) değiştirmeye ya da egemen sınıfın bakış açısından konuşursak bu düzeni tahkim etmeye veya yeniden üretmeye yönelik her türlü taktik, stratejik ve ideolojik faaliyeti işaret ediyor. Daha genel bir düzeyde ise siyasetin, sınıfların (ve diğer toplumsal grupların) fiili güçle giriştiği çatışmanın maddi alanı ve farklı öznelerin bu alan içindeki hareketi olduğunu söyleyebiliriz.

Dolayısıyla buradan da anlaşılacağı üzere, fiili güç gerekliliği aslında buradaki siyaset tanımına içkin. Ama güç siyasetiyle kast edilenin pratikteki karşılığına ulaşmak için bu tanımı biraz daha derinleştirmek gerek. Burada sözü edilenin devrimci anlamıyla siyaset olduğunu vurgulamakta fayda var. Bu da temelde, mevcut sermaye düzeni dahilinde farklı toplumsal güçlerin karşı karşıya gelmesi ve düzenin idaresini ele almak için mücadele etmesi anlamına değil; bambaşka dünya tahayüllerinin, halihazırda mevcut olan dünya ile inşa edilecek bir eşitlik dünyasının karşı karşıya getirilmesi anlamına gelir. Siyasi düzlemde çatışan bu farklı dünya tahayyüllerinin birbiriyle mücadele ettiği maddi zemin ise en geniş tanımıyla ekonomidir.

Bu noktada siyasete dair tarihsel maddeci bir ilkeyi hatırlatmak yerinde olur. Lenin 1920’de Rus Komünist Partisi’nin 9. Genel Kurulu’nda siyaseti “ekonominin en yoğun, genelleştirilmiş ve keskinleşmiş ifadesi”3 olarak tanımlıyordu. Burada sözü edilen bu örtüşme, siyaset ve ekonominin özsel birliği, tarihsel maddeci yaklaşımın temel çıkış noktalarından biri. Fakat siyaset ile ekonomi arasındaki ilişkiyi mutlak bir belirlenim ya da basit bir dolayım olarak görmek yeterli değil. Hem koşullu olmaktan kaynaklı bir birlik, hem de bir ayrılık söz konusu. Bunun mahiyetinin ne olduğu kendi içinde oldukça geniş bir tartışma konusu fakat Marx’ın politik ekonomi kavramını kullanışı tam olarak bu birlik içinde ayrılığa yaslanıyor. Bunu zihin ve beden arasındaki monist birlik düşüncesine benzetmek de yerinde olabilir. Nasıl ki zihnimiz ve bedenimiz bir ve aynı şeyin, maddi bireysel varlığımızın iki farklı tazahürüyse, “ekonomi” ve “siyaset”in de bir ve aynı şeyin, içinde var olduğumuz maddi toplumsal ilişkilerin iki farklı görüngüsü olarak ortaya çıktığını düşünebiliriz. 

Mevcut sermaye düzeninin bekası da tam olarak bu örtüşmeyi görünmez kılabilmesine bağlı. Bu hususta Wood “kapitalist hegemonyanın dayandığı temel önerme, ‘siyasal’ alan ile ‘ekonomik’ alanın biçimsel olarak ayrılması ve demokrasinin biçimsel uygulamalarla hukuksal ilkelerden oluşan soyut bir siyasal alana hapsedilmesidir,”4 diyordu. Güç siyaseti ise tam olarak bu biçimsel ayrımı ortadan kaldırmak, mevcut düzenin egemenlerinin siyaset adı altında dayattığı, yanılgı yaratan bu çerçeveyi kırmak için izlenmesi gereken yola işaret ediyor.

Bu anlamda siyasetle ilişkilendireceğimiz, ona etki etme kapasitesi olan her türlü güç de maddi toplumsal ilişkiler alanında ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu gücün temel ölçütü onun nesnel etkisi, siyasetin akışını değiştirecek, hayatın bildik seyrini durduracak zor kapasitesine sahip olması. Grev gibi çalışmaya direnme biçimleri ya da yol kesme, sevkiyat engelleme, işyeri işgali gibi doğrudan eylem biçimleriyle metaların üretim ve dolaşımını sekteye uğratmaktan, sermaye düzeninin devlet aracılığıyla örgütlediği “meşru” şiddete karşı direnme, özsavunma ve karşı koymaya kadar giden bir pratikler bütününü bu gücün kendisini gerçekleştirdiği alanlar olarak tanımlayabiliriz. Mesela, artık ne yazık ki kulaklarımıza basmakalıp tabirler olarak gelen “üretimden gelen gücümüz” gibi ifadelerin içinde taşıdığı hakikati yeniden görebilmek gerekiyor. 

