Pazartesi, Aralık 2, 2024

Yerelde derinleşen ilişkilerin gölgesinde seçim döngüsüne sıkışan hayatlarımız

Giriş: Hızlı bir iç dökme

Önümüzde ülke tarihinin bir başka en önemli seçimi var. Sokağa adım attığımızda sprey boyalarla evimizin duvarında, az ileride kağıt posterlerle elektrik direklerinde, ana caddeye çıktığımızda dev plastik ve bez afişlerde, deterjan reklamlarının yerine bilboardlarda filan bıyıklı politikacıların zoraki gülümsemelerle hayatımızı değiştirme sözüne karşı oyumuzu istediği döngüdeyiz. Bu kez seçimler belediyeler için. Ülkedeki aslında pek çok kritik gelişme önemli gündem olsa da özellikle sosyal medya akışı aday tartışmalarına kilitlenmiş durumda. İliç’te yaşanan felaket olsun, Hatay’da bir seneden fazladır yaşatılan cehennem olsun, aday tartışmalarının önüne geçemiyor. Anlık reflekslerle gözler o yana dönse de hızla dikkatler yeniden dağılıyor ve sandığın büyüsü tüm gözleri kendisine çevirmeyi her seferinde yeniden başarıyor.

En açık ifadeyle “yok olan” bir şehre sahip çıkmaya çabalayan Hatay halkının yıkılan yapıları için verdiği hukuk mücadelesinden bitmeyen elektrik-su sorununa kadar sayısız gündemi var. Tüm bu gündemler, sıradan vatandaşların sesini duyurabileceği tek mecra olan sosyal medyada da dile getiriliyor. Ancak ülkeyi kurtarma iddiasındaki muhalefetin, en geniş anlamıyla, ilgisini aylardır süren adaylık çekişmeleri daha çok çekiyor. Bu şehir zaten genel seçimde de kendisini somut olarak temsil etmesi imkansız olduğu öngörüldüğü halde siyasi tutsak vekilinin sesini duyurma amacına seferber edilmişti. Belki genel kabul gören ama oldukça sorunlu “bedel ödeme” söylemine anlaşılır nedenlerle karşı çıkmakta tereddüt ettiğimiz için çok fazla soramadık ama bu mücadele için gerçekten en doğru yer yaralarını sarmaya çalışan Hatay mıydı? Her şeyin çok uzun zamandır seçimlerin fonu olmasına alıştığımız için belki, bu soruyu akıl etmek ayıp bile karşılanabilir. Yine de soru orada duruyor, dillendirmiş olalım.

Bırakın öfkeli yurttaşlarını, yıkıntıları yağmalandıktan sonra yok olan sokaklarıyla Hatay kimsenin karşısına almaya cesaret edemeyeceği bir siyasi özne olarak belirmişken, onu perdeleyen sandık ve meclis anlatıları etrafında kurulan “bu sefer olacak” mitiyle pasifize edildi. Geçen yılki seçimlerden önce ortaya çıkan “utangaç görünme kaygısının” bile terk edildiği bu yeni küstahlık evresinde Hatay’ın karşısına Lütfü Savaş’ın yeniden adaylığı çıkarıldı.

Partiler üzerinden kutuplaşan siyasetin örttüğü çıplak gerçekler

Bugün sıradan seçmenin oy verme davranışlarında gözlenebilecek en kitlesel kutuplaşmanın, oyların çok az geçişkenlik gösterdiği AKP ve CHP arasında dindar-seküler ayrımı üzerinden oluştuğu söylense de, konu politikacılara geldiğinde bu kutuplaşmanın o kadar keskin olmadığını görmek hiç de şaşırtıcı değil. AKP’li olarak başladığı siyasi kariyerini CHP’de sürdüren Lütfü Savaş için bu üzerinde durmaya ihtiyaç duymadığı bir ayrıntı. En baskın ideolojisini milliyetçilik olarak tanımlayan Savaş’ın, barış süreci devam ederken AKP’den Antakya belediye başkanı seçildiğini hatırlarsak, kurumsal siyaset mecrasında ilkeler, biz sıradan ölümlüler için olandan farklı anlamlara sahip. Buna tekrar döneceğiz.

