1980’lerde bugüne, kapitalizmin içinde bulunduğumuz evresini açıklamak ve ona karşı mücadele araçlarını geliştirmek için sınıf çatışmasını merkezine alan ve bir güç siyaseti teorisi olan marksist-komünist çerçeveyle yeni toplumsal hareketler temelli, farklı mücadele alanlarının kesişimselliğine ve temsil mekanizmalarının örgütleyici potansiyeline yaslanan radikal demokrasi önermesi arasındaki gerilim dünya solu açısından bugün de etkisini sürdüren, esaslı bir tartışma alanı.
Sınıf çatışmasını merkezine almayan mücadelelerin siyasette gitgide artan etkisinden feyz alarak “radikal demokrasi” kavramını ortaya atan Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, 1980’lerde marksizmin hayati kusurunu tespit ettiklerini ve sol siyaset için daha iyi bir çerçeve geliştirdiklerini iddia ettiler. Ancak kusur olarak gördükleri sınıf “esasçılığına”1 karşı böylesi bir tabu geliştirmeleri, kapitalist iktidarın güçlü ve zayıf yanlarını tanımlayamadıkları anlamına geliyordu. Buna rağmen Laclau ve Mouffe’un post-marksizmi 1980’lerden bugüne küresel anlamda sol için belirleyici teorik çerçevelerden biri oldu.
Felsefeci Michael Bray Jacobin’de “Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un Post-marksizmi Bize Siyasi Bir Strateji Veremez” başlığıyla yayımlanan bu yazısında son yıllarda dünyada popülerleşen sol akım ve girişimlerde, Syriza’dan Podemos’a, Şili başkanı eski öğrenci lideri Gabriel Boric’ten, bir süreliğine bir kısım ABD solunun umudu haline gelen Bernie Sanders’a doğru açılan bir yelpazede bu teorik yaklaşımın sorunlu ve mücadeleyi sınırlayıcı etkilerini araştırıyor.
Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın siyasi üstünlüğünün dünyada hüküm sürdüğü o karanlık dönemde, post-yapısalcı teori de entelektüel etkisinin zirvesindeyken, Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe sol siyasetin krizini aşmaya yönelik yeni bir “hegemonya” anlayışı geliştirdiler. Onlara göre bu krizin kökleri, solun marksist mirasına özgü bir “esasçılığa” uzanıyordu.
Laclau ve Mouffe’un geliştirdiği “post-marksizm”, kimlik oluşumunun olumsal ve söylemsel süreçlerini siyasi eylemliliğin temeli olarak tanımladı. Bu çerçevede siyasal olan, toplumsal olanın olumsal yapılandırıcı ilkesi haline geldi ve siyasal kimlikleri kolektif çıkarlar, toplumsal çatışkılar ya da kapitalist toplumların sınıf yapısına içkin eğilimlerdeki her türlü temelden kopardı.
“Sınıf siyasetinin” bu şekilde terk edilmesi, 1980’lerde ekolojiden feminizme yeni ortaya çıkan toplumsal hareketlerin taleplerini bir araya getirmenin bir yolu olarak görülüyordu. Ne var ki yirmi yıl sonra Laclau ve Mouffe aynı yaklaşımı Latin Amerika, Avrupa ve başka yerlerdeki yeni seçim güçlerinin iç mantığını ifade eden bir “popülist akıl” modeli olarak da sunacaktı. Bu süreçte, fazlasıyla söylemsel görünen teorik bir anlayış, yeni siyasi somutluk unsurları kazandı: seçim zaferleri yoluyla devletin parçası olan partiler ve liderlerin dile getirdiği söylemler üzerinden bir “halk” inşası.
Ancak somut siyasi pratiklerle kurulan bu bağlantı, bu görüşün teorik ikilemlerinin de altını çiziyor. Popüler bir kimliğin pratikte tamamen olumsal bir birlik temelinde örgütlenmesi gerçekten ne anlama gelebilir? Böyle bir programı, tam da olumsallığı içinde sol olarak tanımlayan nedir? Böyle bir kimlik ne yapabilir? Başarısını ve kazanımlarını nasıl ölçebiliriz?
