Pazartesi, Aralık 2, 2024

Küresel fabrika, küresel isyan – Phil Neel

Komünist coğrafyacı Phil Neel ile 2021 yılında “Küresel Hinterlandın Hayaletleri” başlığıyla bir söyleşi yayımlamıştık. O söyleşi Neel’in ABD’de çok tartışılan kitabı Hinterland üzerineydi. Yazar o çalışmasında ABD ve Kanada’nın Kuzey Batı Pasifik kıyısındaki Seattle ve Vancouver gibi iki önemli merkezi liman şehrinin geri bölgesindeki kırsalda yaşayan emekçilerin durumunu ortaya seriyordu. Söyleşimiz de günümüz solunun Neel’ın çalışmasının da ortaya koyduğu yeni proleter gerçekliğe bigâne kalmasının altını çizmek amacıyla yapılmıştı. Zira ABD’ye benzer bir durum Türkiye’de de yaşanmakta. 1990’lardan itibaren neoliberal küreselleşmenin, küresel tedarik zincirlerinin buralardaki ayakları üzerinden yeniden yarattığı Anadolu coğrafyasının yeni sermaye ve proleter gerçekliğine yabancı, yetmişlerden kalma bazı tespit ve analizler bugün hâlâ geçerliymiş gibi davranan, genelde orta ve üst orta gelir gruplarının yaşadığı metropol merkezlerine sıkışmış bir sol bizim de sorunumuzdur.

Neel ile bu yeni söyleşiyi ise onun akademik çalışmalarının bir yansıması olan Çin’in neoliberal küreselleşme dünyasında değişen coğrafyasının ve bunun bağlantılı olduğu başka coğrafyaları, özellikle Afrika’yı nasıl etkilediğinden hareketle gerçekleştirdik. Bu uzun söyleşiyi iki bölümde yayınlayacağız. Geçen hafta “Güneydoğu Asya’dan Afrika’ya küresel fabrikanın peşinde” başlığıyla yayınladığımız ilk bölüm Çin Halk Cumhuriyeti imalat sanayisinin İnci Nehri Deltası’ndan Tanzanya’ya uzanan sermaye ağlarına ve bu ağların her iki coğrafyada toplumsal ve mekânsal ilişkileri ne şekilde dönüştürdüğüne odaklanıyordu.

Söyleşinin bugün yayınladığımız ikinci kısmı ise emperyalizm gibi daha siyasi konulara giriyor ve iki sene önceki söyleşinin sorunsalı olan, günümüz solunun hem bu yeni “küresel fabrika” hakikati hem de küresel isyanlar karşısındaki aciz durumunun da bir eleştirisini içeriyor. İyi okumalar.


Hinterland isimli çarpıcı çalışman esas olarak ABD’de işçi sınıfının coğrafi yayılımına ve bunun devrimci sınıf siyasetinden bağımsız biçimde ortaya çıkan son isyan dalgasıyla kesişmesine odaklanıyordu. Peki Çin ve Tanzanya’daki durum hakkında ne söyleyebilirsin? Bu ülkelerde devrimci sınıf siyasetinin potansiyeli nerede yatıyor? Erken sanayisizleşme olgusu uluslararası bir işçi sınıfı hareketinin olanaklarını nasıl şekillendiriyor ve etkiliyor?

Açıkçası bu, burada yeterince cevap verilemeyecek kadar büyük bir soru.1 Ancak faydalı olabilecek birkaç not sunacağım. Hem sahadaki sınıf mücadelesini araştırdığınızda hem de komünist teoriyi gerçek tarihsel bağlamına yerleştirdiğinizde -yani en soyut felsefi metinleri veya yorumlamaları dahi, onları tetikleyen ve yanıt ürettikleri siyasi tartışmaları anlayarak okuduğunuzda- miras alınan çok daha karmaşık ve önemli “siyasi teorinin” ne kadar bayağılaştırılmış, bozulmuş bir yankısıyla karşı karşıya olduğunu fark edersiniz. “Devrimci özne” fikri buna iyi bir örnektir. İnsanlar genellikle “devrimci sınıf siyasetinin potansiyeli” hakkındaki sorulara, bir tür devrimci bilinç geliştirmek adına ya da sadece kapitalist üretimi durdurmak için özellikle iyi konumlanmış bir tür ayrıcalıklı grup bulma çabasıyla tüm bu farklı demografik, ekonomik veya coğrafi kategorileri eleyerek cevap verirler. Komünist örgütlenmenin tarihi de genellikle bu şekilde anlatılır. Önce sanayi işçi sınıfı tarihin verili öznesi olarak devrimci hücuma öncülük eder, sonra belki köylüler, lümpenler, hatta (en komiği) öğrenciler gelir. Nihayet tüm bunlar çöktüğünde elinizde kalan tek şey muğlak bir şekilde tanımlanmış bir sis: halk, kalabalık ya da en kötüsü “sivil toplum” ve “toplumsal hareket” olur.

Bunun daha zekice bir versiyonu ise dönüp şöyle diyor: Aslında artık mücadele eden bu çeşitli grupları bir araya getirebilecek verili bir devrimci özne yok, dolayısıyla siyasi bir programla birleşmiş bir “geleneksel işçi hareketi” yerine, herhangi bir ortak vizyon etrafında tam olarak birleşemeyen farklı hareketlere sahibiz.2 Ancak size bir şeylerin yeni ve farklı olduğunu söyleyen insanlara karşı şüpheci olmalısınız. Bu anlamda ben inatçı ve saplantılı bir ortodoksum. Kapitalist toplumun işleyişinde ya da bir tür devrimci altüst oluşa hazırlanmak (ve tabii ki buna yardımcı olmak) için komünist iktidarı inşa etmeye çalışan herkesin karşılaştığı temel stratejik sorularda neredeyse hiçbir temel, yapısal değişiklik olduğuna inanmıyorum. Belki de sadece artık kapitalist sistemin “çeperinde” köylü orduları kuramayacağınız gerçeği dışında, çünkü artık kapitalist sistemin bir çeperi yok, dünyayı tamamen kuşatmış durumda. Tabii ki bunun yerine, konum ve bağlamla ilgili meseleler hâlâ var. Ama biz geçen ve ondan önceki yüzyıldaki komünistlerle aynı mücadeleyi veriyoruz.

