Ülkemizde işçi hareketlerinin ve sendikal mücadelenin inişli çıkışlı, kazanımlar ve kayıplar arasında salınan uzun ve dalgalı bir tarihi var. Bu mücadelenin biriktirdikleri de var elbet. Ama şu anda geldiğimiz noktada vahameti izahtan vareste. Sendikal mücadelenin yürütücülüğünü üstlenmiş sosyalistlerin emekçinin talebiyle değil de seçim gündemiyle kafayı kırmış olduğu, sarı sendikaların boş bulduğu alanda hüküm sürdüğü, devletin zorla, sendikalar kanunuyla, iş kanunuyla fiilen sendikal mücadeleyi imkansız kıldığı tabloyla karşı karşıyayız.
Bu tablonun ortaya çıkmasında ekonomik, siyasi ve ideolojik sebeplerin yanı sıra iktidarın hukuk kisvesi altında her türlü işçi hareketliliğine ve sendikal mücadeleye uyguladığı zor gücünün ve mevcut tabloya ürettiği rızanın da payı var. Burjuva hukukunu konuşurken bu iki ayrım üzerinden gitmenin, açıklama yapmaya imkan sağlayan tarafı vardır.
Zor gücünün bir sopa misali kullanılmasını geçmişte bir açıdan bahsetmiştik. İktidarın “zor” gücünü görmek, “rızaya” göre tabii ki daha kolaydır. İşçilerin fiili eylemleri karşısında gözaltı, tutuklama, uzaklaştırma, ev hapsi gibi “vura vura” yapılan hamleler önümüzde duruyor. İçinde bulunduğumuz süreçte bu “vura vura” yapılan hamleler kamuoyundan yeterli tepkiyi almıyor, iktidar da rahat şekilde hareket edebilme özgüvenini kendinde buluyor.
Agrobay’da kadın işçilerin yerlerde sürüklenerek gözaltına alınması, İnşaat-İş sendikasının Başakşehir Belediyesi’nin taşeronundan haklarını alamaması üzerine belediye önünde gerçekleştirdiği eylemde yapılan gözaltından adli kontrol şartıyla salınması, bir sonraki eylemde ev hapsi verilmesi, Özak işçilerine karşı işyeri önünde bariyer kurulması, Levi’s önündeki eylemelerde gözaltı yapılması, Agrobay’da ve Aluform’da çıkan uzaklaştırma kararları ve daha nice niceleri… Saymakla bitmez.
Ceza Muhakemeleri Kanunu’na göre birer “adli kontrol tedbiri” olan bu yöntemler mevcut sistem tarafından pekâlâ bir cezalandırma sistemi olarak kullanılıyor. CMK’ya göre aslında ağır bir tedbir olan tutuklamanın koşulları oluştuğu halde hakim kararıyla daha hafif bir tedbirle takdir, istendiği durumda imza, yurtdışı yasağı, uzaklaştırma ve ev hapsi gibi tedbirler verilebilir deniyor. Buradan anladığımız, burjuva hukukunun kendi içinde çizdiği sınırları dahi tutarsızlıkla gerekçesiz aşma eğilimini göstermesidir. Bu eğilim rızayı kaybettikçe, zora ihtiyaç duydukça, güçlü bir tepki görmedikçe artıyor. Bu hususlar devletin polis, jandarma ya da daha hukuki tabirle kolluk aracılığıyla uyguladığı zor gücünü gözler önüne seriyor. Bu süreçte yaşanan işkencelerin ve kötü muamelenin haddi hesabı olmadığını da bilmek gerekiyor. Sermaye iktidarının bu zor gücünü işçilerin her hareketlenmesinde kullanmaktan vazgeçmeyeceğini biliyoruz. İktidarın zor gücüne karşı, işçinin de kendi zor gücünü kurması kaçınılmaz bir zorunluluk.