Tartışmayı bu seviyede sürdürmek yerine “yerelden” ne anladığımızı netleştirmek daha önemli olabilir. Bir “idari yönetim düzeyi” olarak yerelden söz etmekle, “siyasal iktisadın bir ölçek mefhumu” olarak yerelden söz etmek arasında önemli bir fark var. Bu ikisi dünyanın hemen her yerinde birbiriyle uyumlanacak şekilde tasarlanır ve aralarında bir kriz baş gösterdiğinde siyasal iktisat, idari yönetim mimarisine balans ayarı vererek onu yeniden yapılandırır.

Tanzimat’tan bu yana, yerleşim birimlerinin sınırlarının neye göre çizileceği, bu yerleşimlerin nasıl kademelendirileceği ve her bir kademenin nasıl yönetileceği konusunda pek çok reform gündeme geldi. Bu uzun akışı yerel demokrasi tarihi olarak okuma eğiliminin yaygınlığı umut kırıcı. Zira hem Batı’da hem de Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de, “yerelleşme” anlatısı görünüşte yereli güçlendiriyor gibi takdim edilse de, esasında gücü iktidardaki otoritenin elinde merkezileştirme hedefine hizmet etmiştir. İlk bakışta çelişkili gibi görünen bu durum katılım mekanizmalarına tutulacak bir mercekle kolaylıkla “tutarlılık” şeklinde okunabilir. Belediye “müşteri hizmetleri”ni aramak, ya da belediye başkanı münasip görürse önceden belirlenmiş seçenekleri oylayarak otobüs rengine karar vermek gibi örnekler dışında şehirli bir yurttaş olarak yerelde hangi katılım mekanizmalarına dahil edildiğimizi sorgulamaya ihtiyacımız var.

Şirketleşen belediyeler

Yerelin güçlenmesi ve sermaye birikiminde daha önemli bir odağa dönüşmesinin, iddia edildiği gibi demokratikleşme getirmeyeceği öteden beri ifade edilirken yerel olanı demokratik olanla eşleme alışkanlığını, özellikle 1980’ler sonrası neoliberal (yeni sağ) politikaların küresel çapta hakim olmasıyla ilişkili düşünmek gerekiyor. Yerelde “hizmet” sunusunun etkinleştirilmesi gerekçesiyle ortaya çıkan belediye şirketlerinin (iştirakler), tüm dünyadaki eğilimlere uygun olarak 1980 darbesi sonrası ortaya çıkan bir olgu olduğunu bu noktada hatırlatalım. Sermayesinin tamamının devlete ait olduğu Kamu İktisadi Teşekküllerini (KİT) peş peşe özelleştiren bir ekonomik tahayyülün, belediyelerde şirketleşmenin önünü olabildiğine açması epey öğretici bir deneyimdir. Kamunun sunmayla yükümlü olduğu “hizmetleri” şirketler aracılığıyla organize etmesi, “yurttaş” yerine “müşteri” olarak muamele görülmeye başlamamızın da miladı.

Temelde, genel bütçe vergi gelirlerinden çeşitli yollarla (yasal pay ve yardım) alınan paylarla oluşan belediye bütçeleri, kâr amacı güden belediye şirketlerinin faaliyetleriyle sağladığı ilave kaynaklarla da destekleniyor. 2022 itibarıyla 1.391 belediye ve yaklaşık 4.000 belediye şirketinin kullandığı kamu kaynağının, Türkiye bütçe gelirlerinin çok daha üzerinde olduğu görülüyor. Örneğin, Türkiye’nin en büyük belediyesi olan İBB ve şirketlerinin 2021’de yarattığı toplam kamu kaynağı, çoğu bakanlığın bütçesinden fazla. Şirketleşme olgusu sadece belediye şirketlerinin varlığıyla değil aynı zamanda belediye üst yönetimine özel sektörden transfer edilen üst düzey yöneticiler aracılığıyla da kritik dönüşümler geçiriyor. Genel Sekreterlik gibi kritik makamlarda eski TÜPRAŞ CEO’sunu ya da eski Ziraat Bankası genel müdürünü gördüğümüzde belediyelerin kamusal hüviyetinin kapitalist uyumlanmaya ne kadar açıldığını da görüyoruz. Neredeyse tüm kritik belediye makamları ile iştirak ve şirketlerde bu türden görevlendirme tercihleri artık bir norm haline geldi.