Laclau ve Mouffe’un paradigması bu tür sorulara yeterli yanıtlar veremiyor. “Sınıf esasçılığına” karşı üretilen bu argüman, ne kadar incelikli olursa olsun, güç ilişkilerinin siyasi etkilerini ve türlü nedenselliklere dayanan çıktılarını takip etme olasılığını reddederek siyasetin tamamını “temsil” olarak benimseyen ve nihayetinde onu etkisizleştiren bir yaklaşıma yol açıyor.
Post-marksizm ve söylem teorisi
Laclau ve Mouffe, marksizme yönelik eleştirilerini ilk olarak 1985’te yayımlanan Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı kitaplarında uzun uzadıya ortaya koydular. Marksizmin, işçi sınıfının varlığını sabit ve birleşik bir toplumsal kimlik olarak kabul etme, bunu da belirli siyasi çıkarlar şeklinde ifade etme eğilimine odaklandılar. Onlarca sayfa boyunca, marksist gelenek basit bir sorunu kavrama konusunda ortaya çıkan bir başarısızlıklar silsilesi olarak sunuluyordu. Sınıfların sosyopolitik teorisi, toplumsal alanların karmaşıklığı ve siyasi oluşumların değişkenliğiyle yüzleşmek zorunda kaldığında bocalayan bir gelenek olarak resmediliyordu.
Bu yaklaşımla, Laclau ve Mouffe kendi konumlarını marksizmin tam zıttı olarak ifade ettiler. Mutlak belirlenmişliğe dair yaptıkları teşhis, aşağıdaki ifadedeki gibi, yollarını mutlak olumsallığın benimsenmesine çıkardı:
“Alternatif açıktır: ya bu çelişkili çoğulluğun yok sayılacağı ve mutlak olarak birleşmiş işçi sınıfının bir proleter mahşer anında kendi kendine şeffaflaşacağı bir tarih teorisine sahip olunur ve böylece sınıfın “nesnel çıkarları” en başından belirlenebilir ya da bu teoriden ve onunla birlikte, bir bütün olarak politik failin “nesnel” çıkarlarının belirlenmesinde belirli özne konumlarını diğerlerine göre ayrıcalıklı kılmak için ortaya sürülen her türlü temelden vazgeçilir ve bu durumda da nensel çıkar kavramı anlamsız hale gelir.”2
Bu pasajın yazarları, eleştirilerinin çoğunu “sınıfçılık” olarak adlandırdıkları ve “işçi sınıfının, toplumsal değişimin temel itkisini içinde bulunduran ayrıcalıklı bir özneyi temsil ettiği fikri” olarak tanımladıkları düşünceye yönelttiler. Ancak bu eleştiri, marksist olsun ya da olmasın, mücadelenin üzerinde yükseleceği en uygun zemin olarak belirli toplumsal gruplara yönelen her türlü siyasi analiz için geçerli: “Geleneksel sol perspektifin en önemli sınırlılığı, değişimin önsel öznelerini, bunların toplumsal alandaki etkinlik düzeylerini ve ayrıcalıklı kırılma noktalarını belirlemeye çalışmasıdır.”
Laclau ve Mouffe’a göre, sol siyaset için “ayrıcalıklı” bir toplumsal özne yoktur, sadece herhangi bir zamanda ifade edilen bir dizi farklı talep vardır. Bir siyasi hareket, bunları, önceki toplumsal belirlenimlere dayanmayan söylemsel bir süreç aracılığıyla “birbirine dikme” sorunuyla karşı karşıyadır. Bu dikiş, “içerideki zıtlıkların sınırlarının” çizilmesini, bütün (ya da bazı) taleplerin mevcut güçlere karşı ortak muhalefetinin tanımlanmasını ve bir “halkın”, bir “boş gösterenin” bayrağı altında siyasi varoluşa çağrılmasını gerektirir.
