Salı, Mart 19, 2024

Türkiye Suriye Depremi Yalan Söylerken Gerçeği İtiraf Etmek

Dünya basını başından beri “Türkiye-Suriye depremi” diye duyuruyor, bir arkadaşımın hatırlatmasıyla fark ettim. Biz de ise yaygın olarak deprem sanki yalnızca Türkiye’de olmuş gibi yazılıp çiziliyor. “Sahibinin sesi” medyanın bu tutumu elbette kendi ülkesindeki depreme bile uzak kalan iktidarın Suriye politikalarından bağımsız değildir. Dün “kardeşim Esat”, ardından “diktatör Esat”, son olarak “herkesle görüşürüz” diye Esat’a selam gönderenlerin savaşta yanıp yıkılması yetmezmiş gibi bir de depremin vurduğu bu ülkeye dönük hesapları olabilir1 ama bizim Suriye halkı için dostluk ve kardeşlik dilemekten başka düşüncemiz olamaz. Üstelik orada yıllardır süren yıkımın baş sorumlularının yönettiği bir ülkede yaşadığımız için, bu bizim Suriye halkına olan borcumuzdur!

İktidar koltuklarına ağzı sulanarak bakan muhalif ırkçıların Suriyelileri “yağmacı” diye suçlamasını ve o koltuklardan güç alan başka ırkçıların göçmenlere “sana çadır yok, ekmek yok” demesini sosyal medyada kınamak yetmez, bu zihniyetin “Suriyeliler hastalık yayıyor dikkatli olalım, güvenli biçimde ülkelerine gönderelim” misali daha yumuşak görünümlü sosyal demokrat söylemlerle beslenmesine de izin vermemeliyiz. Unutmayalım ki, eylemlerimizin iyileştirici etkisi en alttakine, en uzağa ve en zayıfa kadar ulaşmıyorsa yanmışız demektir; bir gün sıra mutlaka bize de gelir. Dünyanın tüm mazlumları gibi Suriyeliler de kardeşimizdir! Bir an önce daha çok sınır kapısı açılmalı, Şam yönetimiyle diplomatik ilişki kurularak bu ülkedeki depremzedelere ayrım yapılmadan yardım gönderilmesi sağlanmalıdır.

**
1999 Marmara depreminden alışığız, felâketten 3 gün sonra medya yine “mucize kurtuluş” öyküleri anlatmaya başladı. Eğer bunca zaman sonra enkazdan hâlâ canlı çıkıyorsa bir tane anlamı vardır: erken müdahale edilseydi binlerce can kurtarılabilirdi. Ama sömürü ve zulmün ortağı medya bu tür gerçekleri söylemez. 8 bin dolayında binanın neden yıkıldığını, on binlerce yurttaşın neden enkaz altında kaldığını sorarak; beslendiği düzeni eleştirir duruma düşmez. Gerçeği kurcalayan sorular sormayalım diye, bizi gözyaşları içinde bırakan kurtuluş mucizeleri anlatarak bilincimizi köreltir. Elbette tek can bile kurtulsa önemlidir. Ama medya bunu söylemiyor, bizi yalnızca “ölürsek kader, kurtulursak mucize” diyeceğimiz bir hayat düzenine alıştırmaya çalışıyor. Toplumu yıllardır uyuşturarak haksızlıklara boyun eğmeyi öğreten medyanın bu tür felâketler karşısındaki sorumluluğu, kâr uğruna beton tabutlar yapan müteahhitlerinkinden daha az değildir. Tabi etkili bir muhalif medya oluşturamayan bizlerin de bu suça ortak olduğunu unutmadan…

