Geçmişi tarihsel olarak kurmak “onu gerçekten olmuş olduğu gibi” tanımak değil, tehlike ânında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir. Tarihsel maddeciliğin meselesi, tehlike ânında tarihsel öznenin karşısında beklenmedik bir şekilde beliriveren geçmiş imgesini alıkoymaktır. Geleneğin hem kendi varlığı, hem de onu devralanlar tehlikededir. Her ikisi de aynı tehdit altındadır: Hâkim sınıfın aleti durumuna düşmek. Geleneği, onu hükmü altına almak üzere olan konformizmin elinden çekip almak, her dönemde yeni baştan girişilmesi gereken bir çabadır. Mesih sadece kurtarıcı olarak değil, aynı zamanda Deccal’e boyun eğdirmek üzere gelir. Düşman kazanacak olursa, ölüler bile payını alacak bundan. Ancak bu endişeyi içinde duyan tarihçi, geçmişteki umut kıvılcımlarını alevlendirme yetisine sahiptir. Ve düşman kazanmaya devam ediyor hâlâ[1].
Walter Benjamin
Gezi Parkı Direnişinde sermaye çok uzun zamandır kentlinin hayatında yeri olmayan bir yapının yeniden inşasını gündeme getirmişti ve bunun üzerine kamusal alanlarının, yeşil alanlarının gasp edilmesinden bıkmış olan halk neredeyse tüm ülkeye yayılan bir isyanın ateşini yakmış olmuştu. Topçu Kışlasının tarihi değeri bizlerin nefes alabildiği bir kamusal alandan daha değerli değildi. Üstelik burada bir alışveriş merkezi yapılacaktı ve halk kapitalist kentleşmeden kalan yegane yeşil alanlardan birisi olan parkı savunmuş ve kazanmıştı. Tarihi eser kavramının rant için kullanılışı Gezi Parkı örneğinde çok açık görülmüştü ama bu görüş netliğine her zaman sahip olamıyoruz maalesef.
Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada kültür mirası ya da genel olarak restorasyon ve müzecilik gibi faaliyetlerin politik eleştiri üzerine büyük bir literatür var ancak bu konularda politik bir netlik yakalamak zor oluyor. Gündelik kullanımda Yel değirmeni olarak bilinen Kadıköy, Rasimpaşa Mahallesi’nde 2010’larda yükselen restorasyon sektörü oldukça etkili olmuştu. İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olduğu bir zamandı bu ve sermayenin gözü eski eserlerin ve bunların yoğunlaştığı mahallelerin üzerindeydi. Sulukule ve Tarlabaşı dönüşüm projelerinin de gündemde olduğu zamanlar da bir proje olarak gerçekleşmediği için gündem olmasa da Yeldeğirmeni’ndeki metruk ya da yıpranmış yapıların çoğu restore edilmişti.
Bu sürecin arka planında yenilenen tüm yapıların proje ve inşaat sürecinin hemen öncesinde el değiştirdiğini görmüştük. Restorasyon çok pahalı bir süreç olduğu için bunu bir emekli maaşı ile geçinen insanların karşılaması mümkün değildi. Bu binaların çoğu içerisinde yaşayan insanlara ailesinden kalmıştı, bu mahalleler sakinlerinin uzun zamandır yaşadığı yerlerdi ama insanlar akan çatılarını dahi kurul süreçleri ve tarihi eser onarımı masraflarını aşıp karşılayamıyordu. Evlerini o zamanın piyasasına göre düşük kalan 150 bin- 200 bin gibi rakamlara satmışlardı ve bu binaların restorasyon sonrası değerleri milyonları aşıyordu. Genel kullanımda soylulaştırma ya da mutenalaştırma gibi kavramlarla ifade edilen bu süreç yoksulların yerlerinden edilmesi süreciydi.