20. yüzyıl devrimlerinin görkemli ve trajik başarısızlığı, tarihe her dönüp baktığımızda gözlerimize bu tuhaf ayna imgesinin kazınmasına neden oldu. Onyıllar süren geçim mücadeleleri, ayaklanmalar ve komünist kurumların kasvetli, yavaş inşası yoluyla komünist iktidarı inşa etmenin uzun, titiz sürecini görmek yerine -ki bunların hepsi proleterlerin ve o dönemde köylülerin sayısız fraksiyonunu içeriyordu- bu uzun sürecin (ya kitlesel imalat endüstrilerinde kök salmış bir “işçi hareketi” ya da köylülerin, öğrencilerin ve “lümpen” grupların gelişkin silahlı partilerinde belirginleşen) zirvesini devrimin tarihsel olarak verili olan ve artık var olmayan öznesi olarak görüyoruz.3 Sonra da bir tür ikame özne bulmak için çabalıyoruz ya da ellerimizi havaya kaldırıp yeni bir çağda olduğumuzu, özne olmadığını, başka bir şey bulmamız gerektiğini söylüyoruz.

Ama bunların hiçbirine güvenmiyorum. Bunu söylemenin kulağa tuhaf geldiğini biliyorum, çünkü pek çok insan Marx’ı yanlış anlıyor. Ancak Marx’ın yazılarından ve devrimci mücadele yüzyılında yer alan sonraki komünistlerin yazılarından çıkarabileceğiniz temel şey, tarihin verili bir öznesi olmadığıdır. Üretici güçlerin çalkalanması kendiliğinden çağa uygun devrimci bir özneyi harekete geçirmez. Bunun yerine, ortada bir soru olarak devrimci bir öznenin eylem içinde inşa edilebileceği pratik bir bileşim süreci olan politik öznelik (ya da daha spesifik olarak komünist filozofların “özneleştirme” dediği şey) vardır.4 (Tüm bu öznellik biçimleri doğası gereği kolektif ve doğası gereği pratiktir, bu arada sadece bireylerin zihninde soyut bir düzeyde “siyasi bilinç” inşa etmekten bahsetmiyoruz). Bu da (benzer şekilde kolektif olan) üretken öznelik sorunuyla örtüşüyor. Çünkü kapitalist toplumun temelini oluşturan küresel üretim kompleksiyle ilişkimiz zihinlerimizi temel bir düzeyde şekillendiriyor. Daha sonra siyasi potansiyelleri görme yeteneğimizi kısıtlayan, daha iyi bir dünyanın nasıl işleyebileceğine dair fikrimizi çarpıtan, hatta bir dünya tasavvur etmemizi bütünüyle engelleyen belirli bir sağduyu ideolojisi üretiyor. Ancak bununla bir çeşit mutlak veya belirlenmiş sınırı kastetmiyoruz. Ortada tarih tarafından belirlenen bir olasılıklar alanı var ve bu alan farklı çağlarda farklı siyasi kuruluş süreçlerinin başlangıç noktası haline gelir.5

Bununla birlikte sanayisizleşme, siyasi özneliğin şekillendiği bu ideolojik alan söz konusu olduğunda önemlidir. Çünkü etrafımızdaki dünyayı -yani görebildiğimiz ve özellikle de göremediğimiz temel sosyal ilişkileri- nasıl anladığımız büyük oranda bu dünyanın maddi unsurlarıyla kurduğumuz pratik ilişkimizin doğasından etkilenir. Çoğu insan için bu maddi unsurların üretilmesine ve ellerine ulaşmasına yol açan olaylar zinciri tamamen görünmezdir. Her şey, “tedarik zincirinin” karakutusu içinde oluyor, uzaklarda bir yerlerde dev bir fabrika kompleksinde gerçekleşiyor ya da makineler tarafından yapılıyordur, kim bilir? İşte bu nedenle, kapitalist üretimi ya eleştirmeden daha iyi kullanılabilecek bir tür nötr teknik aygıt olarak kabul eden ya da tüm özelliklerini tersine çevirerek toptan reddetmeye çalışan ütopik vizyonların yeniden revaçta olmasının bir nedeni olduğunu iddia ediyorum. Yani bir yanda, mevcut lojistik sistemleri ele geçirebileceğinizi ve sosyalist bir ekonomi yürütmek için mevcut kurumsal muhasebe biçimlerini kullanabileceğinizi düşünen ütopyacılar var. Diğer yanda bunun tam tersini yapan ütopyacılar var: kapitalist üretim bu kadar uzak ve karakutu gibi bir şey olduğuna göre, sosyalizm, komünizm, anarşizm ya da her neyse, toprağa geri dönmek, arkadaşlarınız ve komşularınızla birlikte küçük, çoğu açıdan kendine yetebilen bir komünde yaşamak ve en iyi ihtimalle, daha büyük ölçekli olası görevler için, kendine büyük ölçüde güvenen diğer komünlerle “konfedere” olmak gerektiğini savunuyorlar. Ancak tabii ki bunların ikisi de mantıklı değil. Birincisi farklı bir sosyal sistemin neye benzeyebileceği üzerine düşünme işinden kaçmak, ikincisi de ancak insanlığın bir tür kitlesel ölümü durumunda işe yarayacak ve o zaman bile insanları etkili bir şekilde ağır işçilik hayatına mahkum edecek olan kapitalist toplumun esaslı olmayan bir gölge imgesini çizmektir. Ancak her ikisi de, büyük ölçüde sanayisizleşmiş toplumlarda hakim, üretim gerçeklerine olan genel uzaklık nedeniyle yaygın. Dolayısıyla, siyasi bir özne oluşturma sürecinin büyük kısmını, bu ütopik tuzaklardan herhangi birine düşmeyen bir tür pratik komünizm vizyonu oluşturmak için onu üretken öznelik sorunuyla yeniden ilişkilendirme çabası oluşturuyor.

Siyasetin sol cenahında emperyalizm (ya da daha çok emperyalizmler) meselesi yeniden yükseliyor. Ukrayna’daki savaş, Ortadoğu’daki vekalet savaşları ve Afrika’daki Çin etkisi yeni bir emperyalist rekabet söyleminin başlıkları arasında. Marksist akademisyenler arasında çok farklı kategorizasyonlar olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak, emperyalizm kavramının güncel anlamı hakkında ne düşünüyorsun ve bir ülkeyi nasıl emperyalist olarak tanımlıyorsun? Sence enternasyonel komünistlerin bu güncel emperyalist sürtüşmeler sorunu karşısındaki pozisyonu ne olabilir (hatta dahası ne olmalıdır)?

