Cuma, Ekim 11, 2024

Kültürel iktidar kavgası yok, sınıf mücadelesi var

Voleybol milli takımının sportif başarısı uzun zamandır süregelen bir tartışmayı hortlattı. Ebrar Karakurt’un açık LGBTİ kimliği ve bu sportif başarının sahibinin kadınlar olması, iktidar yanlısı kesimlerden o tarafa doğru küçük çaplı bir saldırı başlattı. Ebrar’ı savunan federasyon başkanının görevden alınmasının istenmesi gibi somut taleplerden, küfürler eşliğinde yükselen öfkeye kadar her türlü tepki, iktidar yanlısı kesimlerde ortaya çıktı. Solcuların ise bu tepkilerden çıkardıkları sonuç, AKP’nin, Cumhur’un veya Erdoğan’ın hâlâ “kültürel iktidara” sahip olmadığının tespiti oldu.

Bu tespit uzun zamandır yapılıyor. Bu tespiti Erdoğan başta olmak üzere Fahrettin Altun gibi AKP’nin ağır topları da dile getiriyor. “Siyasi iktidarı aldık, kültürel iktidarı da alacağız” diyen bir Altun, “hâlâ sosyal ve kültürel iktidarı almak konusunda sıkıntılarımız var” diyen bir Erdoğan var.

Solcular, bu konuda Erdoğan ve çevresiyle ortaklaşıyor, düzenli olarak bu söylem tekrarlanıyor. Buna göre, iktidarı alamıyor olabiliriz ama kültürel iktidar bizde, onların da acısı bu. Bu kesinlikle karşılığı olmayan bir iç rahatlatma yöntemi. Çünkü Türkiye’ye baktığımız zaman durumun pek de öyle olmadığını görebiliyoruz.

Öncelikle “kültürel iktidar” veya “kültürel hegemonya” kavramlarının bu şekilde kullanımı yanlış. Ama bu başka bir tartışma. Bu yazı bağlamında, sosyal ve kültürel alanda hakim olan ideoloji olarak kabul edelim bu kullanımları. 

Bu ülkede kutuplaşan ve çatışan, hangisinin hakim olduğu “tartışmalı” iki kamp varsa bunlardan biri komünizm, devrimcilik veya sosyalizm değil. Sanki böyleymiş gibi davranılmasına büyük itirazımız var. Solcular “kültürel iktidar bizde” diyor övünerek. Bir Türkçü olan Ebrar Karakurt, elbette taktiksel olarak iktidara karşı savunulabilir ancak aynı kamptaymış gibi davranmak yalnızca o başarıya ortak olmaya çabalayan solcunun kimsecikler tarafından duyulmayan fısıltıları olabilir.

Diğer taraftan, Yılmaz Güney’e karşı başlatılan topyekûn saldırıyı görüyoruz. Herkesin bildiği birtakım suçlar işlemiş dahi olsa, yarattığı kültürel ürünler komünizm propagandasıydı. Onun anılmasına, kültürel ürünlerinin yayılmasına karşı solcular tarafından duyulan düşmanlık, Yeni Şafak yazarı tarafından “fanus çatladı, darısı Mahir’inden Deniz’ine..” sözleriyle, mutlulukla karşılanıyor. Haklı, Mahir’in kendi notlarını pencereden aşağı attı diye sevgilisini bacaklarından tutarak pencereden sarkıttığı anlatılır. Normalde Mahir Çayan’ın “iptal” edilmesini gerektirecek bu olayın gündeme çıkarılması için biraz bekleniyor gibi. Ama saldırının geleceği muhakkak. Dosdoğru savunulabilecek mi, belli değil.