Bir başka örnekte, Diyarbakır Sur örneğinde, savaştan kısa bir süre sonra gündemin baskın söylemi özgün doku, tarihi doku, orijinal taş gibi kavramlar olmuştu. Devletin Kürtlerin politik örgütlenmesine yönelik senelerdir sürdürdüğü kuşatma ve dağıtma temelli kent politikaları, savaşın yıkımı ve bunun sağladığı kolaylıkla gerçekleşen işgal ve yerinden etme gün geçtikçe tali bir gündeme dönüşmüştü. Orada yaşanan savaşın ağırlığı dünyanın en iyi restorasyonu yapılsa dahi kabul edilemeyecek düzeydeydi ve Sur’da orijinal taşların kullanılması mümkün bile değildi. Nasıl ki deprem enkazı aslında binlerce insanın yakınlarının ve taşların birbirine karıştığı bir “yığın” ise Sur’dan kalan taşlar de benzer nitelikteydi. Bu taşlar da hesapsız, sorgusuz bir yerlere götürülüp gömüldü. O zaman bunu mümkün kılan bir kararname yoktu çünkü Diyarnakır’da böyle şeyler yapmak için kararname çıkartmaya dahi gerek yoktu. O zaman o taşları özgün tarihi doku diyerek el almanın sonucunda kepçelerin içinde sevdiklerimizle birlikte savaşın ya da depremin yıkığı binaları alıp bilmediğimiz yerlere gömmesi fiilen bir uygulama olmuş oldu. Kararnamesi sonradan geldi, şimdi bu basitçe taş olmayan taşların bizden kaçırılması “yasal.”
Kendine özgü hareketiyle restorasyon ekonomisi mekanları uygulayıcılarından ayırma eğilimindedir. Bir özneler uyumsuzluğu nesnelerin rehabilitasyonuna eşlik eder. Bu hareket, kötü niyetten çok, kendini, nesnelerin tedavisini öznelerin düşüncesinden soyutlayarak kurmuş olan bir çarkın (teknik ve bilimsel) mantığından ileri gelir. Bu özel durumda teknik yönetimlerin binalarda bu kadar çok ve sakinlerle bu kadar az ilgilenmeleri ya da örneğin bir parkın zarar görmesine karşı bir mücadele vermeyi gerektiren bir durgunluk döneminde, zamana direnme yetisine sahip nesnelere, yaşlı insanlara vermedikleri bir değer vermeleri şaşırtıcı değildir. Seçerler ve yönetirler bu nedenle donanmışlardır – bu bir nesneler üretimi ya da onarımı tarafından açığa vurulur[2].
Michel De Certeau
Tüm bu örnekleri çoğaltmak mümkün çünkü yaklaşık iki yüz yıldır insan kendi tarihinin kalıntıları ile ne yapacağına dair bir derde sahip. Bize kalan ise tüm bu tarihsel sürecinden ve politik muhtevasından soyutlanmış bir “korumacılık” anlayışı. Bunun dışında yaklaşımlar mevcut olsa da maalesef sektörün baskın söylemi olamıyor. Çünkü yukarıdaki alıntıda söylendiği gibi bu bir ekonomi ve en temel işlevi binayı insanın barınması için var olan bir şey olmaktan çıkarmak. Ve nesnenin var oluş sebebinden bağımsızlaştıkça yine De Certeau’nun vurguladığı teknik bir alana sıkışmak kaçınılmaz olur. Ve evet, “kötü niyetten çok” tarihsel akışında böyle gelmiş ve politik söylemde hegemonyasını oluşturmuştur. Bu noktada belki de en benimsediğimiz kavramları dahi önümüze alıp bir daha bakmak, Benjamin’in uyarısındaki “hakim sınıfın aleti” olma çizgisinden yeniden değerlendirmek ve tarihin öznesi olan insanı denkleme güçlü biçimde yeniden koymak gereklidir.
Murat Kurum Antakya’da yaptığı toplantıda bu şehri neredeyse tarihiyle ele almıştır. Depremden önce dahi var olmayan Roma köprülerini dahi ayağa dikeceklerini müjdeler. İktidarın deprem coğrafyasına dair yaptıkları tüm toplantılar takip edildiğinde her birine başka bir stratejileri olduğunu görmek mümkündür ve bu strateji sermayenin yolunu açacak olandır. Dolayısıyla Türkoğlu’nda lojistik, Antep’te tekstil atölyesi, Maraş’da OSB ne ise Antakya’da Roma köprüsü budur. Depremin yıkımı bizler için üzerine konuşup siyaset yapması ne kadar yakıcı bir şeyse sermaye için o kadar kolay ve bir o kadar iştah kabartan bir şeydir. Ama onlar bu hızla yıkılan hayatlarımızın enkazından ihaleler çıkartmaktan geri durmazken bizim bu hayatlara nasıl sahip çıkacağımızı düşmanın tüm silahlarını bütün çıplaklığıyla gören bir yerden düşünmemiz gerekir.
