Sorumuz şu: Marksistler açısından mücadelede ahlakın yeri nedir?[1]
Kapitalizmin gelişmeye başladığı koşullarda siyaset kuramlarına yön veren tartışmalardan biri de olgu ile değer yani olan ile olması gereken arasındaki ayrım olmuştur. Bu dönem ve sonrasında her ne kadar idealist unsurlar içeren ideolojiler hakimiyetini sürdürse de kapitalizmin gelişmesine ve siyasal iktidar biçimlerinin, sınıf ilişkilerinin ve kurumların yeniden şekillenmesine bağlı olarak olgu ile değer arasındaki ilişkinin de öncekinden farklı hatta onun tersine bir yolla ele alındığı görülür: olgudan hareketle değeri, olandan hareketle olması gerekeni açıklama eğilimi. Ne de olsa burjuva dönemiyle birlikte birçok şey geri dönülmez biçimde dönüşmüştür: “Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler arkaları sıra gelen, eskiden beri saygıdeğer tasavvur ve görüşlerle birlikte silinip gider; yeni oluşanlar ise daha kemikleşmeye fırsat bulamadan eskir. Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve insanlar nihayet hayattaki konumlarına, karşılıklı ilişkilerine soğukkanlı bir gözle bakmaya zorlanıyorlar” (Komünist Manifesto). Kuşkusuz ki bu soğukkanlı bakış açısına sahip olması açısından ilk aklımıza gelen isim Machiavelli olur. Ne var ki Machiavelli’nin politik olguları ‘dinden ve ahlaktan değil, ulustan ve pratik ilişkilerden hareketle ele alma” yönündeki tavrı aslında yeni değildir. Doğrudan bir örtüşme olmasa da olgu ile değer arasındaki ilişkiye dair tartışmayı Machiavelli’den yaklaşık iki bin yıl önce daha genel olarak ilk materyalistlerle Platon ama bilhassa Sofistler ve Platon arasında görürüz. Bu tartışma esasen demokrasi yanlıları ile demokrasi karşıtları arasındadır ama genelde iyinin mutlak ya da göreceli olduğu yönünde bir kamplaşma olarak yorumlanır. Bu dönemde Antik Yunan’da ticaretin ve zanaatın gelişmesiyle birlikte sınıf ilişkileri ve politik güç ilişkilerinin dönüştüğünü göz ardı etmezsek tartışmanın olgusal nedenlerini de görebiliriz.
Platon’a göre gençlere para karşılığında erdemi ve iyi bir yurttaş olmayı öğretme -ki yurttaşlık doğrudan siyasal yönetime katılmayı ifade eder- iddiasında olan Sofistler, “yürüyen ve evcil canlıları avlayan” bir ‘ruh tüccarı’, kötü, çıkarcı şarlatanlardan ibarettir (Kynikli Diogenes bu son sıfatı Platon’a iade edecektir). Sofistlerin değil insanları hakikate ulaştırmak, buna engel olacak şekilde temel ikiliği yani varlık ve oluşu ayırmadıkları için onların gerçeği çarpıttığını, dahası diğer maddeci düşünürler gibi insanları dinsizliğe ve isyana sevk ettiğini ileri sürer. Değişmeyen gerçek varlık ve değerler yerine koşullara ve insanlara göre değişen varlıklar ve değerler ileri sürmek kuşkusuz ki idealizm ile materyalizm arasındaki ayrımın ontolojik ve etik görünümüdür. Demokrasi karşıtı Platon, insan doğası gereği toplumsal sınıfların zorunlu olduğunu ve dolayısıyla köleciliğin de doğal nedenleri olduğunu, hakikatin yani onun nezdinde ‘iyi’ ideasının bilgisine sahip olanın toplumu yönetmesi gerektiğini ileri sürerken kimi tarih kitaplarında tarihselci düşüncenin