Çoğu insan emperyalizmden bahsederken sanki ülkeler arasında büyük bir güç mücadelesi varmış gibi, tamamen jeopolitik terimlerle düşünüyor. Ancak komünist bakış açısı, uluslar arasındaki savaşın, daha önce tanımladığım sermayeler arasındaki aynı anda rekabetçi ve işbirlikçi olan çatışmanın görünümlerinden yalnızca biri olduğunu teslim etmelidir. Bu, çatışmanın “gerçek” olmadığı anlamına gelmez çünkü jeopolitik çatışmaların gerçek etkileri olduğu açık. Mesele, bu yüzeysel gerçekliğin daha önemli bir gerçeği gizleme eğiliminde olması. Bir ülkenin jeopolitik  rolünün “merkezde”, “yarı çeperde” ya da “çeperde” olup olmadığına odaklanmaya, böylece ne kadar “emperyalist” olduğunu belirlemeye çalışan emperyalizm teorilerinin en ayrıntılı versiyonları bile genellikle utanç verici ölçüde basittir. Bu, bir çocuğun aksiyon figürleriyle büyük dramatik savaşlar sahnelemesini; periyodik olarak hangilerinin kötü adam, hangilerinin iyi adam, hangilerinin belki de ikisinin arasında bir yerde olduğunu değerlendirmesini izlemek gibidir.

Oysa emperyalizmin komünist eleştirisi, meselenin esasen ulusal bir mesele olmadığını vurgular. Bu, meselenin bir ülkeyi emperyalist olarak tanımlama ya da tanımlamama oyunu olmadığı anlamına gelir. Soruna bu şekilde yaklaşamazsınız çünkü “ülkeler” ilişkili birimler değildir. Etrafta dolaşıp bir ülkenin ne kadar “emperyalist” olup olmadığını ölçmeye çalışanlar, farklı hayvanlara bakıp şu ya da bu canlının inek olup olmadığını ya da bir canlının görünümüne bakarak onun inekle ne kadar yakın akraba olduğunu anlamaya çalışanlara benziyor. Aslında yaptıkları şey, ineğin gövdesinden çıkarılan farklı et parçalarına, çeşitli organlara bakmak ve “bu bir inek mi?” diye sormak, sanki akıllıca bir soruymuş gibi. Daha akıllı olanlar da “Bu et parçası diğerine kıyasla ne kadar ineğe benziyor?” diye soruyor. Ama onların hepsi inek, hepsinden de kan damlıyor. Temelde uluslararası pazarın parçası olan herhangi bir ülke, doğası gereği ulus devleti aşan emperyal bir düzene katılıyor demektir. Emperyalizm, gezegen ölçeğinde değer üretiminin doğası gereği hiyerarşik, rekabetçi ve sürekli farklılaşan yapısının bir tanımıdır ya da daha spesifik olarak, bu yapının farklı siyasi ve ekonomik aktörlerce istişare edilmesi ve yönetilmesinin bir yoludur.

Başka bir deyişle, küresel değer zincirlerini yapılandıran şirketler arasındaki rekabetten yola çıkmalıyız; bu rekabet elbette hem proletaryanın bir bütün olarak sömürülmesini yoğunlaştıracak hem de sömürünün karakterini ülke içinde ve ülkeler arasında farklılaştıracak biçimde işler. Sorun şu ya da bu organın ineğin bir parçası olup olmadığı değil, o canlının bedeni içindeki işlevinin ne olduğudur. Üretimin büyük ölçekli “bölgelere ayrıştırılması” farklı tekil sermayelerin çıkarlarını birbiriyle uyumlu hale getirmeye zorladığı gibi, en azından gevşek bir biçimde işbirliği halinde çalışan tutarlı sermaye fraksiyonlarının ortaya çıkmasını da sağlar. Bölgelere ayrıştırma bu fraksiyonları çelişkili çıkarlar üstlenmeye ittiği ölçüde, yeni çatışmalar görürsünüz: siyasi gerilimler, ticaret savaşları, soğuk savaş, gerçek bir savaş, her neyse. Tekil sermayeler birbirleriyle işbirliği halinde çalışacaktır çünkü değer zincirleri içinde belirli bir konumu paylaşırlar, belirli benzer pazarlara (sermaye, işgücü ve hatta sadece para arzına) bağımlıdırlar ve genellikle kendi yerel/bölgesel/ulusal pazarlarında başka şeylerin yanı sıra maliyetleri düşük tutma çıkarını paylaşan bir sermaye ağıyla karşılıklı bağımlılık ilişkisine sahiptirler. O halde, tekil şirketlerin emperyalist girişimlerde genellikle ilk harekete geçenler olması tesadüf değildir. Klasik örnek, büyük ABD tröst şirketlerinin 19. yüzyılın sonlarında Latin Amerika pazarlarına girmesi ve ardından ABD donanmasının onları korumak için gambotlar göndermesidir. Ancak bugün aynı şeyin milyonlarca örneğini görebilirsiniz. Örneğin, Sahra’daki uranyum madenciliği şirketlerinin varlıklarını korumak için gönderilen Fransız özel kuvvetleri.

Açıkçası pek çok yan etken ve tarihsel sapmalar da var, çizdiğim tablo tüm bunlardan soyutlanıyor ama genel bir fikir de veriyor. Sermaye fraksiyonları bir araya geldikçe, bağımlı oldukları piyasaların, parasal rejimlerin ve mülkiyet sistemlerinin fiili temsilcileri olarak da hareket etmeye başlarlar. İşte bu şekilde ve bu nedenle devletleri ele geçirir ve kendi ihtiyaçlarına göre inşa ederler. Devletin inşası, her zaman kendi çıkarlarına hizmet eden elitlerin öncülüğünde gerçekleşir. Teorik açıdan, devletin her zaman sınıfsal iktidarın bir yansıması olduğunu söylüyorum. O halde, devlet ile sermaye arasındaki görünürdeki ayrıma rağmen maddi bir bağımlılık söz konusudur ve bunun için devletin etkin hizmetkarlığı sağlanır: Devletin gelirleri ve kaynakları tamamen birikimden elde edilir.6 Devlet daha sonra birikimin devam edebilmesini ve kapitalist toplumun yeniden üretilebilmesini sağlamak için tüm genel görevleri üstlenir, tekil sermayeler arasında koordinasyonun sağlanmasına ve sermayenin daha alt düzeydeki fraksiyonları arasındaki çatışmaların çözülmesine yardımcı olur, parasal kurumlar, mülkiyet hukuku sistemleri vb. oluşturarak işleyen bir piyasanın temel koşullarını korur. Genel olarak sermayeyi, aslında kısa vadede kârlı olmayacak ancak yine de üretimin belirli bir ölçekte ve teknik karmaşıklık düzeyinde gerçekleşebilmesini sağlamak için gerekli olan eğitim, altyapı, kamu sağlığı vb. temel yeniden üretim görevlerine doğru harekete geçirir. Bu anlamda tek tek devletler bütünsel anlamda sosyal sermayenin “temsilcileri” haline gelirler.