Yok olan bir şehri nasıl konuşabiliriz?
Bir şehrin tamamen yok olması insanın duymakla idrak edemediği bir şeymiş. Bunu çok sonradan Antakya’ya gidip de içinden geçince anladım. O yıkım da benim içimden geçti gitti ve evet, bir şehir tamamen yok olabilirmiş. Peki, bu kadar sert bir hakikati nasıl ele almak gerekir? Binlerce yıllık geçmişi olan tüm şehirler gibi Antakya’nın bir tarihi dokusu var pek tabi. Ama bir şehrin yok olması, bunun sebepleri, orada karşımızda duran koskoca enkaz ve bunun içerdiği tüm acıyı, hak kayıplarını nasıl politikleştiririz? Hafıza çalışmaları ile mi? Bu ne kadar politik bir kavram ve araçtır? Daha hala enkaz altından sesler gelirken müze önerisi yapılmıştı ve depremzedeler için müze önerisi ile hayat mücadeleleri ile alay eder gibi okunan sela arasında çok bir fark yoktu. Belki de Antakya’nın hakkını vermenin tek yolu oradaki yıkımı her şeyiyle, olağanca ağırlığıyla, yaşananın büyüklüğüne saygı ile konuşmak olacaktır. Evet, bu ağır bir yük… Bu yüzden bir entelektüel faaliyet değil, bir tarihsel sorumluluk olarak görmekle başlamak gerekir belki de.
De Certeau’nun uyarısına kulak verip nesnelere insanlardan öte bir değer vermeden, önce ölen ve geride kalan herkesin hakkını vererek konuşmak gerekir Antakya’yı ve tüm deprem bölgesini. Murat Kurum Roma köprülerini ve bunların getireceği turist sayısını hesaplayabilir, onun işi odur. Ama bizim başka işlerimiz olmalıdır. Sur’un dönüşümü ile Hevsel’de çalışan tarım işçilerinin şehrin dört bir yanına sürülmesi ve Hevsel’in eski Hevsel olup olamayacağını konuşmak gerektiği gibi Antakya’nın tarihi öneminin de bir tuzak olmaması için gözümüz açık olmalı. Tarihi binalar en nihayetinde bir zamanlar insanların yaşamak için yaptıkları binalardır, aynen bugün bizim yaşadığımız ve başımıza yıkılan binalar gibi.
Antakya bir müze değil, suç mahallidir
Antakya’daki yıkımı insanları katleden bir suç olarak konuşmak ve bu şehirden geriye kalan şeye bir suç mahalli olarak bakmak gerekir. Yok olan şeyin önemli bir kısmı yerleşime uygunluk gözetilmeden rant uğruna imara açılan alanlardan oluşuyordu. Devletin kurumları büyük bir deprem riskinin açıkça ortada olduğu bir bölgede, Amik Ovası’nda bu şehrin bu denli büyümesine göz yummuşlardı. Şehrin sokaklarında dolaşınca “ayakta duran” yapıların bile nasıl o yana bu yana yatmış olduğunu görmek için herhangi bir şeyin uzmanı olmaya gerek yok. Zemin sıvılaşması neredeyse tüm parselleri etkilemişti. Evet, burada yapılaşma olabilirdi ama bu zemine uygun olmalıydı ve bu teknoloji pahalıydı, müteahhitler bundan kar edemezdi. Ve yetkililer bunu bilmelerine rağmen bu şehri resmi olarak yaşanabilir bir şehir yapmışlardı. Dolayısıyla burada kentin neredeyse tamamı bir tarihi koruma bölgesinden ziyade bir suç mahalli olmuştu. Antakya dışında her yerde bir nebze de olsa kalmak, geri dönmek ihtimali mümkünken bu şehirde dönülebilecek bir gıdım yer kalmamıştı. Her şehrin alameti farikası olan gece ışıklarının tamamen terk ettiği bir karanlık hakimdi Antakya’ya. Bu karanlık karşısında donup kalıyor ama politik olan bunun üstüne yürümek olacaktır.