ilk temsilcileri olarak nitelenen Sofistler ise iyiyi ya da erdemi dünyevi olanla dahası politik olanla doğrudan ilişkilendirerek ele alır ve eğitim yoluyla bu erdemi gençlere kazandırmaya çalışır. Değerlerin, yasaların, bilginin, erdemin tarihsel açıdan göreceli, doğal ile toplumsal yasaların birbirinden ayrı olduğunu, tarihsel-toplumsal olguların saf bir felsefe aracılığıyla anlaşılamayacağını savunan Sofistler, Yunanlılar ve barbarlar ya da özgür yurttaşlar ve köleler ayrımının benimsendiği Antik Yunan’da bu ayrımı kabul etmedikleri gibi “herkes her bakımdan, ister barbar ister Helen olsun, yaratılıştan eşittir” (Antiphon) düşüncesini ve mülkiyet eşitliğini benimser (Phaleas). Bu nedenle Platon’un tepkisini çekmeleri olağandır. Kitabı pazar yerinde yakılan sofist Protagoras, Platon’a göre gençleri daha iyi birer yurttaş yapmak yerine onları daha kötü birer insana dönüştürmüştür. Demokritos’un eserlerini yok etmek üzere toplama girişiminde bulunduğu ileri sürülen -kendisi bunu gerçekleştiremese de haleflerinin bunu yaptığı-, adını anmaktan imtina etse de ona hakaret etmekten geri durmayan ve düşünceleri nedeniyle cezalandırılması gerektiğini ifade eden yine Platon olmuştur.
Platon erdemi ve politikayı mutlak, kalıcı bir varlık olarak iyi ideası ekseninde ele alırken Sofistler bu yöndeki tartışmada dünyevi güç ilişkilerine başvurur. Aristoteles Sofistler için “zayıf tarafı güçlü hale getirmek işte budur” der. Haksız da değildir! “Bence yasaları yapanlar, güçsüz kimselerdir; onların yasaları yapmaları, yasaları övmeleri hep kendilerine, kendi çıkarlarına göredir. Onlar, daha çok kazanabilecek olanları, en güçlü olanları, kendilerinden daha çok kazanmasınlar diye korkuturlar, alçaklıktır bu derler, namussuzluktur, doğru değildir, derler” (Kallikles).
Tartışma sadece politik ya da hukuki ilişkilerle sınırlı da değildir. Sofist Thrasymakhos’un şu ifadesi Marx’ın egemen sınıf ile egemen düşünceler arasındaki koşulluluğa ilişkin saptamasını duyurur: “Doğruluk güçlünün işine gelendir.” Marx bu olguya ideoloji tartışması yoluyla değinir: “Egemen sınıfın düşünceleri her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf aynı zamanda egemen fikri güçtür.” İşte bu tartışmayı ileriye taşıdığımızda karşılaştığımız ilk isimlerden biri siyaset kuramında güç ve çatışma olgusunu tarihsel bir yaklaşımla öne çıkaran, modern siyaset tartışmalarındaki siyasal iktidar sorununu rıza olgusuyla teorize eden, siyasi olguları nesnel yolla ele almanın imkanının zamana ve koşullara bağlı düşünmek olduğu gerçeğini hatırlatan Machiavelli olur. Platon ve ilk materyalistler/Sofistler arasındaki kavga Machiavelli ile Skolastik düşünce arasında -ve aslında bu düşüncenin referansları olan Platon ve Aristoteles’in otoritesine karşı- olmuştur. Demokritos’u kınayanın Platon, Machiavelli’yi kınayanın ise dönemin kilisesi olması rastlantı değildir. Yine siyasi tartışmalarda Platon’a çokça yer verilmesine rağmen Sofistlerin esamesinin okunmaması, okunsa da daha çok Platon’un onlara dair yarattığı itibarsızlıkla anılmaları manidardır.