**
AFAD Başkanı Yunus Sezer, hava muhalefeti ve çevre illerdeki yardım ekiplerinin de depremzede olması yüzünden erken müdahale edilemediğini söylüyor. Bu adeta bir suçun itirafı gibidir. Büyük yıkım olacak yerlerin bilindiği bir deprem ülkesinde, felâket bölgesine uzaktan yardım göndermek zorunda kalınabileceğini düşünmek için âlim olmak gerekmiyor. Gerçekleşebilecek tüm olasılıklara hazır değilsen, hazırlığın yok demektir ve zincir mutlaka zayıf halkasından kopar. Toplumun her kademesinde, ülkenin her köşesinde ve sürekli hazır olmaya çalışmanın nedeni budur. Ama daha iki buçuk ay önce Düzce’de yaşanan ve 96 kişinin yaralandığı 5.9 şiddetindeki depremden sonra kurumun kendi yazdığı raporda bile böyle bir hazırlığın olmadığı açıkça belirtiliyor.2 Ve düzeltilmesi için hiçbir şey yapılmıyor.

Deprem haberini alır almaz harekete geçen madencilere ait ve yurtdışından gelen arama-kurtarma ekiplerinin saatlerce havaalanlarında bekletilmesi yüzünden, can kurtarmak için değerli zaman akıp gitti. Geç kalacaklarını anlayan Soma ve Ermenekli madenciler deprem bölgesine kendi olanaklarıyla gittiler. Bu sırada AFAD kendini dahi organize edemediğinden, iktidar Tanzanya’ya büyükelçi olarak atadığı eski AFAD başkanını göreve çağırdı. İktidardan, Somalı madenciye tekme atan Yusuf Yerkel’i de ticaret ataşesi olarak atadığı Frankfurt Başkonsolosluğundan çağırmasını ve Kahramanmaraş’a ekibiyle gidip daha çok can kurtaramadıkları için özür dileyen madenci kardeşimizin elini öptürmesini de beklerdik!

**
Beceriksizlik, kaza gibi durumlar kişi ya da tekil olaylar için söz konusu olabilir ama devletler için değil. Devlet, şiddet tekelini elinde tutan siyasi iktidar + toplum düzeni demektir. Hafife alınmasın, bu yüzyılların mirası bir düzen içinde yaşayan toplumda, yönetenlere rıza gösterilmesiyle yeniden üretilerek süregelen bir yapıdır. Temelini, yurttaşın ödevlerini yerine getirerek vergisini vermesi ve karşılığında devletin asgari bir talep olan can güvenliğini sağlaması oluşturur. Bu ilişkinin fıtratında yanlışlık olmaz, oluyorsa bozulma başlamış demektir. Ancak siyasal iktidar ayaktayken toplum düzensiz kalmaz; trenin devrilmesinin makiniste, cephaneliğin patlamasının dikkatsizliğe, madenin göçmesinin ihmale ve depremde on binlerin ölmesinin birkaç müteahhitte bağlandığı bozuk bir düzen oluşur. Her şey var gibi görünüyor ama içi boş bir kabuktan ibaret. Eleştiriyorsun, kimse aldırmıyor. Israr edersen cezalandırılıyorsun. Bozuk düzende yaşamak, herhalde mümkün olan hayatların en kötüsüdür.

Enkaz altındaki devlet değil, düzendir. Siyasal iktidar ayakta olduğu ve başkaca bir seçenek bulunmadığı sürece yönetenler açısından eksikliğini gidermek sorun olmaz. İçi boşaltıldığı için halkın güvenini kaybeden Kızılay yoksa AFAD var. O da işe yaramıyorsa boşluğu futbol kulüpleri, holdingler, şirketler doldurur. İktidarın mevcut hükümet eliyle devşirdiği desteğin zayıfladığı anlarda devreye giren düzen muhalefetine arada sırada çatılsa da, boşlukları doldurdukları sürece varlıklarına göz yumulur. Asıl tehlike, bu düzeni kabul etmedikleri halde çaresizliğe terk edilmiş yurttaşlara yardım etmeye kalkışanlardır. Felâketin büyüklüğü şimdilik onlara bir çalışma alanı sunuyor. Ama bu örgütlü çabalarla desteklenip güçlendirilmezse, siyasi iktidar fırsatını bulduğu anda giriş çıkışları kapatır. Nedeni basit:

Hatay’da Çağdaş Hukukçuların avukatları olmasa, çöken binalara ait denetim raporlarının saklandığı resmî bina yıkılacak, evraklar yok edilecekti. ÇHD, konu yargıya düştüğünde dijital kayıtların yetmediğini, ıslak imzalı belge gerektiğini belirtiyor. Benzer uyarıyı “enkaz kaldırırken deliller karartılmasın” diye Mimarlar Odası Ankara Şubesi de yapmış. Gerçek suçluları ortaya çıkartmaya dönük bu tür gönüllü çalışmaları “kaos yaratıyor” diye önlemek kolaydır. Gönüllü çalışmanın başka bir tehlikesi ise “yağmacı” diye dayak yemek, linç edilmektir. Diyarbakır Çınar Kaymakamlığından belge alıp Adıyaman’a depremzedelere yardım amacıyla giden 5 genç gözaltına alınıp dövülerek il dışına çıkarıldı.3 Oysa kim olduklarını öğrenmek çok kolaydı. Benzer biçimde Hatay’da ailelerine ilaç arayan gençler dövüldü. Ekranlarda “eline sağlık” diyen spikerler eşliğinde insanlar dövülüyor. Jeofizikçi ve depremler konusunda yıllardır uyarılar yapan Prof. Dr. Ahmet Ercan, 1 kişinin depremlerde sağ kalması için ortalama 5 bin dolar harcamak gerektiğini ama depremde ölen her insanın topluma maliyetinin 1 milyon 250 bin dolar olduğunu belirtiyor. Bu kısaca sağlam ve çürük yerleşim yeri kurma maliyeti arasındaki farktır. Emeğimizi ve alın terimizi asıl yağmalayanlar üç beş hırsız değil, siyasi ve ticarî çıkar uğruna denetimsiz yapılaşmanın önünü açanlardır. Öfkesini güçlüye yöneltmeyip zayıftan çıkartmak marifet değildir.

**
Düzensizlik bazılarının kulağına hoş gelebilir ama düzen, toplumsal yaşamın vazgeçilmez koşuludur. Bir yaşam düzeni geri çekilirken yerini yenisi almıyorsa, ortaya Mad Max filmlerinden farksız görüntüler çıkar. Bu ülkede 40 yıldır düşük yoğunluklu bir çatışma var. Düzeni kemiren temel olgu Kürt sorununun çatışmalı biçimde sürmesidir. Yangın, deprem, darbe, kuraklık, salgın hastalık gibi her biri herhangi bir toplumu alt üst edebilecek konjonktürel olayların dönemsel etkileri, Kürt sorunu temelinde katlanarak artıyor ve süreklilik kazanıyor. Barışçı seçenekler çoktandık toprağa gömüldüğünden, siyasal iktidar elindeki olanakları kendini tahkim etmeye ayırıyor ve bu da yurttaş olarak yükümüzü her geçen gün artıyor. İç ve dış politikada, günlük yaşamda ya da uzun vadeli planlarla ilgili olarak düzensizliğin düzene dönüşmesinin asıl nedeni budur; deprem yalnızca bu gerçeği bir kez daha hatırlatıyor.

**
Siyasi partiler, yürütme gücü, seçimler; düzenin asli sahibi olan siyasi iktidara toplumlun rıza vermesi için çalışır. Defoları depremle ortaya serilen yönetim istediği kadar seçimi ertelesin ya da vaatlerde bulunsun, gidicidir. Bu geçici bir rahatlama sağlasa da, uzun yıllardır maruz kaldığımız için alıştığımız bozuk yaşam düzeni değişmeyecektir. Çünkü kendilerini bu yönetimin seçeneği gibi gösterenler de yeni bir düzen kurmaya değil, orasını burasını yamayarak siyasal iktidara yeni rıza seçenekleri yaratmaya odaklanmış durumdalar. Tek adamdan bıkmış halk sonrasını düşünmeden oy verecek ve ardından başka hayal kırıklıkları yaşayacak. Bu gidişata etki edebilecek herhangi bir devrimci güç yok. Kürt hareketi bu yüzden kolayca denklemlerin dışına itiliyor ve yalıtılıyor. Örgütlü, düşünce derinliğine sahip, uzun vadeli planlar yapıp uygulayabilecek bir gücün olmadığı yerde, önümüzde yüzeysel çalkantılarla oradan oraya savrulmaktan başka bir gelecek görünmüyor. Bu yüzden örgütlülüğün yerini kurtarıcı rolü oynaması beklenen ünlüler alıyor. Pespaye bir popülizm, sanal iletişim yardımıyla bir kez daha “kullanışlı aptal” rolü oynamak üzere sahneye çıkıyor.