Ancak bunun çelişkili bir görev olduğunu her zaman hatırlamak zorundayız. Ulusal birlik serabının altında, devletler açıkça sermayenin farklı fraksiyonları arasındaki çatışmalarla parçalanmış durumdadır, bu fraksiyonlar kendi davalarını desteklemek için farklı proleter gruplarından yararlanabilir. Bu fraksiyonlardan bazıları kendi çıkarlarının diğerlerininkinden o kadar büyük ölçüde farklılaştığını görebilir ki darbelere öncülük edebilir, iç savaşlar başlatabilir ya da devletten çekilmeye teşebbüs edebilirler. Ulusal düzeyin de ötesinde, tek bir devletin toplumsal sermayenin bütününü temsil etmediği gerçeği de ortadadır. Bu emperyal hiyerarşinin en tepesindeki “hegemonik” devletler bile eninde sonunda kendi sınırlı çıkarlarını kapitalist toplumun çıkarlarına tercih edeceklerdir. Tabii ki inşa ettikleri uluslararası düzenler her şeyden önce kendi ulusal şirketlerinin yararına olma eğilimindedir. Bu, Britanya İmparatorluğu’nun hegemonik bir işlev gördüğü Viktorya döneminde küresel ticaretin yapısında, elbette savaş sonrası küresel üretimin Amerikan gücünün himayesi altında yeniden yapılandırılmasında da açıkça görülür. Bu, küresel sistemin içinde servet sahibi güçlere karşı tavır alabilecek ve küresel pazarda daha büyük değer paylarına sahip olmak için mücadele edebilecek madun elitlerin de her zaman var olacağı anlamına gelir. Ancak bu durum elitleri ya da devletleri “antiemperyalist” yapmaz, onları kesinlikle komünist bir hareketin müttefiki de yapmaz. Onlar emperyal bir düzen içinde itişip kakışan madun güçlerdir. Bunu antiemperyalizmle karıştırmak, yoksul yerlerdeki halk ayaklanmalarının yönünün değiştirilmesi ve nihayetinde kendileri için daha büyük bir değer payı koparmaya çalışan yerli kapitalistlerin çıkarlarına hizmet etmek için kurban edilmesi riskini yaratır.7 

Nanterre, Fransa, 30 Haziran 2023, Nahel Merzouk’un ölümünden sonraki banliyö isyanından.

İki yıl önce yaptığımız söyleşiden bu yana küresel işçi sınıfı siyasetinde ne gibi gelişmeler ya da gerilemeler gözlemledin? Sence öncelikli olarak nasıl, nerede, hangi sektörlerde ve hangi örgüt formlarında örgütlenebiliriz (ya da örgütlenmeliyiz)?

Açıkçası bu soruyu da layıkıyla yanıtlayabilmek zor. Fakat aşağı yukarı şunu söyleyebilirim; mücadelenin temposu 2018’de -Sarı Yelekliler ve Sudan’daki devrimin yanı sıra aynı yıl ABD’de gerçekleşen büyük yasadışı grev dalgası gibi hareketlilikler vesilesiyle- yeniden hızlanmaya başlamıştı. 2021’de yaptığımız söyleşi ise Hong Kong’daki ayaklanma ve ABD’deki George Floyd isyanı gibi gerçekten muazzam iki olayın ardından geldi. Her ikisi de büyük ölçüde depolitize edilmiş, sanayisizleştirilmiş bölgelerde meydana gelen, en az bir nesil boyunca görülmemiş ölçeklerde olaylardı. Bu olaylar bizi gerçekten statükodan uzaklaştırdı ve proleter öfkenin bu kitlesel, dağınık ve genellikle oldukça nihilist ifadeleri karşısında sol örgütlerin çoğunun ne kadar ilgisiz ve aciz olduğunu bir kez daha ortaya serdi. Ancak bu aynı zamanda paha biçilmez bir deneyimdi çünkü sanırım pek çok kişi için ilk kez bir ayaklanmanın gerçek ölçeğinin ne olabileceğine dair bir pencere açıldı; bunlar çok ama çok hızlı değişebilen son derece karmaşık olaylar, olup biten her şeye ayak uydurmak da imkansız. Bir okyanus dalgasına kapılmış durumdasınız, tabii ki buradaki asıl mesele dalgaya kapılıp sonunda o karanlık baskı girdabının içine düşmek yerine bilinçli bir şekilde nasıl hareket edeceğiniz. Mesela Hong Kong’da insanlar liberal, hatta aşırı sağcı siyasi akımların bu eylemlerde açık ara en etkili grup olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldılar, bu da komünistler için daha genel, nihilist yükselişin ortasında gerçek, pratik bir siyasi mücadele ortaya çıkardı.

2019 ve 2020’deki bu olaylardan sonra, en önemlisi muhtemelen 2022’deki Sri Lanka olmak üzere, yine de büyük protestolar meydana geld; ancak genel eğilimin baskıcılığın açıkça hüküm sürdüğü yeni bir kış dönemine doğru kaydığını söyleyebilirim. Yerel ölçekte, elbette isyan, kundaklama, ayaklanma ve başkaldırılar için davalar açılıyor. Hong Kong bariz bir örnek, ancak Çin’in kendine has otoriter bir devlet olduğunu düşünen tüm liberaller, aslında aynı taktiklerin (örneğin kefalet için toplanan paraların hedef alınması, genel terör suçlamaları) ve aşağı yukarı aynı suçlamaların neden şimdi Atlanta’da kullanıldığını açıklamak zorunda kalacaklar – üstelik polis Manuel “Tortuguita” Terán’a yaptığı gibi sizi soğukkanlılıkla infaz etmeyi de seçebilir. Tesadüfi olmayan bir şekilde, Atlanta’daki en son suçlamalar – bunlar bir tür muğlak tanımlanmış suç girişiminin varlığını kanıtlamak için kullanılan RICO suçlamaları – iddia edilen “komplonun” başlangıcını George Floyd’un polis tarafından öldürüldüğü tarih olarak listeliyor. Aynı zamanda büyük bir unutturma, gerçekte ne olduğunu örtbas etme ve ne olduğunu gerçekten kabul etmeme girişimi var. Tam bu noktada arkadaşım İdris Robinson’un sözlerinin bir kehanet niteliğinde olduğunu düşünüyorum: “Gerçekten de ülke çapında militan bir ayaklanma meydana geldi. İsyan karşıtlarının ilerici kanadı bu olayın inkâr edilmesini ve dile getirilmemesini istiyor.” Yaşananlar için bundan daha iyi bir tanımlama olamaz.