İlkçağ materyalistleri ve Sofistlerin de dahil olduğu ve Machiavelli’de modern görünümü ile ortaya çıkan siyasi olguları tarihsel güç ve çıkar ilişkileri üzerinden ele alma eğiliminin Marx’ın fikirleriyle olgunlaştığını söylemek yanlış olmasa gerek. İlgiye değer hususlardan biri ise bu tartışmanın Marx’taki kuramsal tezahürünün sadece idealizmdeki mutlak ve evrensel varlık/iyi öncülüne değil bireyci ve ahlakçı öncüllerle hareket eden anarşistlere ve dönemin sosyalist kuramlarına dönük eleştirileri de içeriyor olmasıdır[2]: “Modern çağda Machiavelli, Hobbes, Spinoza, Bodinus vb. gibi düşünürlerden beri –öncekilerini saymıyoruz bile- güç, hakkın temeli olarak ortaya kondu. Böylelikle siyasetin teorik görüşü ahlaktan kurtarıldı ve sadece siyasetin bağımsız bir ele alınışının postulatı elde edilmiş oldu. Daha sonraları, 18. yüzyılda Fransa’da ve 19. yüzyılda İngiltere’de, hak tümüyle –ki Aziz Max bundan hiç söz etmez- medeni hukuka, medeni hukuk da tamamen belirli bir güce, özel mülkiyet sahiplerinin gücüne indirgendi; ne var ki bu salt bir söylem olarak kalmadı” (Marx). Öyleyse sadece burjuva ideolojisinin özü olan idealizmde değil ütopyacı sosyalizm kuramlarında da, anarşizmin temel argümanlarında da ve dahası başka bir kısım Marksist kuramda da bu öncüllerden hareket edildiğine hem Marx, Engels ve Lenin’in bunlara ilişkin eleştirilerinde hem de bu kuramların ortaya konulduğu temel metinlerde doğrudan tanık oluyoruz.
Siyasette ahlakçı eğilim her ne kadar iyi-kötü ayrımı ekseninde gelişmiş olsa da yine bu ikilik üzerinden düşünülebilecek ve siyasette merhamet, fedacılık, bireycilik, özgecilik, adillik, vicdan, haysiyet gibi kategorilerden hareket ederek olguları açıklama çabası da nihai olarak bu bakımdan özcülüğün farklı görünümleridir. Bu eğilimler, özgecilik ile -bencillik anlamında- bireycilik arasında gidip gelir. Marx’ın da ortaya koyduğu üzere ahlak olgusu maddi ilişkiler temelinde düşünülmesi gereken ideolojik tartışmanın uzantılarından biridir[3] ve bize göre Marksizm açısından hâlâ üzerinde tartışılmaya değer sorunsallardandır: “Komünistler ne egoizmi fedakarlığın ne de fedakarlığı egoizmin karşısına çıkarırlar. Onlar bu karşıtlığı teorik olarak ne şu ehlikeyf ne de bu tumturaklı ideolojik biçimde ele alırlar; aksine onun kendisiyle birlikte kendiliğinden ortadan kalkacağı maddi kaynağını ortaya koyarlar. Komünistler, Stirner’in uzun uzadıya yaptığı gibi ahlak vaazı vermez. İnsanlara, birbirinizi sevin, egoist olmayın vb. türden ahlaki talepler dayatmazlar” (Marx). Bu tartışmanın bizi ilgilendiren kısmı ise toplumsal olguların ahlaki referanslarla ele alınmasının masumane bir tavır değil ideolojik saiklerle açıklanabileceğidir. Dahası bu tavrın M. Ellen Wood’un dikkat çektiği gibi bir tersine okumayla ilişkilendirilebileceğidir. Zira bu tarz eğilimleri özcülük deyip geç(iştir)mek ideolojik ve politik saflaşmanın üzerinden atlamaya neden olabilir.
Wood’un “ideolojiyi ve politikayı özerkleştirmeye yönelik kuramsal eğilim” olarak ele aldığı Yeni ‘Hakiki’ Sosyalizm eleştirisine “sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının saf dışı edilmesi” önermesiyle açıklık getirmesi, toplumsal üretim ilişkileri ile ahlak arasındaki ilişki üzerine yeniden düşünmek için de kritik bir müdahaledir.[4] Bu eleştiri, halihazırda sol-sosyalist cenahtaki politik söyleme ve genel olarak ise küçük burjuva ideolojisine de yöneltilebilir. Zira her iki kesimde de zaman zaman toplumsal, siyasi dahası ekonomik olguları ele alırken ahlaki kategorilerin öncül olarak kullanıldığına tanık oluruz. Bunun son örneğini yaşanan depremde gördük. Bu süreçte öne çıkan olgu ise dayanışma oldu. Depremin ardından toplumda hızla gelişen dayanışma pratiğinin ‘deprem komünizmi’ gibi kavramlara varan yorumları tam da burada bahsi geçen ve ahlaki değerleri toplumsal üretim ilişkilerinden ve sınıf mücadelesinden özerkleştirerek ele alan yaklaşımları çağrıştırmaktadır.