Yapılar ve çıkarlar
Bu eleştiri, Laclau ve Mouffe’un marksist düşünceyi özünden kopararak, Marx’ın “ekonomik” olanın doğası gereği “politik” karakterini fark edemediği yönündeki şaşırtıcı bir iddiayı ortaya atmalarını mümkün kılmıştır. Onlara göre bu iddia, Marx’ın, üretim ilişkileri de dahil olmak üzere “ekonomik düzeyi”, karşıtlıkların yalnızca karşıt tarafları sembolik olarak tanımlayan söylemsel oluşumlar aracılığıyla geliştiği bir “olumsallık bağlamı” olarak göremediği anlamına gelmektedir.
Ancak Marx’a göre, üretim ilişkilerinin siyasi karakteri onlara içkindi. Bu, tüm beşeri toplumsal yaşamın kalıcı temeli olarak maddi geçimin örgütlenmesinin hem biyolojik hem de tarihsel gerekliliğinin bir işleviydi. Marx’ın ünlü ifadesiyle insanlar, kendi geçim araçlarını üretmeye başladıklarında kendilerini diğer hayvanlardan ayırdılar.
Karmaşık işbölümleri ve değişen biçimlerini düzenleyen toplumsal bileşimleriyle bu tür bir üretim kavramı, iktidar, tahakküm, kontrol, müzakere ve direniş gibi “siyasi” ilişkilerden temelde farklı değildir. Aksine, bu ikisi insan toplumlarının temel ve süregelen dinamiklerini oluşturan üretici (ve yeniden üretici) ilişkilerin bir parçası olarak birlikte evrimleşmiştir.
Marxizmin kapitalizm anlayışında siyasi ve ekonomik biçimler arasındaki görünür -ve kısmen gerçek- ayrım, içkin bir ekonomik belirlenimin varlığını savunan metodolojik bir önermeden kaynaklanmaz. Bu, aynı anda hem “siyasi” hem de “ekonomik” olan üretim ilişkilerindeki dönüşümlerin dolayımlı ve dolayımlayıcı etkisinin sonucudur.
En temelde, Ellen Meiksins Wood’un ileri sürdüğü gibi, bu dönüşümler, kapitalist üretim ve sömürünün el koymaya dayalı temeli olarak “mutlak özel mülkiyette” kristalize olan (toplumsal üretim araçlarının kontrolü, toplumsal fazlalıkların değerlendirilmesi ile kolektif emek süreçleri ve emekçiler gibi) temel siyasi işlevlerin “özelleştirilmesini” içeriyordu. El koymadan doğan (ve bu eğilime dayalı) kapitalist “hareket yasaları”, Laclau ve Mouffe’un iddia ettiği gibi, tarafsız ve zorunlu bir şekilde işleyen “doğa yasalarına” benzemez.
Bunlar daha ziyade, hem (değişimin genel aracı olarak değerin “toplumsal cismine”, yani paraya ihtiyaç duyan) kapitalizm dahilinde özelleştirilmiş toplumsal üretimin düzensiz karakterinden, hem de (paraya, dolayısıyla kendi yeniden üretim araçlarına erişmek için emek güçlerini satmak zorunda kalan) işçilerin toprağa ve diğer geçim araçlarına bağımsız erişimden zorla koparılması gibi temel güç ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Bu dinamiklerin bileşimi mutlak ya da sabit değildir, ancak tamamen olumsal da değildir.
Aslında, kapitalist el koymanın tarihsel araçları ve sonuçları, -marksizm içinde tekrar eden bir eğilim olan- ücretli sanayi emeğine odaklı bir yaklaşımın iddia ettiğinden hep çok daha geniş olmuştur. Sömürgeleştirme ve kölelikten kadınların evdeki ücretsiz yeniden üretim işine, küçük toprak sahibi çiftçilerin ve borçluların “gizli ücretlerine” kadar, canlı emek her zaman çeşitli ve çoklu biçimlerde birikime tabi kılınmıştır.
Kapitalist sosyopolitik ilişkilere içkin olan bu karmaşıklık dahilinde, çıkarlar hem mekansal hem de zamansal olarak farklı ölçeklerde ve çoğu zaman birbirleriyle zorunlu bir rekabet içinde tanımlanır. Bu, söz konusu çıkarları birbirlerinden ayırt edemeyeceğimiz ya da tarihsel örtüşme olasılıklarını saptayamayacağımız anlamına gelmez. Marksizm için “hegemonya” bilmecesi tam da bu bölgelerin ve çıkarların nasıl birbiriyle örtüştürülebileceği sorusudur.