Aynı zamanda, bu ilerici güçler korkunç baskıya maruz kalanlara herhangi bir destek sunmadan, öldürülen, yaralanan ve hapsedilenlerin isimlerini bile anmadan, ayaklanmadan açıkça büyük fayda sağladılar, sağlamaya da devam ediyorlar. Burada sadece her şirketin markasına BLM etiketi yapıştırmasından ya da eşit temsil ve sosyal adalete ilişkin muğlak temalar gibi şeylerin genel olarak kültürel olarak benimsenmesinden bahsetmiyorum. Bundan fazlası var. Demokrat Parti’nin yeniden yapılanması, yarım yamalak da olsa, ancak ayaklanmanın sonunda bu güçlerin bu ilerici temalardan bazılarını programlarına dahil etmeleri gerektiğine ikna olmasıyla mümkün oldu. Biden kampanyasında ve ardından gelen ara seçimlerde olan tam olarak buydu. Çok sayıda insan bizi çevreleyen dünyanın kasvetinin farkına varmıştı. Her şey yolundaymış gibi davranan eski merkezci denklem artık işe yaramıyordu, elbette Trump bunu oldukça kararlı bir şekilde kanıtladı.

Nihayetinde sürpriz olmamalı, büyük ayaklanmalardan sonra hep böyle olur. Ayaklanma ne kadar büyük olursa, bu inkar ve toparlanma süreci için o kadar fazla çaba harcamak gerekir. Bu körlük sadece liberaller tarafından teşvik edilen bir şey de değil. “Solda” kimsenin yaşananların gerçekliğini tam olarak özümsediğini düşünmüyorum. Bu konuda konuşulduğunda, genellikle diğer, daha sınırlı mücadele biçimleriyle aynı şekilde bahsediliyor ve tekrar tekrar insanların sözde “örgütlenme eksikliğinden” yakındıklarını duyuyorsunuz. Henüz hiç kimse, yaşananların bir özetini sunmaya çalışan ya da olayları aşırı derecede düzgün demografik kategorilere ayıran, büyük ölçüde gazeteciliğe dayalı bu solcu anlatılardan başka bir şey sunmadı. Hatta bunlar bile çok sınırlı kaldı, ayaklanmanın farklı yerlerde gerçekleşmesine yol açan çeşitliliği gerçekten yakalayamadan bir veya iki şehre odaklandı. Ancak, aynı sıklıkla, daha fazla ırksal eşitlik talebinin genel olarak tanınması dışında, ayaklanma temelde görmezden geliniyor.8 Tekrar etmek gerekirse, geleneksel solcu çerçeveler çağımızdaki isyanların karmaşık, nihilist ve aşırı karakterini kavramakta, hatta anlamakta gerçekten güçlük çekiyor.

Sınıf çatışmasının daha geniş, küresel ölçekteki durumuna dönecek olursak, darbeler ve gerici savaşlar genellikle bu mücadele dönemlerini noktalayarak, mücadele koşullarının geri çekilmekten başka bir şey yapmanın zorlaşacağı kadar kararlı bir şekilde genel eğilimin sağa kaydığı noktaları işaret eder. Geriye dönüp baktığınızda, örneğin Kazakistan’daki ayaklanmanın bastırılmasında Ukrayna’da olacakların ipuçlarını görmekten kendinizi alamazsınız. Benzer şekilde Myanmar’da darbe karşıtı protestolar kısa sürede yerini hem şovenist liberalleri direnişin figürleri olarak yükselten (Rohingyaların kanı ellerinde kurumadı bile) hem de dağlık bölgelerdeki silahlı grupların etnik ayrılıkçılığa yönelik eski kışkırtmalarını yeniden alevlendiren bir iç savaşa bıraktı. Hachalu Hundessa’nın öldürülmesinin ardından 2020’de oldukça önemli ayaklanmalara sahne olan Etiyopya’da da benzer bir şey oldu ve protestocular açıkça ABD’deki George Floyd isyanıyla paralellikler kurdu. Ancak bu huzursuzluk, Tigray Savaşı’nın patlak vermesinden sonra popüler anlatıdan bir şekilde silindi. Bu arada, başka yerlerde olduğu gibi Çin anakarasında da, bağımsız emek örgütlenmesine, feminist gruplara ve (çoğunlukla öğrencilerden oluşan) Marksist çevrelere on yıl kadar süren baskıların acımasız sonucu olarak 2022’nin sonlarında protestolar ortaya çıktığında, içlerindeki tek tutarlı siyasi seslin Şangay gibi yerlerden gelen liberal seçkinlerin sesleri olduğunu gördük.9 Bu insanlar, işsiz kaldıkları ve yiyecekleri tükendiği için ülkenin dört bir yanındaki köylerde polis kordonlarını yarıp geçen göçmen işçileri ya da iPhone’un üretildiği Zhengzhou Foxconn fabrikasında meydana gelen büyük işçi ayaklanmasını hiç umursamadılar. Sadece beyaz kağıtlarını kaldırıp demokrasiden bahsettiler, tabii ki Batı medyası da bunu haber yaptı.10

Son olarak, ayrıcalıklı sektörler veya örgütlenme biçimleri hakkındaki soruya gelince, bu sihirli bir iksir istemek gibi bir şey. Tekrar ediyorum: tarihin verili bir öznesi, öncülük edecek ayrıcalıklı ya da sihirli bir demografik grup ve devrimci kapasiteler inşa etmenin “kesin bir hilesi” yok. Bu uzun, yavaş ve duraksamalı bir oluşum süreci. Siyasi öznelik bu mücadeleler aracılığıyla inşa ediliyor ve türlü başarısızlıklar, gerilemeler ve geri çekilmeler, o noktaya kadar inşa edilen her şeyi yıkıyormuş gibi göründüğü için mutsuz hissettirebilir. Aslında öyle değil, çünkü hâlâ öğreniyoruz ve tarih her şeye rağmen altımızda yükselmeye devam ediyor. Bir yerde baskı çok şiddetli hale geldiğinde bile, başka bir yerde bir şeyler kıvılcımlanmaya devam ediyor, bu yeni olaylar yeni deneyimler ortaya çıkarıyor. Belki bu olayları kısıtlı ve bölünmüş tutan sınırlar tam olarak aşılmamıştır, ancak en azından bazı girişimleri, işlerin nasıl gidebileceğine dair bazı ipuçlarını görmeye başlayabilirsiniz. Fransa’nın yine bunun için iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum, Emeklilik reformlarına karşı protestolar (hem 2019-2020 grevinde hem de 2023 başındaki protestolarda), büyük sendikalar ve diğer sol kurumlar gerçekten yeterli bir şey formüle edememiş olsalar bile, sarı yeleklilerle ve banliyölerdeki gençlerin devam eden protestolarıyla olanları bir şekilde açıklamak zorunda kaldı. Ardından, bir sonraki banliyö ayaklanmaları döngüsü (2023 yazında, Nahel Merzouk’un polis tarafından öldürülmesinden sonra) bu başarısızlığı tekrar aydınlattı. Çünkü ilerici toparlanma girişimlerinin hiçbiri temel çatışmaları gerçekten çözmüş gibi görünmüyor. Bu sınıf mücadeleleri devam edecek ve çok çeşitli biçimler alacak.