Hukukun daha sinsi ve dolambaçlı olan tarafı da, belki de bir açıdan daha tehlikeli olan, rızadır. Hukukun rıza üretmedeki işlevinin skalası anayasa, kanun, seçimler ve meclis temsiliyetine kadar genişletilebilir, ama bu yazının sınırlarında tartışmak gerekirse daha net örneklere başvurabiliriz.
Burjuva İş Hukuku’na her ne kadar “işçi lehine yorum” yorum gibi (pratikte karşılığı olmayan) kavramlar eklenmiş olsa da bu kanunların hiçbirinde işçilerin çıkarına bir düzenleme yapma amacı bulunmamaz. İş Kanunu, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu, İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu vb. kanunların kapitalist düzende esas amacı işçilerin sınıfsal gerçekliklerine göre harekete kalkışmaması, korunan hakları varmış gibi yanılsama yaratmaktır. Engels’in iş sözleşmesi tanımı nettir: “[Evlilik sözleşmesi gibi] iş sözleşmesi de taraflar arasında özgürce yapılmış sayılır. Ama bu özgürlük, taraflar arasındaki eşitliğin, yasa tarafından kağıt üzerinde kurulmasına dayanır. Sınıfsal konumlar arasındaki farkın taraflardan birine verdiği güç, bu güçlü tarafın diğeri üzerindeki baskısı -iki tarafın gerçek iktisadi durumu- bütün bunlar yasayı hiç ilgilendirmez… Gerçek yaşamın oynandığı hukuk kulislerinin ardında olup bitenler ve bu özgür onamanın ne biçimde sağlandığı, yasayı da hukukçuyu da hiç ilgilendirmez.”
Pratikte, işçinin iş mahkemeleri aracılığıyla hakkına ulaşabileceği algısı işçiyi fiili, meşru mücadele yöntemlerinden alıkoyuyor. Bu perdenin işlevsizliği ortaya çıktıkça (ya da biz görevlerimizden biri olarak ortaya çıkardıkça) işçinin fiili meşru mücadeleyi tercih etmesi daha mümkün oluyor. Oysa sosyalist hareketin bu perdenin aralanmasına uğraşmak yerine perdeyi daha da sıkıca örttüğüne tanık oluyoruz. Mücadeleden, alandan ve temelde sınıftan uzaklaşmasından anlıyoruz. Bunlar, sosyalistlerin rıza üretiminin iktidar açısından en işlevsel alanı olan “seçim” meselesine daha da gömülmesine de sebep oluyor. Sosyalizm iddiasındakilerin direniş, grev, eylem, yürüyüş gibi gerçeklerin belirleyiciliğindense seçimin belirleyiciliğine inanması iktidarın sosyalistleri de düzene razı ettiğini gösteriyor.
Emekçilerin ücret, iş ve işçi sağlığı, çalışma koşulları gibi ekonomik olduğu kadar siyasi ve ideolojik mücadelesini büyütme görevini üstlendiysek, iktidarın elindeki hukuk aygıtının “zor” ve “rıza” işlevlerine dokunmadan geçmemiz mümkün görünmüyor. Mücadeleye dair bir iddiamız varsa, zora karşı zoru kurmak gerek. Anadolu’daki fabrikalarda ve işçi havzalarında işçilerin örgütlü, kendi özgücüne dayanan hareketini yaratabilmemiz gerekiyor. Bu yolu, iktidarın zor ve rıza aygıtlarına boyun eğmeden yürümeliyiz.
Zora karşı zorla birlikte iktidarın rıza üretiminin işlevsiz kalmasını sağlamak, perdeyi aralayıp gerçeği göstermek gibi görevler de sırtımızda. Sosyalist hareketin yılgınlığı, uğradığı ideolojik tahrifat, düzen siyasetine meyletmesi birden fazla kulvarda sınanmamıza neden oluyor. Sınıf mücadelesi çizgisinde, pratik ve ideolojik açıdan ısrar etmekten başka çıkar yol görünmüyor.