Ülkenin her sathında ve her düzey belediyesinde görevli başkanlar, gerektiğinde yasaların arkasında dolanmak gibi stratejilere de başvurarak merkezi iktidar, ulusal/uluslararası sermaye ve kızına/oğluna iş arayan, ilave kat çıkmak isteyen daha küçük yerel çıkar gruplarının taleplerini karşılamaya ve bu aktörlerle müzakere etmeye çalışırlar. Bu müzakerelere geniş anlamda halkın dahil edildiği görülmüş şey değildir. Kısmi idari ve mali otonomisiyle vesayet denetimini aşmak için etkili birer araç olarak görülen belediye şirketleri önemli bir denetim ve şeffaflık sorununu da doğal olarak bünyesinde barındırıyor. Belediyelerin güncel faaliyet raporlarında belediye şirketleri ile ilgili bilgilerin eksik ve yetersiz olduğu bu konuyla ilgili olan herkesin üzerinde uzlaştığı bir husustur. Ancak konu enformel ekonomi olduğunda belediye şirketlerinin opaklığından daha büyük bir sorunumuz var. 2000 sonrası Türkiye’sinde yerel siyaset büyük ölçüde imar hareketleri ve sıfırdan yaratılan imar hakları üzerinden sağlanan servet transferleriyle şekilleniyor. 2018 yılının Şubat ayında İBB meclisinde yapılan bir konuşmada, Kadir Topbaş’ın görevde olduğu 2014- 2018 arasında İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 11 bine yakın karar aldığı ve bu kararların 6.048’inin (%55) imarla ilgili olduğu dile getirilmişti. Yerelde üretilen rantın tamamı elbette belediyeler eliyle gerçekleştirilmiyor. Merkezi yönetimin işlettiği istisnai yetkilerle TOKİ eliyle İstanbul’da 18 yılda 85 milyar dolarlık bir rant ekonomisi yarattığı tahmin ediliyor. Seçimlerden sonra gündemi daha çok meşgul edeceğini sandığımız kentsel dönüşüm tartışmalarını bu bağlamda yeniden düşünebiliriz.

Belediye gövdesi şirketleşirken tanıtım ve reklam gibi müstakil bir halkla ilişkiler bütçesi sorunu da gündeme geliyor haliyle. Hatay Büyükşehir Belediyesi’nin ağustos ayında video ve haber hazırlatılması için 1 milyon 330 bin TL’lik ihaleye çıktığı öğrenildiğinde küçük çaplı bir infiale neden olmuştu. Oysa bu harcama kalemi gündelik belediye faaliyetleri arasında oldukça sıradanlaşmış durumda ve enformel olarak, ihalelerle finanse edilenden çok daha büyük bir hacimde. Bu da bizi Türkiye’de siyasetin finansmanı sorununa götürüyor. Başlı başına bir çalışma alanı olarak keşfedilmeyi bekleyen bu sorun alanı genelde partilerin kamudan aldıkları hazine yardımları ile siyasetçilerin kişisel servetleri üzerinden okunuyor. Burada ihmal edilen, sermayenin kudretinin nerelere varabileceği.. AKP’nin ilk ortaya çıktığı andan itibaren seçim kampanyalarını nasıl finanse ettiği konusu hep tartışılmıştı.Bugün benzer tartışmaların CHP belediyeleri için de dile getirilmeye başlandığını görüyoruz. Gerçekten de yaşadığınız yer CHP’nin kazandığı bir büyükşehir belediyesiyse, ana yollarda AKP dönemini aratan -insan ölçeğinin çok üstünde bir afiş bombardımanına maruz kaldığınızı göreceksiniz. Simge belediye başkanlarının, arkasına aldığı rüzgarın taşıdığı potansiyele şimdiden yatırım yapmak isteyen ve merkezi iktidarla da ters düşmemek için arka kapıdan belediyelerle ilişki içine girmek isteyen “dost işadamları”nın Kreşler, Halk Süt ve Burslar gibi prestij projelerini “bağış”larıyla finanse ettiğini duymak pek de ilginç değil mesela. 

Tersten bakacak olursak bu tür bağışlar esasında sermaye için kârlı bir yatırım aracı. AKP döneminde yapılan belediye ihalelerinin yüzde 70’inin iktidarla “bağlantılı” ve “ilişkili” firmalara gittiğini öğrenmek bu anlamda çarpıcı. Belediyenin tahvil ihracı, şeffaf olmayan protokollerle imzalanan hibe anlaşmaları, çeşitli uluslararası krediler, yürüttüğü ikili protokoller… gibi şirket refleksleriyle hareket etmede selefinin izini takip etmede tereddüt etmediğini gösteriyor. Esasında bunlar yönetimlerin mevcut paradigma içinde kaçınabilecekleri ilişkilenme biçimleri değil maalesef. ABD’de de politikacıların seçildikten hemen sonra bir sonraki seçim için bağış toplama arayışına girmesinin kamusal görevlerinin niteliği üzerindeki etkisi, uzun yıllardır tartışılan bir konu. 