Sonuç olarak insanlar ne zaman tam olarak hangi sektörlere müdahale etmemiz ya da tam olarak hangi örgütlenme biçimlerini benimsememiz gerektiğine dair bir soru sorsa, cevap her zaman başka bir soru oluyor: Buradaki “biz” kimiz? Gerçekte kimden bahsediyoruz, onlar neredeler ve herhangi bir şey yapabilmek için hangi gerçek güce sahipler? Bunun cevabı genellikle hayal kırıklığı yaratıyor, çünkü gerçekte bu soruları soran “biz” genellikle zamanı, parası ve çoğu zaman pratikte bir şey yapma kapasitesi olmayan bir avuç insandan ibaret. Evet, bu biraz hayal kırıklığı yaratan bir cevap. Öyleyse daha umutlu bir ifadeyle bitirelim. En azından bazı taktiksel seçenekler üzerinde düşünüyormuş gibi yapalım. Çok az kaynağa sahip olduğunuz bir durumla karşı karşıyaysanız, seçim siyaseti ve sivil toplum himayesinde çok dikkatli bir şekilde bir “sosyalist hareket” ya da benzeri bir şey inşa etme stratejisi aslında pek işe yaramıyor. Getirisi çok düşük oluyor ve elit yapılar nihayet periyodik “ilerici” atışımlarından birini yapmaya karar verdiğinde tüm çabalarınız çok kolay bir şekilde elinizden alınabiliyor. Bunun yerine, hem çok bilimsel olmalısınız -önyargıları terk etmek, geniş kapsamlı deneylere bağlı kalmak ve neyin işe yarayıp neyin yaramadığı konusunda dürüst olmak anlamında- hem de kesinlikle biraz pervasız olmalısınız, kumar oynamalısınız. Elbette bu çok tehlikeli, çünkü hem potansiyel baskı riskini hem de bu baskının ağırlığını artırıyor (Atlanta’daki olaylar yine bunun bir örneği). Ama aynı zamanda bu küçük ölçekli örgütlenme çabalarını daha büyük bir şeye dönüştürme şansı olan tek tavır.

Dolayısıyla en temel önkoşul, statükoyu aşan büyük kitlesel siyaset olaylarına kesinlikle dahil olmanız gerektiğidir. Kendinizi komünist olarak (ya da sosyalist, anarşist veya her ne başka isimle) tanımlıyorsanız, şehrinizde büyük bir isyan ya da grev olduğunda evde oturup hiçbir şey yapmadan durup sonrasında da internette bu konuda “akıllıca” yorumlar paylaşamazsınız.11 Açıkçası, bu tür şeyler söz konusu olduğunda hepimizin belirli güvenlik, yetenek ve sorumluluk (çocuklarımıza, ailelerimize, arkadaşlarımıza vb.) sınırları olacaktır. Gidip illa ki kendinizi tutuklatacak bir şey yapmanız gerektiğini söylemiyorum. Sadece eğer yapabiliyorsanız ortaya çıkmanız, yapamıyorsanız da destekleyici davranmanız, olan bitene açık olmanız ve sürecin zaman zaman dağınık ve çirkin olacağını anlamanız gerektiğini söylüyorum. Mesele sadece fiziksel olarak orada bulunup olayı gözlemlemek ya da Instagram hesabınızda hashtag paylaşmak biçiminde “desteklemek” değil. Olan biteni makulleştirmeye çalışmak yerine, her şeyi daha baştan tehdit edici hale getiren kontrol edilemez ve aşırı unsurları da maddi olarak desteklemektir. Yani insanlar polis karakollarını yakıp çarşıları yağmalarken ortaya çıkıp belediye binası önünde bir gösteri yürüyüşü düzenlemeye çalışamazsınız. Çünkü her ne kadar harekete siyasi farkındalık konusunda ileriye doğru bir adım attırmaya çalıştığınızı düşünseniz de, aslında onun önünde duruyor ve daha önemlisi, onu pratik anlamda geriye itiyorsunuzdur. Bu da aslında onu siyasi olarak da geriye ittiğiniz anlamına gelir. Benzer şekilde, (açılmış bir dava gibi) sizi ya da sevdiklerinizi meşru bir tehlikeye sokacak gerçek bir riskiniz ya da (eve, çocuklarınızın yanına dönmeniz gerekmesi gibi) fiili sorumluluklarınız yoksa, yürüyüşte taşkınlık çıktığında ya da eylem “kontrolden çıktığında” orayı terk eden kişi olmaktan utanmalısınız. Aktif katılım ve destek, faaliyetinizin daha geniş bir etkiye sahip olmasını sağlayan temel sadakati gösterir. Siyasetin ilk ayrım çizgisi her zaman cesaret ile korkaklık arasındaki çizgidir.

Bunun tam olarak neye benzeyeceği, nerede olduğunuza ve önceki ayaklanmalardan neyi miras aldığınıza bağlı olarak büyük ölçüde değişir. Benzer faktörler, hangi “sektörlerin” en aktif veya en değişken olmaya eğilimli olduğunu da belirleyecektir. Ancak önümüzdeki birkaç on yıl boyunca olasılıklar alanını yapılandıracak bazı çok geniş eğilimleri tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. Yeterince bahsedilmediğini ya da genellikle çok açık bir şekilde tartışılmadığını düşündüğüm üç eğilimden bahsedeceğim:

Birincisi, “aşırı hava olayları” ve diğer çevresel felaketler giderek daha yaygın hale gelecek, komünistlerin bu olaylarla ilgili örgütlenmeye kesinlikle dahil olmaları gerekiyor -bu, afete hazırlık kursları düzenlemek, afet yardımı sağlamak, binaları güçlendirmek için hizmetler sunmak, yiyecek dağıtmak için karşılıklı yardım ağlarını kullanmak, bu olaylardan veya bunların ardından gelen çatışmalardan kaçan göçmenlere ve mültecilere yardım etmek vb. anlamına gelebilir. Bu, tabii ki ne tür kaynaklara sahip olduğunuza bağlı. Sık sık devrimlerin ve iç savaşların tarihsel akışına baktığınızda, insanların aslında farklı siyasi pozisyonlara kolayca geçmediklerini ya da bir fraksiyonu diğerine karşı desteklemeye ikna olmalarının nedeninin bu fraksiyonların argümanları ya da ideolojik programları olmadığını görürsünüz. Bunun yerine, destek yetkinliği takip eder. İnsanlar, insanlara ilk etapta ilham veren temel siyasi projeye bir miktar sadık kalırken, yetkin bir şekilde hizmet, koruma ve bir nebze istikrar sağlayabilecek gibi görünen güçle aynı hizaya gelme eğiliminde olacaktır. Askeri teori genellikle buna “rekabetçi kontrol”12 alanı olarak atıfta bulunur. Komünist düşünce içinde bu, daha geniş bir kavram olan “ikili güç” inşasının sadece bir bileşenidir. Ekolojik çöküş ne yazık ki siyasi mücadelenin bu özelliğini daha da merkezi hale getirecek. İnsanları sel bölgelerinden tahliye ederek, göçmenlerin hayatlarını kurtararak, acil gıda ve su tedarikini koordine ederek ve insanların bu olaylara önceden hazırlanmasına yardımcı olarak halkın desteğini kazanabilirsiniz ve bu faaliyetlerin çoğu aynı zamanda potansiyel siyasi eğitim ve ajitasyon alanları sunar.