Temsil yoluyla birlik
Laclau ve Mouffe için politik olanın öncelikli oluşu, toplumsal dünyanın, politik dile gelişlerin ötesinde bir “gerçekliği” olmadığı anlamına gelmez. Ancak marksizm tarihini, böyle bir gerçekliğin ortak siyasi yönelimlere temel oluşturamayacak kadar ayrık taleplerden oluştuğunun bir kanıtı olarak okurlar. “Çıkar” kavramı bile verili bir konum ile belirli siyasi talepler arasında fazla güçlü bir bağ olduğunu düşündürmektedir. Talepler, onları “herhangi bir birlik içinde bir araya gelmeye” veya “bir zincir oluşturmaya” götürecek hiçbir “belirgin doğrultuya” sahip değildir.
Eğer bu tür bir talepler manzumesine indirgenirsek, birliğimizin tek kaynağı temsil faaliyetleri olacaktır, ki bu da Laclau ve Mouffe’un popülist siyasete yönelmesiyle birlikte daha da netleşen bir noktadır. Laclau’ya göre siyasi kimlikler “esasen temsile dayalı bir iç yapıya” sahiptir. Boş gösterenler ile temsili demokrasinin kurumları aynı içsel yapıyı paylaşır ve bu durum ikincisinin birincisini açıklamak için kullanılmasını sağlar. Bu süreçte, bir boş gösteren ile bir “önder” arasındaki ayrım kaybolma eğilimindedir.
Bir “halk” inşa etme görevi, temsilci sıfatının bir halkın birliğini harekete geçireceği fikrini de içeren “temsil mekanizmalarına” dayandırılır. Laclau bu mekanizmaların (“temsil edilenden temsilciye doğru bir hareket ve buna mütekabil, temsilciden temsil edilene doğru bir hareket” şeklinde) “iki yönlü” olduğunda ısrar eder. Fakat onun için öncelikli olan ikinci harekettir, çünkü tam da ilk hareketin temelinde eksik olan geriye dönük birliği tanımlar: “Temsil edilen, kendi kimliğinin oluşumu için temsilciye tabidir.” Bu, failliği temsili bir elite devrederek, kitlelerin tanımlamalarında bağımsız bir role sahip olmadıkları kimliklere tutkuyla yatırım yapmalarına yol açar.
Laclau ve Mouffe, potansiyel olarak daha geniş çıkar ve hedeflere açılan sosyopolitik çelişkileri açıklama kapasitesi olmadığı düşüncesiyle, hegemonyayı mevcut siyasi kurumların sınırlarını aşan veya onların dışına taşan bir süreç olarak tasavvur edemezler. Aksine hegemonya kendini gerçekleştirmesine dönük eylemi bu kurumların içinde bulur. Bu eylem, temsilin gösterenlerini yeniden tanımlayarak ve temsilcileri değiştirerek demokrasiyi “yenilemek”tir.
Laclau ve Mouffe’un radikal çizgisinden bugüne kalan izler, liberal demokrasinin toplumsal sözleşmeler, genel iradeler, anayasal sözleşmeler gibi temel temsil girişimleri ile bunların yinelenen seçim ritüellerindeki soluk yankıları arasında bulunan sınırı reddetme ısrarında ifadesini buluyor. Eğer halklar söylemsel olarak inşa ediliyorsa ve bu inşalar her zaman olumsal olarak “teğelleniyorsa”, her an çözülebilecekleri de savunuluyor demektir. Öyleyse, hiçbir birlik nihai olamaz.
Bu da her seçimin, en azından mevcut hegemonyalar yıkılmaya başladığında, yeniden kurulma olasılığı sunduğu anlamına geliyor. Venezuela, Bolivya, Ekvador ve başka yerlerde sol-popülist zaferlerin ardından hazırlanan yeni anayasalar, demokrasinin bu tarz bir “radikalleşmesinin” somut bir örneği olarak görülüyor.