İnsanların çoğu ilk günlerde tahliyeyi seçmek zorunda kaldı ve kenti terk etti. Bu esnada depremi başka yerlerden “takip edenlerin” şehri tarihi önemi, meşhur yemekleri üzerinden konuşmasına tepki verdi pek çok Antaktyalı depremzede. Sosyal medyada bu yıkılan şehrin onların evleri olduğunu ve yaşayacak bir yerlerinin kalmamış olmasının her şeyden önemli olduğunu hatırlatmak zorunda kaldılar. Bu esnada tamamen yıkılmış olan Nurdağı ya da tamamen yok olan yüzlerce köy, ve depreme dair pek çok şey bu kadar gündem olmadı. Yanlış anlaşılmasın, Antakya çok gündem oldu demek istemiyorum. Antakya çok konuşuldu ama aslında hiç de konuşulmadı. İlk günden beri, tam da sermayenin, Murat Kurum’un işine gelecek yerden, bir tür vitrin gibi konuşuldu. Ve sermayenin bu vitrini görmemesi imkansızdı. 5 Nisan 2023 günü resmi gazetede Antakya merkezinin tamamı riskli alan edildi. Bir yandan depremzedelerin toprakları Hatay Valiliği’nin çıkardığı konteyner kent için el koyma kararı ile gasp edilirken bir yandan rant yasası 6306 “tarihi” merkez için devreye sokuldu.
6306 sayılı yasa Fetihtepe, Tozkoparan, Tokatköy ve tabi ki Sur örneklerinden tanıdığımız bir yasa. Devletin mülkiyet politikasının çelikten aracı olan bu yasaya karşı topyekûn bir karşı çıkış zaten mümkün olmamıştı. Oysa yürürlüğe girdiği 2012 senesinden bu yana istisnası olmadan halkı yerinden etmek ve yeni alanları ranta açmak için kullanıldı. Seneler içerisinde yapılan düzenlemeler ile tüm evrensel hukuk ilkelerini, düzen hukukunu dahi sarsacak bir yasaya dönüştü. Kentleşmenin temeli parselasyon gibi araçlarla toprağın mülkiyetinin düzenlenmesi ve yeniden üretimi için sürekli olarak yeniden düzenlenmesine dayanırken bizler çok uzun bir süredir çok daha biçimsel ve giderek apolitikleşen bir siyasete doğru düştük. Nasıl Antakya’yı bir müze, bir vitrin gibi konuştuysak, nasıl Sur’un taşlarının rengine takılıp kaldıysak kentin pek çok alanını böyle ele aldık. Haydarpaşa’nın işlevinin gündem olduğu seneler içerisinde yanı başındaki Rasimpaşa Mahallesi’nin tüm sakinleri yerinden edildi, tüm mahalle bir kafe alanına dönüştü, kiralar bugün olduğu yere geldi ve bu esnada elimiz kolumuz bağlı oturduk. Hatta Phil Neel’in merkez ve sol eleştirisine çok oturan bir yerden, bizzat bu işin öznesi dahi olduk, muhtemelen yine kötü niyetten bağımsız[3].
Tabii ki her şehrin kültürü, tarihi önemlidir ama kent çoğu zaman bir mülkiyet ilişkisidir ve sınıfsal olarak mekan mücadelesinin hizası restorasyona parası yetmediği için başını soktuğu evini, sokaklarında büyüdüğü mahalleyi üç kuruşa sermayedarlara bırakıp gidenlerin hizası olmalıdır. Maalesef kent mücadelesinin sınıfsal muhtevası yok denecek düzeyde zayıfladı. Sermaye işine gelirse depremden önceki halinden çok daha “tarihi biçimine uygun” bir Antakya inşa edebilir, dünyada yeniden inşa edilen tarihi turistik şehirlerin çokça örneği vardır. Ama Antakyalının ne kadarı bu şehrin içinde olacaktır, ya da hangi Antakyalılar burada olacaktır diye sormak gerekir. Çünkü bugün arkasından yas tutulan Antakya dokusu aslında bugün orada olamayan insanların varlığından kaynaklıdır. Binalar, sokaklar, mahalleleri oldukları şey yapan insanlardır. İnsanlar olmazsa tarihi doku bir turist vitrinine dönüşür. Satılacak yegane şeyi tarihi dokusu olan pek çok mekanın kaderi de bu olmuştur. Tarihi doku da günün sonunda şehrin “soylularına” düşer ki bu yüzden bütün restorasyon süreçlerinin yarattığı etkiye soylulaştırma denilmişti. De Certeau’Nun deyimiyle, eski püskü binaların yenilenmesi için içlerindeki “eski püskü” insanlardan kurtulmak gerekliliği istisnası olmayan bir durumdur.