Hangi eksende olursa olsun ya da hangi saflaşmayı temsil ederse etsin toplumsal mücadelelerde dayanışma mefhumu önemli bir yer tutar. Dayanışma ilk anlamda “ortak iyiyi gerçekleştirme”yi duyurur. Öncesinde ve depremden sonra da bir kısım sol-sosyalist söylemde öne çıkan dayanışma vurgusunun reel ya da ampirik durumla sınırlı kalması, bu vurgunun yaşanan sorunu aşmanın ilkesel yolu olarak kabul edilmesi ya da depremin ortaya çıkardığı sorunların tarihsel açıdan politik, ekonomik, ekolojik bağlamlarının göz ardı edilerek ele alınması durumunda, Wood’un ideolojiyi ve politikayı toplumsal üretim ilişkilerinden ve dolayısıyla sınıf mücadelesinden özerkleştirme olarak formüle ettiği eğilim ahlaki değerlere uygulanmış olacaktır. Bu eleştirinin depremdeki dayanışma pratiğine değil bu olgunun burada bahsi geçtiği biçimiyle tarihsel olgulardan özerkleştirilerek ele alınmasına ve buradan hareketle politik tezler üreten eğilimlere dönük olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Yoksa bireysel ve toplumsal değerler ve olgular olması açısından kuşkusuz ki haysiyet, adalet, umut, erdem gibi kategorilere de siyasi söylemde yer verilmelidir. Mesele bunları mücadelede kategorik öncüller olarak kullanan ya da toplumsal bölünmeyi bunlar üzerinden açıklamaya çalışan yaklaşımlardır. Bu açıdan seçim ittifakları arasındaki mücadeleyi ‘iyilerin kötülere karşı savaşı’ yoluyla açıklama yönündeki örnekleri de düşünebiliriz.
Benimseyeceğimiz dayanışmanın hayırseverliğe ya da yardımseverliğe evrilecek ya da hareketin tek ilkesi olarak kabul edilecek şekilde değil, bölgede hakim ekonomik, politik, ekolojik ve ideolojik ilişkilerin yeniden üretimine engel olacak ve bu ilişkileri bölgede yaşayanların gücünün ve birliğinin artırılması doğrultusunda belirleyecek mücadele unsurlarını yaratmak ve bu unsurları bir araya getirmek yönünde bir ilişki tarzının ifadesi olduğu aşikâr. Zira mücadelede politik, ekonomik ve ideolojik bağlamlardan kopartılmış dayanışma vurgusu -yukarıda bahsettiğimiz anlamda ve gerekçelerle- özcülüğü üretmekten başka bir şey ifade etmeyecektir. Bu yönde bir örnek olarak anarşist kuramcı Kropotkin’in içgüdü olarak dayanışmadan bahsetmesi hatırlanabilir.
Peki Marksizm Platon’a karşı Sofistler, Skolastik düşünceye karşı Machiaevelli safında mı yer alır? Genel olarak bakıldığında bu ayrımın iyi’yi mutlak ya da göreceli olmak üzere kabul eden karşıt iki yaklaşımla geliştiğini söyledik. Oysa ahlak söz konusu olduğunda Marx’ın ve Lenin’in tarihi materyalist yorumlayışında Sofistler ve Machiaevelli ile de temelden örtüşmeyen yanlar vardır.