Ancak, karmaşık ve çelişkili de olsa, kendisine rehberlik edecek nesnel çıkarlar ya da tarihsel eğilimler olmaksızın bu radikalleşme de sabit sınırlarla yüzleşmek zorunda kalıyor. Nasıl ki liberalizm mevcut kurumları temellerini kutsallaştırarak meşrulaştırmaya çalıştıysa, Laclau ve Mouffe’un bu temellerin gizemini çözme girişimi de kurumların kendilerini büyük ölçüde dokunulmaz kılıyor. Çünkü tam da sözünü ettikleri “esasçı” alana sapmadan onlara alternatif bir tarih (veya gelecek) sunamıyorlar.
Her şey değişebilir, liberal kurumlar aynı kalsa bile. Önemli olan, onlara hayat üfleyen halkın mücadeleyi sürdürmeye yönelik tavrıdır. Mouffe’a göre yurttaşlara bir “ses” kazandırma işi, “kurumlarımızı daha temsili hale getirmeyi” ve “sol popülist bir stratejinin hedefi” olarak “seçimleri kazanmayı ve devlet iktidarına ulaşmayı” gerektirir.
Mouffe, temsilin seçimlere indirgenebileceği fikrini de reddediyor. Ancak, Podemos ve Syriza gibi partilerin siyasi özneliğin şekillenmesinde oynadıkları “esas” rollerine dikkat çekmek dışında, bunun ötesine nasıl geçileceğini açıklamıyor.
Elbette Mouffe, devletlerin zayıf oldukları varsayılan bu dönemde bile muazzam miktarda yoğunlaşmış güce sahip olduklarını, bu gücün kullanımını bozmanın ve yeniden yönlendirmenin popüler amaçlar için gerekli olabileceğini belirtmekte haksız değil. Ancak “esasçılığı” reddetmesinin bütünsel karakteri, bu gücün kaynaklarını ve etkili bir şekilde hizmet edebileceği amaçları hesaba katma konusundaki yetersizliğini de açık ediyor. Marx’ın “siyasi” iktidarın ve toplumsal (yeniden) üretimin örgütlenmesinin birlikte evrimine ilişkin açıklamasını hesaba katmayı reddetmek, hem sol-popülist teoriye hem de desteklediği ve ilham verdiği hareketlere zarar vermeye devam ediyor.
Kapitalizm ve devlet
Laclau ve Mouffe’a göre çağdaş devletin sorunu, onun “post-politik” karakteriyle tanımlanır. Hegemonik kimliklerin inşası ve rakip talepler için yarışan mücadeleler biçimindeki siyasetin yerini, uzmanlar tarafından denetlenen teknik yönetim biçimleri almıştır. Hegemonik bir halk kimliğinin inşasının, devlet içindeki temsil kurumlarının hegemonyasının yeniden tesis edilmesiyle aynı zamana denk geleceğini varsayarlar.
Bu anlayışın özünde, temsile dayalı yönetim anlayışının, kendisini oluşturan toplumsal ve tarihsel süreçlerden koparılması yatmaktadır. Fakat tıpkı sınıfın sabit bir toplumsal konumlar kümesi olmayıp dinamik, ilişkisel bir yapı olması gibi, çağdaş devletlerin seçim ve parlamento kurumları da saf “siyasi” temsil alanları değil, güçler dengesine aracılık eden, onu oluşturan ve evrimleşen işlevler kompleksindeki düğümlerdir. Kapitalist devletler çeşitli görevleri yerine getirirler: emek gücünü yeniden üretirler, sermaye ve işçiler arasındaki çatışmalara aracılık ederler, sermaye birikiminin altyapılarını güvence altına alırlar, kendi meşruiyetlerini savunurlar vb.
Stephen Maher’in iddia ettiği gibi, devletlerin hareket alanı “sermaye birikiminin yapısal sınırları ve kriz noktaları” tarafından belirleniyorsa, bu sınırları yönetme işi hiçbir zaman yalnızca yasama organlarına bırakılmamıştır. Merkez bankaları, maliye bakanlıkları ve diğer “kamu-özel” birliktelikleri, sermaye birikiminin artan karmaşıklığı ile birlikte bunların karakterleri değişmiş olsa da, uzun zamandır temsili güçlerden uzakta faaliyet göstermektedir.