Bugüne kadar pek çok merkez yaratıp yok eden kapitalist kentleşme merkezlerde sıkışan arsa rantını da korumacılık üzerinden aşmıştır. Yine De Certau’nun dediği gibi, sıkıştığı yerde kentin hortlaklarını değerlendirme ve ayağa kaldırma lüzumu hissetmiştir. Murat Kurum’un deprem bölgelerini Yükselen Anadolu derken Antakya’nın payına roma köprüleri bu yüzden düşer. Sur’u yenilerken istese oradan da bir Dicle Kent yaratmayan sermaye orada o “biçimin” ve “tarihi değerin” satış değeri olduğunu çok iyi bilir. Bizim de bu bilgiyi önümüze koyup düşünmemiz artık kaçınılmazdır. Mekana dair sınıfsal perspektifi olmayan söylemlerin her seferinde iktidarın, sermayenin kullanışlı aracı haline gelmesi bir tesadüf olamaz.
Yıkıntılarda kim ne görür
Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır[4].
Walter Benjamin
Depremin olduğu günden bu yana Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı 61 ihale yayınlamış, 33 bini aşan konutun yapımına başlamış ve bu esnada inşaat makineleri enkazları kaldırırken boşalan bu “temiz sayfada” yapılacak işler için 6306 devreye sokulmuştur. Bir şeytan icadı olan bu yasanın 6A maddesi “Üzerindeki bina yıkılarak arsa hâline gelen taşınmazlar” diye başlar. Deprem kent merkezlerini 6A maddesinin “arsa”sı haline getirmiştir. Bizim yıkımı, anılarımızı, kapitalizm yüzünden başımıza yıkılan evlerimizi, kaybettiğimiz yakınlarımızı gördüğümüz yerde sermaye yeniden inşa görür. Üstelik yıkıma karşı olabilecek direnişlerinden ve yıkım masraflarından da kurtulmuştur. İşte tarihin meleğini gözlerinin kilitlendiği yerden sürükleyen bu fırtına kapitalist kentleşmenin ta kendisidir ve ne hafıza, ne yaşam, onun gözünde hiçbir döneminde önemli olmamıştır. Korumak istediğimiz tarihi yapıları da bizzat kendisi üretmiş, işine gelmediğinde bizzat kendisi yok etmiştir ve eğer kentsel rantın yeniden üretimi için gerekirse hiç çekinmeden hepsini mezarından çıkaracaktır. Çoktan yok olmuş olan Roma köprülerini birden bire hatırlayan Murat Kurum sermaye adına çok tutarlı konuşmaktadır. Konuşmaları da kendisine ya da mevcut iktidara has söylemler değildir. Gerek 6306 sayılı kentsel dönüşüm yasası, herek restorasyon yoluyla mülksüzleştirme yüzeysel bir akp karşıtlığına kıstırılamayacak mekan ve mülkiyet politikalarıdır. OSB’ler, Roma köprüleri ve cazibe merkezleri ya da muhalefetin dillendirdiği “Samandağ’dan Mersin’e uzanacak Akdeniz’in en büyük üretim üssü” vaadi birbirinden ayrı değildir, hepsi benzer bir siyasetin unsurlarıdır.