Bir işveren olarak belediye

2017’de taşeron işçilerin kadroya alınması hakkındaki 696 sayılı KHK ile bu şekilde işçi çalıştıran bütün belediyeler “personel şirketi” kurmak zorunda kalmıştı. Sayısı tam bilinmese de, bugün Türkiye genelinde belediyelere bağlı en az 4.000 belediye şirketi ve iştirakinden söz ediliyor. Bu açıdan üzerine konuşulmayı hak eden bir başka önemli konu da belediyelerin ürettiği emek rejimleri. uzun zamandan beridir kamu sektörünün en önemli açmazlarından biri olarak karşımıza çıkan STK’laşma olgusu emeğin güvencesizliği ile ilgili kaygıları arttırıyor. Yasayla kaldırılmış olsa da belediye şirketlerinin işçi alımında taşeronluk sistemini devam ettirecek şekilde örgütlendiği konusunda Sayıştay raporlarına da yansıyan eleştiriler söz konusu.

Şirket personeli olmak belediye çalışanları açısından iki temel güçlüğü gündeme getiriyor. İlki, farklı iştirakler ve farklı iş kolları üzerinden işe alınan ama aynı ofiste çalışan ve aynı çalışma koşullarına maruz kalan personelin örgütlenmesini imkansız hale getiren bir rejim dayatması. İkincisi ise, ihtilaf halinde, çalıştığı yerin tüzel kişiliğe sahip bir özel şirket mi, yoksa bir kamu kuruluşu mu olduğuna karar verme yetkisinin işveren tarafından kendi işine gelecek şekilde yorumlanabilmesi. Bunu 2022 yılında, kriminal içişleri bakanının hedef göstermesiyle işten çıkarılan İBB çalışanları örneğinde gördük. İşten çıkarırken şirket gibi davranıp, geri alınma taleplerini ise kamusal niteliği nedeniyle reddeden bir tavırla karşılaşılmıştı.

Yine ilçe belediyelerinde haklarını alamadıkları için grev yapan işçilerin direnişi, büyükşehir belediyesinin kendi personelini görevlendirmesiyle kırılmaya çalışılabiliyor ve işçiler fiili grev kırıcılığa zorlanabiliyor. Çalışma ortamı içinde atomize olan işçilerin idari yetki alanlarında bir şekilde örgütlenmeyi başardıklarında bile hakları için direnmelerini imkansız hale getiren bu iş rejimi kuşkusuz ki birkaç on yıldır sistematik olarak geri alınan hakların yanında idarelerin tercihlerin de bir ürünü.

 İstisna rejimi ve selektif olağanüstülük

Tam bu noktada, Erdoğan’ın yerel yönetimlerin etkinliğini düşünüyorsak merkezi yönetimle uyumlu olmalarını sağlamalıyız şeklinde formüle ettiği tehdidi ne yapacağız? Mart 2019 seçimlerinden bugüne; 3’ü büyükşehir olmak üzere Kürt Siyasi Hareketi’nin seçim kazandığı 8 ilin tamamına, 45 ilçenin 33’üne ve 12 beldenin 7’sine İçişleri Bakanlığı kararıyla kayyım atandı. Seçilen 807’si HDP’li, toplam 1.139 meclis üyesinin üyeliği feshedildi ve HDP’li 84 belediye eşbaşkanı farklı tarihlerde gözaltına alındı. Oy kullanmış 4 milyon 356 bin seçmenin iradesinin kolayca yok sayılabildiği bir olağanüstü rejimin, ihtiyaç duyduğunda herhangi bir belediye yönetimine kendi memurunu atama gücünü devreye sokmaması, belki de o belediyelerde işlerin kendi istediğinden çok da başka yürümüyor olmasındandır. Rejimi, AKP’yi vitrinde tutan güçlü bir sermaye-siyaset ittifakı olduğunu her fırsatta birbirimize hatırlatmamız gerekiyor.