Komünist propaganda, tarihinde hiç olmadığı kadar zayıf. Onun öncü yazarları, romancıları, şairleri, yönetmenleri, oyuncuları, müzisyenleri yok. Kıyıda köşede, pek bilinmeyen sanatçıları var en fazla. Ama olması da beklenemez. Yılmaz Güney örneğinde, onun lümpenliği nasıl yetiştiği yerel koşullarda geliştiyse, devrimciliği de 68 hareketi ve ardından gelen 71 kopuşuyla gelen büyük bir devrimci hareketten doğdu. Aklımıza gelebilecek bütün komünist büyük sanatçılar, büyük devrim dönemlerinde ortaya çıktı. Toplumsal mücadeleler, dönemin sanat, spor ve kültürel alanlarındaki isimlerin konumlarını belirledi. Bugün, sınıf mücadelesinin bu kadar zayıf olduğu bir dönemde, doğal olarak onun içinden çıkması gereken kültürel öncüler çıkmıyor. 

Bu, herkes tarafından görülüyor. Ancak bazılarımız bu sınıf mücadelesini örgütlemeye çalışarak onun kendi kültürel öncülerini çıkarmasını bekliyor; bazılarımız da halihazırda hakim olan kültürel kamplardan birini sahiplenmeye, en azından ona dahil olmaya çalışıyor. “Kültürel iktidar bizde” sözüyle, “kültürel iktidar laiklerde, seküler yaşam tarzında” demek istiyor. Bunu diyenler kendini artık komünist veya devrimci olarak tanımlamıyor. Laik ve seküler olan geniş cenahın parçası olmak onlara yetiyor.

Kültürel iktidarın laiklerde mi, yoksa Erdoğancılarda mı olduğu bizim tartışmamız değil. Zaten bu genellikle suni bir ayrım. Şampiyonluk sonrası Erdoğan tarafından telefonla arandığında voleybol takımının kaptanı Eda Erdem bundan müthiş bir kıvanç duyuyor. Erdoğan’ın ülkesinde laiklik, düzene sıkıntı yaratmadığı sürece sorun değildir. Düzene sorun yaratması, sınıf mücadelesiyle başlar.

Bugün, hem Erkekler Futbol Süper Ligi’nin hem de Kadınlar Voleybol Milli takımının ana sponsoru olan Trendyol’a karşı işçiler muazzam bir direniş örgütlüyorlar. Hadi futbolcular zaten onlardan. Bizim kampımızda olduğu varsayılan voleybolculardan da bir ses çıkmıyor. Ama Trendyol’la birlikteliği net bir şekilde ortada olan, (bazıları buna şaşırabilir) Türkiye Devleti ve onun başındaki Erdoğan. Her defasında emniyet güçlerini Trendyol işçilerinin üzerine sürüp, onları dövdürerek gözaltına aldırmasını biliyor. 

Erdoğan’ın birlikte olduğu “daha laik” başka birine bakalım. Agrobay patronu Arzu Şentürk. Solcuların gözleri artık bu direnişleri görmediği için, safları da bilmiyorlar. Arzu Hanım, kadın istihdamına önem veren, laik, seküler bir rol modeli. Kadın işçiler haklarını almak için yol kesene kadar. Sabahtan akşama ülkenin mahkemelerine güvenmediğini söyleyen laik ve seküler cenahın patronu Arzu Hanım’ın, başkaldıran işçilerine önerisi “hukuk yoluna başvurun” yani “Erdoğan’a gidin” oluyor. Erdoğan da güya düşmanı olan Arzu hanım için polisini jandarmasını kadın işçilerin üzerine salıp onları coplatıp gözaltına aldırıyor. Herkesin böyle düşmanı olsun.

Laik ve seküler patronların, rol modellerinin Erdoğan iktidarı ile suni karşıtlıklarını bir kenara bırakıp yan yana gelebilmesi için bir işçinin direnişi yeterli. Bu, bu kadar açıkken gözünü kapayıp “kültürel iktidar bizde” söylemleriyle üyelerini, yoldaşlarını ve devrimcileri aldatmaya çalışanlar, bu yaptıklarından vazgeçsinler. Hiçbiriyle beraber değiliz, bizi tanımlayan da laiklik, sekülerlik değil. Biz işçi sınıfının devrimci mücadelesini büyütmeye çabalayanlarız. Bu kampta kimler varsa biz onlarlayız.

Son Eklenenler