İkincisi, toplu sözleşme görüşmelerine ve hükümet politikalarını etkilemeye odaklanan geleneksel sendikal örgütlenme açıkça muhafazakâr olsa da (hatta sendikacılığın tek başına her zaman milliyetçi ve hatta temelde ırkçı bir dürtüye sahip olduğunu söyleyebiliriz, bu ABD emek tarihinde çok açık bir şekilde görülebilir) ve herhangi bir türden bir “emek hareketini” yeniden inşa etme vaadini -gençler arasında sendikalaşmaya yönelik yoğun ilgiye rağmen- yerine getirmemiş olsa da, geçim odaklı işyeri mücadelelerine girmek zorunda kalmadan veya temel işçi örgütlenmesi sorununu ele almadan komünist gücü inşa edebileceğinizi hayal etmek saflık olur. Bu yüzden asıl zorluk, sendikal alanda -özellikle lojistikte ve gıda hizmetleri, sağlık ve eğitim gibi sosyal-üretken sektörlerde- faaliyet gösterebilecek komünist kurumların nasıl inşa edileceği ve işçiler için başarılı kazanımlar elde etmek amacıyla sözleşmeler üzerinde “müzakerelerin” dar kapsamını aşan mücadele taktiklerinin nasıl yeniden icat edileceği olacaktır (bu da mevcut iş hukuku kapsamında yasadışı olan şeyler yapmak anlamına geliyor). Üstelik tüm bunları, farkında olmadan iktidar partileriyle uyumlu, doğası gereği milliyetçi ve dar ekonomist bir sendika liderliğinin yardımcıları haline gelmeden yapmak gerek. Bununla bağlantılı bir görev de özellikle komünist biliminsanları, mühendisler, teknisyenler ve ileri üretim endüstrilerindeki çeşitli diğer işçilerden oluşan gruplar oluşturmak. Bu bilgi alanlarında üslere sahip olmak, daha önce bahsettiğim üretken özneliğin sınırlarını aşmak için elzem.13

Üçüncü ve son olarak, Robert Brenner’in “mülk-fiyatı Keynesçiliği” olarak tanımladığı, genel durgunluk dönemlerinde daha güvenilir kâr kaynaklarının yokluğunda arsa gibi belirli varlıkların fiyatlarının spekülatif balonları şişirmek için kullanıldığı daha geniş bir rejim içinde gayrimenkulün özel rolü, konutla ilgili soruların değişken sosyal çatışma alanları olmaya devam edeceği anlamına gelir. Bunlar arasında kira maliyetleri, artan evsizlik, gençlerin konut piyasalarına girememesi, emlak geliştiricilerinin şehir yönetimindeki etkisi, tabii ki soylulaştırma ve artık tüm kent dünyasında metastaz yapmış olan bu cansız, ruhsuz yapılaşmış çevrelerin inşası ile ilgili bir dizi soru yer almaktadır. Daha zengin ülkelerde, bu aynı zamanda proletarya içinde de önemli bir ayrım çizgisi oluşturuyor, çünkü kentsel bir alanda ev satın almaya gücü yetenler (çok fazla araziniz ya da bir malikaneniz yoksa kırsal alan gerçekten aynı şey değil) onları kiracılardan ayıran bir dizi farklı maddi çıkara sahipler. Sonuçta, hem bir kredi kaynağı hem de kuşaklar boyu sürecek bir zenginliğin temeli olarak harekete geçirilebilecek bir mülke sahipler. Ayrıca bu mülkü kullanarak başka ev alabilir, ipoteklerini ödeyebilir ve maaş gelirlerine ek olarak bir miktar kar elde edebilirler. Ev sahipleri ve kiracılar arasındaki bu son ayrım, kentsel politika, vergilendirme, kira sözleşmeleri, tahliyeler, kira artışları vb. ile ilgili her türlü temel yasal konuda önemli bir çatışma kaynağı. Bu bağlamda, ev sahiplerinin mülklerini nasıl başarılı bir şekilde kamulaştıracaklarının cevabını bulanların büyük bir halk desteği göreceğini söyleyebilirim.

Bu aynı zamanda seçim dönemlerinde önemli bir vaat bilmecesi haline gelecek. Bu yüzden bazı hükümetlerin -spekülasyona sıkı düzenlemeler getirmek, mülk sahibi tarafından kullanılan konutları sübvanse etmek, hatta maliyetleri düşürmek için yeni toplu konut türleri sağlamak gibi- “sosyalist” görünen çözümleri tercih etmesine şaşırmamamız gerektiğini düşünüyorum. Feci bir çöküşten kaçınmak istiyorlarsa, emlak fiyatlarını düşürmek birçok yerde basit bir gereklilik olacaktır. Bu durumda komünistler için hedef, arazi ve binaların daha genel bir meta olmaktan çıkarılmasını harekete geçiren ya da en azından buna işaret eden, istikrarlı konut sağlama yöntemlerini tasarlamak ve denemek olur. Son olarak da şunu belirtmek iyi olabilir: herhangi bir komünist proje, yakın ufku olarak metasızlaştırmayı önüne koymak -yani “komünist ölçütlerle” ilerlemek- zorunda kalacaktır çünkü bu, komünist bir toplumun temel önkoşuludur.