Ahlak ile ahlakçılığı birbirinden ayırırsak, ahlakçı olmamak uğruna politik mücadeleyi ahlaki değerlerden bütünüyle koparma yoluna da gitmeyiz. Sınıf mücadelesini temelde ücretli emek, artı değer, özel mülkiyet, emek-sermaye çelişkisi vb. olguların tarihsel oluşum koşullarına dayanarak ele alsak da bu bizi mücadelenin saltık ekonomi ya da politik muhtevada olacağı gibi bir yanılgıya sürüklememeli. Kuşkusuz ki Marx’ın ortaya koyduğu üzere toplumların oluşumuna ve dolayısıyla sınıf mücadelesine yön veren olgular arasındaki öncelikleri göz ardı edemeyiz. Ama bu doğrultuda sürdürülecek bir mücadelenin nihai amacının toplumsal özgürlük olduğu ve bu yönde bir özgürlük mücadelesinin de çok boyutlu olduğu gerçeğini değiştirmez. Dolayısıyla ahlak sorununu özgürlük sorunundan, özgürlüğü özgür varoluştan ve tüm bunları toplumsal üretim tarzından bağışık ele alamayacağımızı tarihten hareketle söyleyebiliriz.
Marksistler açısından sınıf mücadelesi temelde özgürlük mücadelesidir. Burada ihtiyatlı olunması gereken noktalardan biri, ahlakın özgürlükten ve özgürlüğün de toplumsal üretim ilişkilerinden ve sınıf çelişkisinden özerkleştirilmesi ya da ahlakın özgürlüğe ikame edilmesi yoluyla Wood’un uyardığı yola girileceğidir. Özgürlüğün ahlak disiplini içinde, ahlakın ise ekonomi ve siyasetten ayrı düşünülmesi gerektiği savı akademik bir savdır ve bu yönde aklımıza gelen isimlerden biri kuşkusuz ki Kant olur. Oysa özgürlük siyaset ve maddi üretim ilişkilerinden ayrılamayacağı gibi ahlak tartışması da bu ikisi arasındaki zorunlu ilişkiden ayrı sürdürülebilir değildir. Kaldı ki özgürlük en genel anlamıyla doğamızın gerçekleşmesi, “bireyin tüm yönleriyle gelişimi” ve en temelde doğanın parçası olmamız itibarıyla sahip olduğumuz gücün farklı tarzda etkinlikler aracılığıyla edimselleşmesi ise özgür bir toplumda iyi, kötü vb. kavramlarının da asli bir yeri olmayacaktır. Öyleyse ahlak sorununu özgürlük sorununun, özgürlük sorununu ise sınıf çelişkisi sorununun önüne koyan her yaklaşım ahlak sorunsalını nesnel bir yolla ele almaktan kaçınılmaz biçimde uzaklaşmış olacaktır.
Ekonomik, estetik vb. değerler gibi ahlaki değerler de tarihseldir. Ne var ki bir olgunun tarihsel olması onun nesnel olmadığı anlamına gelmez. Sınıf mücadelesinde olduğu gibi herhangi bir olgunun nesnelliğini tam da bu tarihsel etkenler itibarıyla ileri süreriz. Burada nesnellik ile mutlaklığı, tarihsel yasalar ile doğal yasaları birbirine karıştırmadığımız sürece olguları ele almada kritik hatalar yapmayız. Zira Marx, tarihsel olguları doğal olgular gibi ele alarak üretilen düşüncelerin ideolojik karakterde olduğunu yani gerçekliğin çarpıtılması yoluyla açıklanabileceğini söyler. Konumuza geri dönersek; her ne kadar Platon’a ve Skolastik düşünceye nispetle Sofistlerin ve Machiavelli’nin safında olsak da tarihe Marksist materyalist yolla baktığımızda mutlaklık ile görecelilik arasında bir tercih yapmak zorunda olmadığımızı görürüz.
Marksizmde ahlakın politikaya önsel ve mutlak olamayacağı savı, ahlakı toplumsal üretim ilişkilerinden bağımsız ve göreceli bir düzleme taşıyarak geliştirilmez, bu nedenle onun ahlak sorunsalına kayıtsız olduğu söylenemez. “Her çelişkinin bir çıkar çatışması olduğu kadar bir değer çatışması da olduğu […], her sınıf mücadelesinin aynı zamanda değerler üzerine bir mücadele olduğu” (E.P. Thompson) Marksist bir önermedir.