Siyanürle altın aranan ve 9 işçinin hâlâ liç yığını altından çıkarılmadığı İliç’te MHP’den belediye başkan adayı olarak gösterilen Mehmet Elçi ile CHP’den aday gösterilen Mehmet Taş’ın her ikisinin de eski AKP ilçe başkanları olduğunu belirtmek, Lütfü Savaş bahsinde açtığımız parantezi kapatmak için çarpıcı bir başka örnek olsun. Ulusal siyasetteki kutuplaşma, ölçeği küçültüp yerele indiğimizde flulaşmaya, bir yerden sonra kaybolmaya başlıyor. Bu nedenle yerel seçimleri partiler üzerinden okuma alışkanlığından vazgeçmemiz gerekiyor.

Milletvekilleri neden belediye başkanı olmak ister?

“Kaderimizin bağlı olduğu, belki de sonuncusu, ülke tarihinin bu en önemli seçimi” ilan edilen 2023 genel seçimlerinde meclise gönderdiğimiz 26 vekil, bu yıl belediye başkan adayı olarak karşımıza çıktı. 2019’daki yerel seçimlerde bu sayı 19’du ve aday olan vekillerden 5’i belediye başkanı olduktan sonra vekillikleri düştü. 2014 yerel seçimlerinde ise belediye başkanlığına aday olan 26 vekilin 10’u seçilmiş ve TBMM’yi terk etmişti. Bu gelenek, Refah Partisi Ankara milletvekiliyken 1994’te Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Melih Gökçek’le başlamıştı. Belediye başkanlığı uğruna halihazırda sahip olunan milletvekilliğinden vazgeçme davranışı bu kadar yaygınken tersine bir örneğe asla rastlamıyoruz. Yaygın siyaset teorilerinde, “ulusal siyasette yer almak isteyen politikacıların yereli bir sıçrama tahtası olarak kullanma eğilimi” şeklinde ifade edilen olgunun her durumda geçerli olmadığını gösteren bu çarpıcı istisnanın yeterince üzerinde durulmamış olması ilginç. Tersine, Türkiye örneğinde vekilliği, belediye başkanlığı için bir sıçrama tahtası olarak gören karşı bakış giderek kökleşiyor. Bunu, 2017 başkanlık referandumu sonrası meclisin işlevsizleştirilmesine bağlayan görüşlerin haklılığı bağlamında tartışmayı reddetmemiz gerektiğini düşündüğümüzü de not edelim. Belediye başkanlığını milletvekilliğinden daha değerli kılanın ne olduğu başlı başına önemli bir soru ve birazdan buna daha detaylı değineceğiz ancak ondan önce iki noktanın altını çizmek gerekiyor.

Birincisi, ulusal ve yerel düzey arasında bu kadar kolay gezinilebilmesi, “sınırlı sayıda siyasetçi elitin” varlığına işaret ediyor. Bu bir avuç aşırı güçlü aktör, sermayenin güdümündeki merkezi parti organlarına sıkışan ve bağımsız çıkışları bastıran Türkiye’deki kurumsal siyasetin dışlayıcı mekanizmalarının bir ürünü. Bu nedenle geçen yıl Erzincan milletvekili olarak seçilen Şişli’nin şaibeli eski belediye başkanı Sarıgül’ün adı, aynı anda Erzincan, Ordu ve Hatay belediye başkanlıkları için geçebildi. Sahip olduğu geniş ilişki ağı sayesinde, belirleyici etki alanına sahip yerel odakları rıza üretmek üzere tek bir işaretiyle harekete geçirebilen bu güç üzerine daha fazla düşünmekte yarar var.

İkincisi, seçimler öncesinde milletvekilliği için oy isteyen siyasetçinin seçmenle kurduğu sözleşmeye sadık kalmadığı ve kendisine verilen vekalete ihanet ettiği, çok ciddi bir etik ihlal söz konusu. Temsili demokrasinin dünya çapında içinde olduğu kriz ortadayken, onun sınırlı imkanlarıyla bazı coğrafyalarda güç bela elde edilen temsilin bu şekilde kolaylıkla gözden çıkarılabiliyor olması düşündürücü. Durum buyken meclisi işlevsizleştirenin yalnızca AKP iktidarının şedit uygulamaları olmadığını, bunun pasifleştirici karşı girişimlerle de beslendiğini kabul etmemiz gerekiyor.