Söyleşinin ilk kısmı için: “Güneydoğu Asya’dan Afrika’ya küresel fabrikanın peşinde”

Söyleşi: Mustafa Görkem Doğan & Emre Yeksan
Çeviri: Cüneyt Bender & Enes Köse & Emre Yeksan


  1. Çin ve Tanzanya ile ilgili daha somut kısımlar için birkaç başka İngilizce kaynağa başvuracağım çünkü burada yeterli ayrıntıya girmek için gerçekten bir yol yok. Çin için, uluslararası komünist kolektif Chuang’ın çalışmalarına (https://www.chuangcn.org) ve şu kitaba bakmanızı şiddetle tavsiye ederim: Hao Ren, Eli Friedman ve Li Zhongjin (der.), China on Strike: Narratives of Worker Resistance, Haymarket 2016. Tanzanya için, ülkedeki siyasi mücadelelerin temel tarihi Issa Shivji tarafından çok iyi bir şekilde ortaya konuyor. Ancak, Sahra Altı Afrika’daki mevcut mücadelelerin daha genel koşulları ve beklentileri için ise Ernest Wamba dia Wamba, Elleni Centime Zeleke ve Michael Neocosmos’un çalışmalarını tavsiye ederim. ↩︎
  2. Komünist bir  kolektif olan Endnotes, “kompozisyon sorunu” olarak adlandırdıkları bu temel bilmeceye iyi bir genel bakış sunuyor. Bununla alakalı iki yazı var: “The Holding Pattern” Endnotes 3, Eylül 2013 ve “Onward Barbarians!“, 2021 ↩︎
  3. Endnotes da bu süreci iyi bir şekilde anlatır: “A History of Separation“, Endnotes 4, Ekim 2015 ve muhtemelen en iyi açıklama Mike Davis’in kitabında yer alıyor: Old Gods, New Enigmas: Marx’s Lost Theory, Verso, 2018. ↩︎
  4. Filozof Alain Badiou’nun buradaki düşüncelerim üzerinde büyük bir etkisi var. ↩︎
  5. Guido Starosta ve Arjantin’deki Centro para la Investigación como Crítica Práctica’ya bağlı diğerlerinin çalışmaları, buradaki düşüncelerim üzerinde büyük bir etkiye sahip. ↩︎
  6. Daha soyut düzeyde bir komünist devlet teorisi için Simon Clarke ve Werner Bonefeld’in çalışmalarını okumanızı tavsiye ederim. Ayrıca Leo Panitch ve Sam Gindin’in ABD üzerine yaptıkları çalışma da oldukça iyi bir tarihsel açıklama sunuyor: The Making of Global Capitalism: The Political Economy of American Empire, Verso, 2012. ↩︎
  7. Bu arada, bu tür jeopolitik duruşlar aşırı sağcı siyasi hareketler için her zaman ortak bir tema olmuştur. Hatta en kötüsü, aşırı sağcılar devletin kontrolünü ele geçirdikten sonra daha küçük güçlere karşı kendi emperyal girişimlerini meşrulaştırmak için büyük güçlere karşı antiemperyalizm dilini kullanırlar. Enrico Corradini gibi İtalyan milliyetçileri 20. yüzyılın başlarında sınıf mücadelesini uluslararası bir çatışma olarak yeniden şekillendirmek için “proleter uluslar” terimini ortaya atmış, bu terim daha sonra Mussolini gibi önde gelen Faşistler ve Almanya’da Nazi Partisi içindeki Strasserciler tarafından benimsenmiştir. Japonya’da 1920’lerin sonunda Takahashi Kamekichi, Japon emperyal projesine Marksist bir dille paketlenmiş antiemperyalist bir gerekçe kazandıran bu “küçük emperyalizm” teorisinde aynı temel argümanın daha da karmaşık bir versiyonunu formüle etmiştir. ↩︎
  8. Yakın zamanda İngilizce konuşan Marksist çevrelerde Biden yönetiminin bu harcama programlarıyla ilgili büyük bir git-gel yaşandı; elbette bu programların uzun zamandır “neoliberalizm” terimleri içinde imkansız olduğu düşünülüyordu (bu kavramın her zaman biraz kaba ve düz olmasının bir başka nedeni de bu). İlgili herkes sanayi politikasının yeniden ortaya çıkışına odaklanıyor ve bunun yeni bir “siyasi kapitalizm” rejimi oluşturup oluşturmadığını tartışıyordu (Robert Brenner ve Dylan Riley tarafından tartışmanın açılış makalesinde savunulduğu gibi). Bu düşünürlerin hepsi, yavaş büyüme bağlamında neden böyle bir şey görebileceğinize dair büyük makroekonomik yapısal açıklamalar getirdiler ve bunun geçmişte olanlardan gerçekten farklı olup olmadığı konusunda farklı pozisyonlar aldılar. Ancak temelde hiç kimse tüm bunların on binlerce insanın ülkedeki neredeyse tüm büyük şehirleri yağmaladığı ve yaktığı büyük bir ayaklanmanın ardından meydana gelmesinin garip bir tesadüf olduğundan bahsetmedi. Açıkçası büyük yapısal açıklamalar önemlidir. Ancak kitlesel siyasi öznelik ve onu oluşturan eylemler de, her ne kadar biçimsiz, nihilist ya da sol için nahoş olsa da önemlidir. ↩︎
  9. Uluslararası komünist kolektif Chuang’ın blogunda bu uzun soluklu baskının birinci elden anlatıldığı güzel bir yazı dizisi var. Yakın zamanda, uzun süredir emek örgütçülüğü yapan bir kişinin 2010’larda yeraltı işçi örgütlenmesine yönelik baskıları anlattığı bir makaleye ev sahipliği yaptılar: Wen, “The End of an Era: Labor Activism in early 21st century China”, Chuang Blog, 24 April 2023 ↩︎
  10. Chuang yine bir dizi iyi genel bakış sunuyor. İlk olarak, yurtdışında yaşayan Çinli bir işçi hakları aktivisti tarafından kaleme alınan ve yazının bazı iddialarına şüpheyle yaklaşan iyi bir önsöz içeren bir makalenin çevirisi yer alıyor: Zuoye, “Three Autumn Revolts: Breaking the Ice on China’s ‘Anti-Lockdown Movement’”, Chuang Blog, 20 January 2023; ikincisi ise Şanghay’daki protestolara ilk elden tanıklık eden biriyle yapılan ve protestoların elit karakterini gerçek anlamda yansıtan uzun bir röportaj:Chuang, “Beyond the White Paper: An Interview on the Social Elite in Shanghai’s Protests of November 2022”, Chuang Blog, 08 April 2023 ↩︎
  11. Tabii ki “sosyal hareket” türündeki oluşumların düzenlediği bilindik solcu geçit törenlerini ve hiçbir yere varmayan gösteri yürüyüşlerini es geçebilirsiniz. ↩︎
  12. Bu konunun bir özetini burada görebilirsiniz: Daniel Fisher and Christopher Mercardo, “‘Competitive Control’: How to Evaluate the Threats Posed by ‘Ungoverned Spaces’”, Small Wars Journal, 17 September 2014. ↩︎
  13. Arkadaşım Nick Chavez bu konuda kapsamlı yazılar kaleme aldı. Örnek bir yazı için bkz:“The Present and Future of Engineers”, The Brooklyn Rail, October 2021 ↩︎

Son Eklenenler