Depremin ilk saatlerinde devlet Gezi ya da 15 Temmuz darbesindekine benzer bir refleksle, olası muhalif sesleri bastırmak için Twitter’a müdahale etmişti, doğal olarak karşı çıktık. Hem örgütlenme, hem de enkaz altında kalanların seslerini duyurma amacıyla kullanıldığı için. Ancak adı üstünde sanal iletişim, gerçek değil. Gerçek yaşamda neye karşılık geldiğini bilmeden sanaldan çağrılar yapmak, kaosu arttırmaktan başka işe yaramaz. Eğer örgütlü değilsek, kaostan yalnızca güçlüler kazançlı çıkar. Hazırlıklı olarak girilmeyen kargaşadan, örgütlü ve güçlü biçimde çıkılamaz; yalnızca “daha örgütlü ve hazırlıklı olmalıydık” diye hayıflanarak ve güç kaybederek çıkılır. Peki bekleyecek miyiz?

Her bilgiyi üşenmeden teyit edecek ve doğruysa yayacağız. Egemen ideolojinin “vatan, din, bayrak, millet” misali kutsallık kazandırılmış söylemlerle kitleleri peşine taktığını akılda tutarak, “insanlık, canlar ölüyor, sınıfın şahlanışı, devrim” vb söylemlerle yapılan çağrıların gözü kapalı peşine takılmayacağız. Toplanan yardımın nasıl denetlendiğini sormazsak, suça ortak oluruz. Derme-çatma amatörce çalışmalarda herkes kimin ne yaptığını görür ama olayın boyutları büyümeye başladığında kayıtlar ve sayılar birden önem kazanır. Biz nihilist değiliz, en kötü düzen bile düzensizlikten iyidir. Yüzeysel bilgiyi çok kısa sürede geniş kitlelere yayarak düzensizliği beslediği için, sanal iletişime bel bağlamak tehlikelidir. Sürekli popülizmin beslendiği bu işleyiş bizi karanlık bir geleceğe doğru iter.

**
Deprem Türkiye’de yaklaşık 15, Suriye’de 5 milyon kişiyi etkiledi. Türkiye için bile karanlık bir gelecekten bahsederken, 10 yılı aşkındır bir iç savaşın yaşandığı Suriye için durumun daha da kötü olduğu kesin. Üstelik orada eli silahlı milyonlarca insan var. Bugüne dek Suriye’ye yardım eden İran ve Rusya’nın durumu da malum. Suriye’nin felâket içinde felâket yaşaması, bölgeyi uzun yıllar etkileyecektir. Artık ülkemizde yaşayan 5 milyon dolayında Suriyeli göçmenin gidecek yeri yok, bizi bekleyen bölgesel etkilere bunu da eklememiz gerekir. Suriyeli kardeşlerimize karşı gösterilen ırkçı davranışlar, bu açıdan da çok tehlikelidir.

Ülke olarak içte ve dışta, etkisi yıllar boyu sürece bir çalkantı dönemine girdiğimiz kesindir. Buradan çıkışın kısa yolu, siyasi iktidarın bugüne dek izlediği politikaları terk ederek barışçı bir yola girmesidir. Uzun, sonu belirsiz ve ülke ezilenleri açısından zahmetli yol ise, siyasi iktidarın bugüne dek sürdürdüğü baskı ve zulmü arttırmasıdır. Depremin daha şimdiden görülmeye başlanan açlık, hastalık, yoksulluk, ayrımcılık gibi kısa vadeli sonuçlarını hatırlatmaya bile gerek yok; uzun vadelileri düşünelim:

Depremde 8 bine yakın bina yıkıldı ve yaklaşık 200 bin kişinin enkaz altında kaldığı tahmin ediliyor. Önceki deneyimlerimizden de biliyoruz, ölü sayısı açıklananın kat kat üstündedir. Bu korkunç yıkımın bir sonucu da, milyonlarca kişinin başka yerlere göç etmesi olacak. Zaten güçlükle yönetilen büyük kentler daha da büyüyecek. Bölgede konutu, altyapısı, sanayisi ile yeni kentler kurulacak. Siyasal iktidarın bugüne dek kendini tahkim için ayırdığı kaynakları buralara aktarmasını beklemiyoruz, dolayısıyla bir yandan üzerimizdeki vergi yükü artarken, aynı zamanda ülke küresel sermaye yatırımlarına daha açık hale getirilecek.

Bir de konunun deprem ülkesi olmamızla ilgili yanı var. Sahibinin sesi medya durmadan “yüzyılın depremi” diyerek yıkımı alabildiğine abartıp, yönetenlerin beceriksizliklerini mazur göstermeye çalışıyor. Bu çarpıtılmış propaganda girişimiyle aslında farkına varmadan toplumu bir deprem ülkesi olduğumuz konusunda uyarıyor. İstanbul başta, ülkenin dörtte üçünde her an yıkıcı bir deprem yaşanabilir. Bu yüzden bizi yönetenler bundan sonra yalnızca yıkılanların yerine yenisini yapmakla yükümlü olmayacak, olası bir depreme karşı ülkedeki tüm binaları tarayıp, sağlamlaştırmak zorunda kalacaklar. Bu zorunluluk ancak yurttaş talep ederse uygulanır. Bu tür talepler için bile, öncü bir siyasi bilinç ve örgütlenme gerekir. Eğer insanlar yaşananlardan kendiliğinden ders çıkartabilseydi, fay hattı üzerine yapılan çürük binalara sorgusuz sualsiz ve büyük paralar ödeyerek girmezlerdi. Her toplumdaki gibi bizde de çeşitli sorunları derinlemesine düşünüp çözebilecek insan var. Ama bu niteliklerini topluma böyle bir düzen içinde aktaramayacaklarını ve bağımsız bir siyasi çalışma içine girmeleri gerektiğini anlamıyorlar. Aslında anlıyor, gereğini yapmanın başlarına belâ açmasından korktukları için uzak duruyorlar. Korkunun ecele faydası olmadığını belki görürler.

Günlerdir Kahramanmaraş’ta çevresindeki binalar yıkılmış ama ayakta duran İnşaat Mühendisleri Odası binası, bilimin doğruluğunun kanıtı olarak gösteriliyor. Oda binasını inşaat mühendisleri yaptı da yıkılanları marangozlar mı yaptı? Kimse onları müteahhitlerin yaptığını söylemesin, hesaplamalarını mühendis, çizimlerini mimar, denetimlerini yine sayısız mühendis yaptı. Demek ki bilim kendiliğinden sorun çözmüyor, o bilimi sorunları çözme iradesiyle kullanmak gerekiyor. Zaten bilimsel düşüncenin doğruluğu yanlışlığı gündelik hayattan kanıt göstererek tartışılmaz, teorik düzeyde ve bilimsel düşünceleri bilenlerin olduğu ortamlarda tartışılır. Bu sorunları çözmek için toplumda her türlü olanak var ama kendini ülkenin sahibi gibi gören bir avuç sömürücü ve zalimin kaderimizi belirlemesine boyun eğiyoruz, hepsi bu…

Suriye’de Deprem Yıkımından bir Görünüm

1 https://www.gazeteduvar.com.tr/kotuluk-sinirin-ustune-de-altina-da-yetiyor-makale-1603256

2 https://deprem.afad.gov.tr/earthquake-reports

3 https://www.diken.com.tr/adiyamanda-bes-gonullulu-iskence-edilip-sehir-disina-atildi/

Son Eklenenler