Marksizmde ahlak tartışmalarına farklı şekillerde yer verilmiş olsa da bu tartışma çoğu kez materyalist yaklaşımdan sapmadan sürdürülememiştir. Nesnel ve materyalist bir etiğin ise büyük ölçüde ve kritik yönleriyle Lenin’de geliştirildiğini söyleyebiliriz. Ona göre komünist devrimciliğin belli bir ahlakının olduğu kuşku götürmezdir. Lenin’in Komünist Manifesto’daki önermelere -ki bu önermeler aynı zamanda sınıf mücadelesinin nesnelliğinin ve meşruiyetinin ifadesidir- dayandırarak geliştirdiği ahlak anlayışı, onun tarihe ve sınıf mücadelesine dair görüşlerinden ayrılmadan okunduğunda yerli yerine oturacaktır.
Marksizm ve ondan bağımsız düşünemeyeceğimiz komünist devrimcilik, doğanın ve insanlığın tarihsel bilgisine dayanarak ortaya çıktığı ve geliştirildiği için nesnelliğini bu tarihsel kaynaktan alır. Marksizm de komünizm de “insanlığın toplam birikiminden” çıkmıştır. Öyleyse “ancak insanlığın yarattığı bütün hazinelerin bilgisiyle zihninizi zenginleştirdiğiniz zaman” (Lenin, Gençlik Birliğinin Görevleri) bir komünist olabilirsiniz. Ne var ki deneyim toplumsal karakterdedir ve bilgi deneyimde sınanarak geliştirilebilir: “Tüm modern bilgiyi özümseyerek, ancak komünizmi kalıplaşmış ve ezberlenmiş formüllerden, öğütlerden, reçetelerden, buyruklardan ve programlardan çıkarıp şimdiki işinizle birleştirerek o yaşayan gerçekliğe dönüştürebilirseniz ve ancak komünizmi tüm pratik çalışmanızın bir kılavuzu yapabilirseniz, bu görevi başarabilirsiniz” (Lenin). Lenin, tüm bu öğrenme ve deneyim sürecini komünist olmanın gerektirdiği bir varoluş tarzını gerçekleştirmek bağlamında etik karakterde düşünür. Yukarıda ele aldığımız biçimiyle materyalist yaklaşımı her yönüyle kullanabilmeye ve derinleştirebilmeye dönük çalışmayı da bu etiğin edimselleşmesi olarak ifade eder. Bir komünistin “temel olguların bilgisi kafasında sindirilememişse, komünizm boş bir şey, salt bir yafta; komünist de salt bir kabadayı olacaktır. Bu bilgiyi yalnız özümsemek değil, eleştirerek özümsemek zorundasınız” (Lenin). Böylesi bir özümseme çabası doğrudan doğruya tarihsel nedenselliğe dayanmalıdır, ahlaki öncüllere ya da ahlaki sorumluluğa değil. Burada öncelikli bir bağlamdan bahsedilecekse bu, insanlığın geçmişten gelen özgürlük mücadelesi olabilir ve bu mücadele “toplumsal ve tarihsel süreçlerin materyalist çözümlemesiyle” (Wood), Lenin’in de bahsettiği üzere tarihle, bilimle, bilgiyle, deneyimle, çalışarak, mücadele içinde öğrenmeyle ve ilerlemeyle gerçekleşebilir. Öyleyse ahlaklı olduğumuz için değil devrimci bir varoluşa sahip olduğumuz ölçüde devrimci oluruz.