Son bir iç dökme ve kapanış

6 Şubat 2024 günü depremi yaşayan illerde depremzedeler yok olan hayatlarını anmak, kayıplarını onurlandırmak için bir araya geldiler. Daha bir adım atmadan sessiz bir yas ve anma salık verilmişti. Fırsat bu fırsat ya, yerel seçim yarışının da bu şehirlerde hemen sahne alması gerekti. CHP heyeti Lütfü Savaş’ın adaylığı ve hiç utanmadan halkın yasına, anmasına kendini göstermek adına ortak olmaya çalışması sebepleriyle tepki aldı ve Lütfü Savaş alandan kovuldu. O esnada Erdoğan “Merkezi yönetim ile yerel yönetim el ele vermezse o şehre bir şey gelmez, Hatay’a geldi mi?” diyerek mesajını enkazların başında mum yakan insanlara iletti. Tepkiler üzerine Lütfü Savaş’ın adaylığı 16 gün askıda kaldı ve sonunda Özgür Özel “Bütün ilçe belediye başkan adayları, ilçe başkanları, il başkanı, Hatay’la ilgili gece 02.30’da milletvekilimizin fikrini aldık” diyerek durumu kesinleştirdi. 

Belediye kurumunun aslında ne olduğu sorusu bu tabloda en sevimsiz haliyle teşhir oldu. Hatay’ın yakıcı gerçekliğinin dahi nüfuz edemediği bir ilişki bütünün bir parçasıydı ve yasımıza bile saygısı yoktu sunduğu pastayı kimin yiyeceğine dair telaşın.  Yerel idari sınırlara dair bir yetkisi olması ne kadar yerel yapıyor belediyeyi sorusunu sormak bu noktada kaçınılmaz oldu. Erdoğan merkez ve yerelin aynı olması üzerinden halkı tehdit ederken CHP genel merkezi de Hatay yereline halkın katil dediği birisini inatla dayatabildi. Halkın bu adaylığa öfkesinin sebepleri bir bir sosyal medyada teşhir oldu ama arkasında bir güç olmadıkça teşhir de önümüzde aktı gitti. Evet, Lütfü Savaş bir mühendisin imzasını kullanarak 24 sahte ruhsat verilmesinde rol almıştı. Evet, 24 binanın tamamı yıkılmıştı. Bu ve benzeri pek çok suçu yanına kalmıştı. Ama CHP örgütü doğru aday olduğunu düşündü ve deprem olduğu andan itibaren Hatay halkının korkularından birisi olan “demografik değişiklik” sopasını salladı. İstanbul’da bu sopa kentsel dönüşüm oldu, şehrin her yerine “Yaparsa Murat Kurum yapar” yazıldı. O esnada Erdoğan’ın yerel ve merkez birliği tehditi insanların zihninde ölüm korkusu ile bağlanıyordu. Sandık İliç’te ölen madencinin babasının haykırdığı “bu kadar sahipsiz bir halk olamaz” isyanını içine hapsediyordu senelerdir. Sanki içinde cin olan bir şişeydi de sesini çıkaranı çarpacaktı içinden çıkan. Herkes kendi “kitlesine” anlattı bu hikayelerin ve korkulardan ibaret bir siyaset hepimizi esir aldı. Ne olmasını istediğimizi tahayyül etmemiz çoktandır yasaklandı bizlere, tek bir hakkımız var, içinde süründüğümüz cehennemden daha kötüsünü isteyip istemediğimizi seçmek.

Siyasetçiler kendi adımını atıp da yanılırsa “ben demiştim” diyecek bir ebeveyn edasıyla sardı dört bir yanımızı. Genel seçim oldu ülkenin yönetimi söz konusu denildi, yerel seçim oldu, yaşadığımız şehrin kaderi çöktü üstümüze. Böyle böyle irademizin üzerinden geçtiler altı yedi ayda bir. Ve zihnimizi öyle bir biçimlendirdi ki bu siyaset tarzı, hiç tanımadığımız insanlar öldüğünde aklımıza ilk gelen şey “o da oy vermeseydi” demek oldu. Artık “ben demiştim” diye sallanan parmak hepimizi oynatıyor.