Bugün Soma’da madenlerde, onun hemen yakınındaki Dikili’de Agrobay’ın seralarında ya da ülkenin diğer bir köşesinde, Urfa’da Özak’ın tekstil fabrikalarında ortaya çıkan irade ve inat yalnızca ekonomik talepler etrafında gelişen mücadeleler olarak algılanamaz. Sermayenin, devletin, kolluğun her türlü saldırısına göğüs geren bu direnişler ihtiyacımız olan güç siyasetinin nüveleri, ekonomiden siyasete doğru giden yoğunlaşmanın öncü hücreleridir.

Ekonomi her ne kadar bu güç araçlarını tanımlayan nesnel alana işaret etse de, buralarda verilen mücadelenin kendisi ister istemez siyasi bir boyut kazanıyor. Bu geçişliliğe dair kritik olan bir diğer noktanın altını yine Lenin çiziyordu. Siyasetin ekonominin yoğunlaşmış ifadesi olduğu tespitine karşı Troçki ve Buharin’den gelen eleştiriler üzerine, bunu söylediğini çünkü daha öncesinde “siyasi” yaklaşımının bir marksist için tutarsız ve kabul edilemez olduğu şeklinde eleştirildiğini söylüyor ve “siyaset ekonomi karşısında öncelikli hale gelmelidir,”5 diye ekliyordu. Fakat bu açıklamaları devrimden sonra, Sovyetler Birliği’nin inşa süreciyle ilişkili olarak yaptığını da akıldan çıkarmamak lazım. Tam da bu sebeple ekonomi ve siyaset arasındaki stratejik ve taktik öncelikleri belirleyenin tarihsel toplumsal bağlam olduğu aşikar.

İşçi sınıfının temsilden bütünüyle dışlandığı, örgütlenme araçlarının elinden alınıp atomize edildiği, bir sınıf olarak inşa ettiği tarihsel toplumsal ağların parçalandığı ve siyasete etki kapasitesinin son derece azaldığı bir dönemde ezber bir sınıfçılıkla “bir güç var, inanıyorum” demeyi bir kenara bırakıp o gücün inşası, durağan bir potansiyel olmaktan etkin bir güç olmaya geçirilmesi için sabırla ve inançla çalışmak gerekiyor.

Bu anlamda bir güç siyasetinin örgütlenmesi süreci, işçi sınıfının kapitalizm karşısında devrimci potansiyele sahip tek toplumsal grup olarak etkin hale geçmesi, siyaseten özneleşmesi için verilmesi gereken çabaya işaret ediyor. Bu da temelde proletaryanın sahip olduğu nesnel, maddi kapasiteyi görmeyi ve onu etkinleştirecek stratejiler kurmayı içeriyor. Fakat şunu da akılda tutmakta yarar var; işçi sınıfı açısından özneleşme soyut bir topluluk bilinci, sınıf adına söz alma ehliyeti ya da kendini bir sınıfa ait hissetmekle belirginleşen bir kimlik edinmek demek değil. Bunların ötesinde maddi olarak sınıf çatışması içinde pozisyon almak, en sonunda kendini içinde tanımladığı işçi sınıfını da ortadan kaldıracak devrimci bir mücadeleye girişmek demek. Direnmek, kavga etmek, örgütlenmek, bu aşamalarda gitgide ortaya çıkan, proletaryanın üretim araçlarına, dağıtım kanallarına, hayatın doğal görünen akışına müdahale potansiyelinden gelen gücünü sermaye karşısında harekete geçirmek demek.

Bu açıdan güç siyasetini mevcut egemen siyaset tarzlarından, söylem ve gösteri siyasetinden ya da güncel tabiriyle aktivizmden ayıran iki yönü var. Öncelikle bu ahlaki bir temele, haklılık fikrine değil bir potansiyele yaslanıyor. İşçi sınıfını devrimci mücadelenin merkezine yerleştiren onun ezilenler içinde en çok ezilen olması, en haklı kavgayı vermesi değil, onun bu ezme-ezilme biçimini kırmaya dönük nesnel güce sahip olan tek toplumsal grup olmasıyla ilişkili. Ona bu gücü veren şey ise kapitalizmin üzerinde yükseldiği temel çelişkinin tarafı olması. İkinci olarak da güç siyaseti temsili değil iktidarı hedefleyen bir tarzı işaret ediyor. Dolayısıyla mevcut demokratik ya da otoriter burjuva siyasetleri içinde diyalog ve uzlaşıyı, bir diğer adıyla yönetişimi değil maddi çatışmayı esas alan bir siyasetten bahsediyoruz. 