Manifesto’da belirtilen “komünistlerin bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı ve farklı çıkarları yoktur” ilkesi, Lenin’in komünist etik yaklaşımının öncülü olarak kullanılır. Komünistler tüm araçları ve olanakları, doğru bir program ve stratejiyle sınıf savaşımı çıkarı için seferber ederek bu savaşın gerektirdiği zorunlulukları yerine getirebilir. “Bütün çıkarları bu savaşıma bağlı kılmak”, sömürü ve özel mülkiyete karşı (Wood’un deyimiyle “stratejik toplumsal güce sahip olması hasebiyle devrimci özne olan işçi sınıfı”nın birliği ekseninde) toplumun tüm kesimlerini bu savaş etrafında birleştirecek devrimci gücü tesis etmek ve geliştirmek mücadeleyi sadece ekonomik değerlere indirgeyerek gerçekleştirilemez: “Hareketin gerçekten devrimci olması, yani gerçekten devrimci sınıfın daha da geniş kesimlerini yeni bir hayata uyandırması, bu sınıfın ve onun aracılığıyla, kendisiyle temasa geçen herkesin manevi ve siyasal yapısını gerçekten yeniden şekillendirmesi şarttır” (Lenin). Dayanışma tam da böylesi bir yeniden şekillenmeye vesile olduğu zaman devrimci değerler üretir. Bu yönde bir ortak mücadeleye “öğrenerek, örgütleyerek, birleştirerek ve savaşarak” katılmak politik ve etik gereklilikler olarak da düşünülmelidir. Öyleyse komünist etik, mutlak ya da değişmez ilkelere göre değil doğanın ve toplumların oluşumundan sınıf mücadelesine, sınıf mücadelesinden özgür bir topluma geçişle koşullu ve bu açıdan tarihsel zorunluluğa dayanan ve bu tarihsel zorunluluğu teşkil eden güç ve çıkar ilişkileri aracılığıyla düşünülmesi gereken bir etiktir.
Sınıf mücadelesi kötülüğün egemenliğine karşı iyiliğin egemenliği değildir; vicdan, haysiyet, iyilik, adalet, umut vb. hareketi hiç değildir. Doğrudan doğruya ve en genel anlamıyla “proletaryanın bir sınıf olarak oluşması, burjuva hâkimiyetinin yıkılması, proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmesi” ve üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti yoluyla ücretli emeğin ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılacağı tarihsel mücadelenin adıdır. Marx’ın ortaya koyduğu tarihsel önermelere, politik ve ekonomik olgulara, Lenin’in ortaya koyduğu devrimci stratejiye ve devrimci deneyimin ortaya çıkaracağı devrimci güce ve olanaklara dayanır. Bu nedenle de sınıf mücadelesi birincil olarak toplumsal üretim tarzıyla, mülkiyet ve maddi güç ilişkileriyle ilgilidir ve “hiçbir rafine ve manevi şeyin onsuz var olamayacağı, kaba ve maddi şeyler için bir mücadeledir” (Eagleton). Öyleyse kapitalizme barbar, acımasız, kötü, vahşi vb. sıfatlar atfetmenin de onun tarihsel doğasını anlamamıza hiçbir faydası olmayacaktır. Nihai olarak sınıf mücadelesi, son derece toplumsal ve maddi çıkarlar uğruna yürütülür. Ama bu çıkarların temelinde tam da tüm değerleri ekonomik değere indirgeyen kapitalist üretim tarzına karşı bireylerin tüm kapasitelerini gerçekleştirebileceği ve özgürce estetik, etik, bilimsel vb. değerler üretebileceği sınıfsız toplumu yaratma mücadelesi vardır. Sınıfsız toplum ise ne altın çağdır ne ütopya ne de bir idea. Öncüllerini ve meşruiyetini tarihten alan sınıfsız toplum, ‘kapitalist toplumda geçmişin bugüne hükmetmesinin aksine bugünün geçmişe hükmettiği’ bir toplumdan, bireylerin enternasyonal ve özgür birliğinden, insanın kendine ve doğaya dönüşünden başka bir şey değildir.
[1] Ahlak kavramını daha çok toplumsal davranışları ifade etmek, etiği ise bu davranışları belirleyen değerleri inceleyen disiplin olarak düşünsek de bu yazıdaki ahlak vurgusunun iki yönü de içerek şekilde kullanıldığını söyleyebiliriz.