Bir genele, bir yerele oy verme döngüsüne dönmüş bu siyaset ortamında hep bir temsilin umuduyla kapısına gidip gidip eli boş döndüğümüz bu kavramlar bizler için nereye tekabül eder? Ne tür bir kabusa uyanacağımızı seçmek dışında bir seçeneğimiz olmadığına bizi inandırmak isteyenlerin uydurdukları tüm yereller, merkezler, katılımlar, temsiller, demokrasiler neyin kılıfıdır? İşte o gerçeklik bizim kendimizi “sahipsiz hissettiğimiz anlarda belirir. Çocuğumuza bakamayıp canımıza kıydığımız anda bu hayatta irademizin nasıl dibe çekildiği kaçınılmaz bir hakikat olarak suratımıza çarpar. Madencinin babası evladının öldüğünü dahi kabul edememişken ondan vazgeçildiğinde aslında o bedenin hiçbir zaman kendisinin gördüğü insan olarak görülmemiş olduğu ortaya çıkar. Binlerce insanı katleden binaların arkasındaki en önemli figürlerden birisi “asrın felaketi” denilen bir acının ardından hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam edebildiğinde temsilin elimizden çoktan alınmış olduğu ve hatta elimizde hiçbir zaman bir oy pusulasından öte bir şeyin olmadığı iyice görünür oldu.

Biz, bize yalan söylendiğini hep ağır bedeller ödeyerek öğreniriz. İçinde zorla yüzdürüldüğümüz siyanür havuzu bedenimizi geri dönülmez biçimde mahvettiğinde ya da binlerce canımızı katleden faillerin biri İstanbul, biri Hatay’dan aday olduğunda ifşa olur bize reva görülenleri kader olmadığı: birilerinin bilinçli tercihi olduğu. Bu noktada senelerdir yükselerek siyaset söylemini gasp eden ve tahrif eden yerellik, yerelleşme, temsil, katılım konularına çomağı bizim canımızı yakanların cüretini geçecek bir netlikle sokmak gerekmektedir. Düzen siyasetçilerinin yalanlarına kurban giden onlarca insanın onuruna sahip çıkmak için bu dolandırıcılık hikayelerini yılmadan anlatmak gerekir.

***

İşte bu noktada bu ışıltılı belediye neymiş diye başlamak gerekiyor. Özellikle son senelerde belediyeler için yerel yönetim kullanımının yaygınlaşması ve katılımcılık gibi kavramlarla da birlikte merkezin zıddı gibi bir algı inşa edilmesi belediye kurumunun içerisine oturduğu ilişki ağlarını görünmezleştiriyor. Yukarıda sormuştuk, tüm bunlar neyin kılıfı? Liberal söylemin her zaman en büyük görevi sermayeyi gizlemek ise işte burada da bir türlü sahneye çıkıp kendini göstermeyen sermaye ve sınıf ilişkileridir.

Sokakları temizlemek, çöpleri toplamak, kreş vb. sosyal hizmetler sağlamak gibi halkın sırtına binen ve her geçen gün ağırlaşan vergi yükü karşısında oldukça eksik şekilde yapılan işler dışında belediye kurumunun kapitalizm ile ilişkisini irdelemek gerekir. Burada “bu hizmetler dışında” demek de doğru olmaz çünkü bu hizmetler emeğin yeniden üretimi için gereken şeylerdir ve bizlere lütuf değildir. “Senin için saçlarımı süpürge” ettim diyen bütün belediyeciler bilmelidir ki bizler işe gitmek için gereken kreş ve toplu taşımayı bize versinler diye vergi vermek için hayatımızın önemli bir kısmını toz bezi etmişizdir. Yani burada minnet duyacağımız bir durum yok, her şekilde hakkımızdan azını aldığımızdan bir an dahi şüphe etmemeliyiz. Devam edecek olursak, belediye ile sermaye arasındaki ilişkiden bahsederken bunun belki de en dolaysız, en içkin ilişki biçimi olduğunu en baştan söyleyip devam etmek gerekir. Yerel ve merkezi yönetimlerin dünyada bambaşka biçimleri olmakla birlikte biz konuyu dağıtmamak adına buradaki tarihsel gelişimi ve ilişkilerine odaklanıyoruz. Ancak bütün çeşitliliği içerisinde sermaye ile kurduğu temel ilişki ve temel işleyiş mekanizması ortaktır ve bugün bildiğimiz anlamda “yerel idare/ belediye” kapitalizmin en kıymetlisidir, gözünün bebeğidir. Varoluşu başka etkenlere de bağlı olmakla birlikte ağırlıklı olarak çitleme faaliyetleri ile paralel olan bu kurumu en temelde imar ve inşa işlerinin mutfağıdır. Bu coğrafyada Tanzimat Fermanı sonrasında özel mülkiyetin kapitalist biçiminin kurumsallaşması ve toprağın metalaşması sürecinde ortaya çıkan bu kurumun en meşhurlarından olan 6. Daire’nin meclisi bankerler, arsa sahipleri gibi kişilerden oluşur. Bunlar 19.yy kentleşmesinin hem teknik işlerini hem kredi/ finansman işlerini yürütür.