Başka bir deyişle, neoliberal dönemin belirleyici siyasi özelliği, Laclau ve Mouffe’un öne sürdüğü gibi, temsil esaslı yönetimin apolitik “idare” tarafından gasp edilmesi değildir. Bunun yerine, temsile dayalı devletlerin içindeki güçler dengesinde bir değişim olmuştur. Bu değişikliklerden ikisi özellikle önemlidir.
Birincisi, devletlerin ekonomik aygıtları, temsilci kurumların gözetiminden giderek daha serbest hale gelmiştir. İkincisi, bu ayrışmayı mümkün kılan bir koşul olarak, devletlerin sahip olduğu ekonomik kapasitelerde önemli dönüşümler olmuştur. Piyasalara düzenleyici sınırlar ve gereklilikler getirerek “dışarıdan” hareket etmek yerine, devletler finansal girişimleri şekillendirmek ve istikrara kavuşturmak için piyasaların içinde hareket ederek altyapısal güçlerini harekete geçirmişlerdir.
Finansal piyasaların 2008’deki çöküşünden sonra uygulanan kriz yönetimi, merkez bankalarının sadece kredi veren değil, aynı zamanda son çare olarak başvurulan bir alıcı sıfatıyla piyasalardaki doğrudan kaldıraç gücünü artırmış, finansal likidite ve karlılığı borç kaldıraçlı devlet kapasitelerinin sürdürülmesiyle ilişkilendirmiştir. Temel sosyal haklar da aynı şekilde piyasalaştırılmış hizmetlere ve borca devlet tarafından kolaylaştırılmış bir erişim imkanına dönüştürülmüştür.
Bu tür değişiklikler, devletin ekonomik kapasitelerinin özel sermaye akışları ve artık kapsamı uluslararası olan birikim süreçleriyle daha derin bir şekilde iç içe geçmesine imkan tanımıştır. Bunun sonucu olarak “ulusal rekabetçiliğe” odaklanmak, geleneksel temsili meclislere özgü evrenselci hukuk biçimlerine ve daha uzun zaman ölçeklerine uygun değildir. Ayrıca bu süreç, özel sermayeye, politikalarının birikim üzerinde riskler ya da sınırlamalar getirmesi durumunda devletlerin normal işleyişini bozmak için daha doğrudan araçlar sağlamıştır.
Bunların hiçbiri devletin temsil işlevlerinin ortadan kalkmasına yol açmadı. Aksine, bu işlevler takdir edilmekte ve önemli karar alma kapasiteleri başka yerlere aktarılırken bile giderek daha çatışmacı veya “kutuplaşmış” gösterilere dönüştürülmektedir. Bu bağlamda, bu işlevler üzerinden tanımlanan bir strateji, tam da temsili kurumların siyasi kaderini, kapitalist devletlerin siyasi-ekonomik zemini içindeki çelişkili konumlarına içkin olarak görmek yerine, onlara “dışarıdan” dayatılan bir şey olarak göreceği için, en temelden sınırlanmıştır.
Mouffe, örneğin, sosyal demokrat partilerin “mali kapitalizmin diktalarını ve bunların yeniden dağıtımcı politika alanında devlet müdahalelerine getirdiği sınırları” kabul etmelerinden söz ediyor. Benzer şekilde, Syriza’nın Troyka tarafından bu tür “diktaları” kabul etmeye “zorlandığını” öne sürüyor. Ancak her iki durumda da bu kabulü neyin tetiklediğine ya da bu diktalara karşı direnişin nasıl mümkün olabileceğine dair bir analiz ortaya koymuyor. Sorun, temsilcilerin irade eksikliği gibi bir şey, yani başkasının söylemine boyun eğmeleri olarak görülüyor.
Sol popülizmin sınırları
Elbette Mouffe, Syriza’nın başarısızlığının “iktidara gelmesini sağlayan popülist stratejiyi tek başına geçersiz kılmadığı” konusunda ısrar etmekte haklı. Ancak sorun, Mouffe’un böyle bir başarısızlığın köklerini ve gelecekte nasıl üstesinden gelinebileceğini kavrayıp kavrayamadığı. Burada Mouffe’un konumu, siyasi ontoloji ile somut olgular arasındaki belirsiz alana doğru kayma eğiliminde.