[2] Liberalizm, anarşizm ve ütopyacılıkta göz ardı edilemeyecek ortak yanlardan biri farklı görünümlere sahip olmakla birlikte ahlakçılık ya da ahlakın özerkliğidir ve bu ortaklık özellikle ilk ikisinin birey anlayışındaki ortaklığı da kapsar. Bu ortaklığın temelindeyse M. E. Wood’un da isabetli biçimde saptadığı ideolojiyi ve politikayı toplumsal üretim ilişkilerinden ve sınıf mücadelesinden özerkleştirme eğilimi yatar.
[3] “Proleterin gözünde yasalar da ahlak da din de ardında bir sürü burjuva çıkarının pusuya yattığı bir sürü burjuva ön yargısından başka bir şey değildir” (Marx). Spinoza, -buyrukları esas alması hasebiyle- dinlerin ahlakı, felsefenin ise doğayı öncül olarak kabul etmesinden hareketle “inanç ya da teolojiyle felsefe arasında hiçbir bağ olmadığı gibi, hiçbir yakınlık da yoktur” çıkarımı yapar. Dahası bu tartışmayı hukuk ve din üzerinden politik düzleme taşımaktan geri durmaz. Filozofa göre “nasıl ki günah ve (kesin anlamda) itaat ancak bir Devlet içinde düşünülebilir, aynı şekilde, adalet ve adaletsizlik de ancak bir Devlet içinde tasarlanabilir.” Bu perspektifi iyi ve kötüye uygulamamak için hiçbir nedenimiz yoktur.
[4] Marx ve Engels, kimi sosyalist eğilimleri sınıflandırarak daha genelde ideoloji ile politik ekonomi ve daha özelde ise ahlak ile politik ekonomi arasındaki özerkleşmeye dikkat çekmiştir: “bir sınıfın bir başkasına karşı mücadelesini ifade etmekten çıkan […] hakiki ihtiyaçlar yerine hakikatin ihtiyacını, proleterin çıkarları yerine insan özünün, genel olarak insanın, hiçbir sınıfa, hele gerçekliğe ait olmayan, yalnızca felsefi fantezinin puslu alemine ait olan insanın çıkarlarını savunan” Alman sosyalizmi ya da “Hakiki” Sosyalizm. İkinci olarak ise, “iktisatçılar, hayırseverler, insancıllar, emekçi sınıfların durumunu düzeltmeyi kendilerine iş edinenler, hayır işleri örgütleyicileri, hayvanları koruma derneği üyeleri, itidal ve kanaatkârlık derneği kurucuları, üçkâğıtçı reformcuların her türlüsü”nün öncülük ettiği ve “burjuva toplumunun varlığını sürdürmesini sağlamak için toplumsal bozukluklara çare bulmayı” amaçlayan muhafazakar sosyalizm ya da burjuva sosyalizmi. Son olarak, St. Simon, Fourier ve Owen’ın temsil ettiği, proletaryanın “kendine özgü bir siyasi hareketi” gerçeğini görmezden gelen, “toplumsal faaliyetin yerini onların kişisel yaratıcı faaliyeti, kurtuluşun tarihi koşullarının yerini onların kafalarında yarattıkları koşullar, proletaryanın adım adım sınıf hâlinde örgütlenmesinin yerini de bu mucitlerin kendi kafalarından özel olarak bulup çıkardıkları bir toplum örgütlenmesi”nin aldığı eleştirel-Ütopyacı Sosyalizm ya da Komünizm” (Komünist Manifesto). Lenin ise bu tarz eğilimleri “sınıflar üstü sosyalizme ve sınıflar üstü siyasete dair bütün öğretiler” olarak niteler. Burada bu eğilimlere değinmemizin nedeni, güncel toplumsal hareketlerde ve birçok sosyalist kuram ve harekette de bahsi geçen sosyalist akımların geliştirdiği argümanlara ve öncüllere rastlıyor olmamız. Güncel olarak böylesi eğilimler daha çok toplumsal hareketler ve halk ittifakı gibi olguların sınıf mücadelesi ve proletaryanın öncülüğü fikrine ikamesi şeklinde beliriyor. Bunların söylemlerinde ise yine özcülükle ilişkilendirebileceğimiz evrensel değerler, evrensel haklar ve radikal demokrasi gibi ilkeler öne çıkıyor.