Marx ve Engels Komünist Manifesto’da işçi sınıfının devrimci potansiyelini tarihteki diğer hareketlerden ayırıyor ve “bugüne kadarki bütün hareketler ya azınlık hareketleri olmuşlardır ya da azınlıkların yararına hareketler. Proletarya hareketi ise muazzam çoğunluğun muazzam çoğunluk yararına bağımsız hareketidir,”6 diyordu. Bir yandan işçi sınıfının bugün de enternasyonal anlamda mevcut olan nicel kapasitesine vurgu yaparken diğer yandan da proletarya hareketinin çoğunluğun çıkarına, politik ve ideolojik anlamda bağımsız hareket edebilecek tek özne olduğunu hatırlatıyorlardı. 

Buna ek olarak proletaryanın siyasete etki gücü üretim araçları ve metaların küresel dolaşımına dair kritik konumuna, hayatı sekteye uğratma potansiyeline yaslanıyor. Bu da güç siyasetinin, onu mevcut siyaset tarzlarından ayıran coğrafi bir niteliği olduğu anlamına geliyor. ABD’li komünist coğrafyacı Phil Neel’in tespit ettiği üzere artık kentlerin çeperlerinden başlayıp kırsalın içlerine kadar uzanan üretim ve lojistik alanları özellikle önemli “çünkü gelecekte bu tür bölgelerde yaşanacak mücadeleler, parlamentoları ya da finans merkezlerinin önündeki parkları işgal etme eylemlerinin sahip olmadığı bir şeye, küresel tedarik zincirlerini temelden sarsma kapasitesine sahip.”7 Etkin bir güç siyasetini inşa etmek ancak devrimci potansiyelin yattığı bu coğrafyayı örgütlemekle mümkün olabilir.  

Ne var ki güç siyasetinin öncelikli oluşu, temsil arayışlarının, söylem ve gösteri siyasetinin tamamen anlamsız ya da işlevsiz olduğu anlamına da gelmiyor. Fakat bugün baskın olan bu siyasi pratiklerin ancak ve ancak siyasete etki edecek nesnel bir gücün mevcut olduğu koşullarda ve onunla bağlantılı oldukları zaman bir işlev kazanabilecekleri açık. Burada asıl iş, Selçuk Kozağaçlı’nın da dediği gibi, “oligarşinin müzakereye kapattığı alanı; işçi sınıfının varlığını ve gücünü, yoksul halkların arzu ve ihtiyacını, mülkiyeti, sözleşmeyi, üretim biçimini “müzakereye” zorla sokmaktır.”8 Bu zor ortaya konmadığı sürece siyasi müzakere içinde işçi sınıfı da, yer yer onunla örtüşen bir anlamda kullanılan halk da yanıltıcı boş gösterenler olarak kalmaya mahkum. Güç siyasetinin inşası her şeyden önce bu yanılgıyı kıracak, işçi sınıfını etkin bir özne haline getirecek yolun arayışıdır.


  1. E. M. Wood, Sınıftan kaçış, Yordam Kitap, 2011, s.36 ↩︎
  2. E. M. Wood, Sınıftan kaçış, Yordam Kitap, 2011, s.36 ↩︎
  3. V. I. Lenin, On the Question of the Trade Unions and their Organization ↩︎
  4. E. M. Wood, Sınıftan kaçış, Yordam Kitap, 2011, s.193 ↩︎
  5. V. I. Lenin, Once Again On The Trade Unions, The Current Situation and the Mistakes of Trotsky and Buhkarin ↩︎
  6. K. Marx & F. Engels, Komünist Manifesto, Çev: Nail Satılgan, Yordam Kitap, s. 55 ↩︎
  7. P. A. Neel, Hinterland – America’s New Landscape of Class and Conflict, Reaktion Books, s.173-4 ↩︎
  8. S. Kozağaçlı, Kaybolmaya yüz tutan geleneksel bir zanaat: Anayasalcılık ↩︎

Son Eklenenler