Kadastro faaliyetleri kapitalizmin coğrafyada ilerlemesi ve yayılmasının zeminidir ve bu sebeple ne kadar çok “yerel”e belediye açarsanız o kadar geniş bir coğrafyada “merkezi”leşirsiniz. Bu köklü ilişkide belediye doğrudan kapitalizmin bürokratik eli ve devletin merkezileşmesiyle paralel bir süreç içinde çitlenme öncesinde görece özerk olan kırsalın kayıt altına alınması, parsellenip planlanması, devlet ve sermayenin denetlenmesi, en nihayetinde de sermayede dolaşıma sokulması için adım adım ilerler. Kadastro faaliyetinin en temel amaçlarından birisi de devlete vergisi vermeyen bir santimetrekare toprak kalmamasıdır. Bunun karşılığında çöpümüzü toplarlar, suyumuzu verirler, işe gidelim diye otobüs, metro yaparlar. Her şeyin sonunda bir pazar günü üst üste yığılıp sahile inebilmek ve vergilerimizle döşenen kordonlarda bir hava almak da tüm bunların bize “lütfu” olabilir. Ama bunu da yapmasak çok daha memnun olurlar aslında. Yine de, biraz rızamıza ihtiyaçları olur her zaman. Sonuçta bu devasa kaynağın başına kimin oturacağını hâlâ beş senede bir bize soruyorlar.

Sermayenin merkez yerel gibi dertleri yok gibi görünüyor. İdari yönetim biçimleri kapitalizmin tarihsel seyrinde kılıktan kılığa girebilir ve bu doğrultuda türlü araçlar üretebilir. Ancak yerelleşmek hiçbir zaman İliç’teki babayla ya da Hatay’da kayıplarına bir mezar dahi bulamamış depremzedelerle ilgili değildir. Kapitalizm ilk anından bugüne coğrafyada ilerler, amacı hep daha geniş topraklara nüfuz etmektir. Ne kadar çok belediyesi olursa o kadar kılcallara inecektir. Kadastronun alanı genişledikçe sermayenin zemini de artacaktır. Soyut bir kavram olmayan kapitalizm yeşermek, kök salmak, yayılmak için toprağa ihtiyaç duyar ve bakanlıklarından belediyelerine tüm kurumları yetkileri dahilinde bu amaca hizmet eder. 2012’de köylerin mahalle statüsü “kazanması” ile bir çok ortak alan kadastorunun himayesine girmiştir. Mülksüzleştirme işini yerel ve merkez geçişken bir şekilde yürütür. Ve bu işler beş senelik seçim aralarıyla ilerlemez, birbiri içine akarak sürer durur. Bu akışa karşı çekilecek küreğin de sürüp durması ona güç katacak en temel özelliklerden olacaktır. Ancak bizim zamanımızı sandıklara böldüler. Bizi seçim öncesi ve seçim sonrası gibi bir takvime hapsettiler. Bu yüzdendir ki Hatay’ı bile en çok adaylarıyla konuşabildik. Sermayenin kalelerine gönderdiğimiz kimselerden bize hiç dönüş olmadı. Bunu en çok da belediyelerde cereyan eden direnişlerden gördük. Öyle güçlü bir mevziydi ki belediye, dostu düşman yaptı onlarca kere. Çok denemekten, çok yanılmaktan ibaret bir döngüde sosyalist söylemlerin tahrif edilmesi dahi bir sandık stratejisi olarak baştacı edildi. Sermayenin geniş bir coğrafyaya nüfuz etmek için icat ettiği bu belediye denen icat işini hep çok iyi becerdi, siyasetin takvimini ve tahayyülünü de iki sandık arası ölçeğinde parselledi. Umudumuzu kesmiyoruz ama belki bu seçim sandığı kıracağımız seçimdir.

Son Eklenenler