Yazılarında, “halkın” oluşturulma ve temsil edilme biçiminin belirleyici olması gerektiğine dair bir tür belirtilmemiş varsayım var. Sanki söylemsel yapılar maddi güçleri bir araya getirecek ve salt dile getirilişleri yoluyla devlet güçlerini ele geçirecekmiş gibi. Örneğin Thatcherizm’i “liberal-demokratik kurumları yok etmeden mevcut hegemonik düzenin dönüşümünü sağlamanın mümkün olduğunun” bir kanıtı olarak öne sürüyor.
Ne var ki Margaret Thatcher’ın siyasi projesine tam da Keynesçiliğin krizinin ortasında sermayenin egemen kesimlerinin çıkarlarını açıkça gözettiğinden bir deney alanı tanınmıştı. Fakat Syriza deneyiminin de gösterdiği gibi, sol bir hükümete deney yapması için aynı zaman ve alan tanınmayacaktır.
O halde Thatcherizm örneği neyi kanıtlıyor? Mouffe bunun cevabını tam olarak veremiyor. Bunun yerine, sağ ve sol popülizmler arasındaki örtüşmeyi tanımlayan hegemonyacı “demokrasi” fikrine dair soyut bir odaklanma ile “eşitliğin” demokrasinin tanımlayıcı bir yönü olduğu, sosyal adaletin bunun ifadesi olduğu ve “anti-kapitalizmin” de “demokratik” bir halkı sola doğru çekebilecek temel bir boyutu olduğu ısrarı arasında sık sık gidip geliyor.
Bu dönemde yazdığı bazı metinlerde Mouffe, krizin kapitalist kökenlerini ve en azından toplumsal yeniden üretimin maddi koşullarının yeniden şekillenmesine yol açacak olan mevcut finansal biçimiyle bir “kopuş” ihtiyacını vurgulayarak marksizm ile bir yakınlaşmanın eşiğindeymiş gibi görünebilir. Yine de bu amaçların her biri onun için birbirinden ayrı talepler olarak kaldığı için, onları temsil eden partinin ve liderin (ya da liderlerin) ötesine geçemez.
Mouffe’a göre, siyasi bir projenin başarılı olabilmesi için söylemsel olarak bir “halk” inşa etmek gerekir. Bu ön inşa faaliyeti olmadan belirli toplumsal ittifakların birbirine eklemlenmesi, kesişim halindeki çıkarların ortak bir tutarlılığa doğru aracılık etmesi ve mevcut devlet güçlerinin sekteye uğratılması söz konusu olamaz. Böylece özel hedefler bir seçim platformunun genellikleri denebilecek bir şey haline gelir: “Demokrasiyi radikalleştirmek için önce onu geri kazanmak gerekir.”
Ancak böyle bir iyileşme sağlandıktan sonra “demokrasiyi radikalleştirmek için daha uygun politikalar hakkında daha çatışmacı bir tartışma” yürütmek mümkün olacaktır. Mouffe’a göre cevaplar “önceden belirlenmemelidir.”
Bu iddianın tam aksine, Syriza’nın başarısızlığı bize bir şey öğretiyorsa, o da kesinlikle yeni bir söylemsel kimliğin seçimle ortaya konması yoluyla devleti “demokratikleştiremeyeceğimiz” ve ardından daha iyi temsil biçimleriyle hangi fırsatların ortaya çıkacağına bakamayacağımızdır. Çünkü böyle bir iddia devleti bir bütün olarak “demokratikleştirmez”, sadece “ekonomik” işlevlerinden ayrılmış fakat yine de ona tabi olan minör alanlarından birini “demokratikleştirir”. Böyle bir zeminde faaliyet gösteren “halkın” temsilcileri, somutlaştırdıkları varsayılan göstergelere tamamen zıt güçlere ve zorunluluklara tabi olduklarını göreceklerdir.
Sunuş ve çeviri: Emre Yeksan
Özgün metin: https://jacobin.com/2023/07/left-populism-laclau-mouffe-post-structuralism-politics-class