Bu esnada on binlerce, belki yüzbinlerce depremzedenin uzun seneler boyunca yaşamak zorunda kalacakları konteyner kentlere akıtılan yatırımlar ile turistlere bilet kesmeye yarayacak roma köprüleri bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Evet, Benjamin’in dediği doğrudur, bazen mesih bizi deccale boyun eğdirmek için gelir. Önem verdiğimiz kavramları alır, bizi kendi kurduğumuz cümlelerin tuzağına dahi düşürür. Nasıl ki binlerce sene önce o köprüleri finanse edenlerle o köprülerin taşlarını dizenler karşı karşıyaysa bugün de şehirleri bir turistik merkez olsun diye çeperlere itilmek istenen insanlarla roma köprülerini satmak isteyen insanlar karşı karşıya olmalıdır. Biz içerisinde dolaşamadıktan sonra sokakların Arnavut kaldırımları ile döşenmiş olmasının anlamı kalmaz.
Kapitalizm baktığı her yerde aynı şeyi görür, bizim de baktığımız her yerde onu görüyor olmamız gerekir çünkü onun hüküm sürdüğü bir dünyada ne güzel taş evlerin restorasyonu ne başka bir şey onun dışında olabilir. Her gün kapitalizmin şantiyelerinde ölen işçiler ile kapitalizmin inşa ettiği evlerinde ölen insanlar aynı talihin ortaklarıdır. Ve evet, Benjamin’in dediği gibi, “ezilenlerin geleneği gösteriyor ki olağanüstü hal istisna değil, kuraldır” ve “bize düşen görev gerçek olağanüstü hali yaratmaktır.” Olan biten her şeye, bakması en zor acıya ve hatta en benimsediğimiz kavramlara dahi bu sarihlikle bakmak gerekir. Afet bize başka bir tür kapitalizm getirmez. Tersanede yere çakılıp ölen işçinin cansız bedenine güvenlik kemeri takacak düzeyde alçak bir düzenin bir depremde, kasırgada yapabildikleri aynıdır. Ölçeksel bir farkı başka bir kapitalizm türü gibi görmeden kavramak ve en az sermaye kadar net olmak gerekir ki hakiki bir mücadele hattı inşa edebilelim.
Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın “hâlâ” nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir. Bu şaşkınlık bizi, herhangi bir bilgiye de götürmez, tek bir bilgi hariç tabii: Kaynağındaki tarih anlayışının iler tutar tarafı olmadığı[5].
Walter Benjamin
Yaşadığı, büyüdüğü dünya yıkılmış Benjamin’in sözleri ile okuma çabamın en temel amacı bir yıkıma nasıl bakılabileceğine dair yol gösterici olacağını düşünmemdir. O, tarihin meleği gibi gözlerini dikip bakmıştır arkasında kalan enkaza. Bu düzeni tek bir felaket olarak görmek, ayağımıza atıp durduğu yıkıntıları tek ve hiç değişmeyen bir felaketin enkazı olarak ele almak ve evet, uyardığı gibi her an tarihe de bakışımızı yeniden ele almak gerekir. Tarihçi olmak için değil, devrimci bir mücadele inşa etmek için tarihe bakmak ve bir ölümden bin ölüme her yerde aynı felaketi görerek yürümek önemlidir.
Yaşamı yeniden inşa etmek için, egemenlerin eline hiç koz vermemek için belki de en emin olduğumuz şeyleri dahi yeniden sorguladığımız bir yola çıkmak gerekiyordur belki de. Roma köprüleri insanlık tarihinin bir parçası olarak değerlidir belki ancak kesin olan bir şey var ki insan kendi tarihinin bir teferruatı haline olamaz.
[1] Walter Benjamin, “Son Bakışta Aşk”, çev. Nurdan Gürbilek (İstanbul: Metis Yayıncılık, 2018)
[2] Michel de Certeau & l. Guard & P. Mayol, “Gündelik Hayatın Keşfi II,” çev: Erkan Ataçay, Çağrı Eroğlu, (Dost Kitabevi Yayınları: Ankara, 2010)
[3] https://e-komite.com/2021/kuresel-hinterlandin-hayaletleri-phil-neel-ile-soylesi/
[4] Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, çev. Ahmet Cemal, Pasajlar içinde, (İstanbul: YKY, 1995)
[5] Walter Benjamin, “Walter Benjamin’den Seçme Yazılar”, çev. Nurdan Gürbilek, (İstanbul: Metis, 2018)