Cumartesi, Ekim 12, 2024

Filistin’in kurtuluşunda kültürün rolü nedir? – Muhammed El Kürd

Çeviri & Sunuş: Emre Yeksan

Kültürün (ve sanatın) politik mücadeleyle ilişkisi ve aydınların bu ilişkiye dair sorumlulukları üzerine en çok kafa yormuş siyasi hareketlerden birisi şüphesiz Filistin Kurtuluş Hareketi. Edward Said’den Gassan Kanafani’ye, BDS hareketinden devrimci sanat girişimlerine Filistin mücadelesi tarihi bir örgütlü halk hareketi ve silahlı güç olmanın yanı sıra kültürel cephenin de sürekli ateş altında kaldığı ve savunulduğu bir çatışma hattının belirgin bir örneği. Filistinli şair ve yazar Muhammed El Kürd de bu denemesinde hem harekete içkin bu sorgulama geleneğini hatırlatıyor hem de ortaya can yakıcı sorular atarak bugünün özgül tarihsel şartları içinde “angaje aydın” ve “politik sanatçı” konumlarını yeniden tartışmaya açıyor. 

Bu yazı, odağına aldığı meseleler açısından Türkiye’de süregiden kültür çatışması tartışmalarına da denk düşüyor. “Kültürel hegemonya” Marksist literatürün Türkiye solu tarafından en yanlış anlaşılan ve en yersiz kullanılan kavramlarından birisi muhtemelen. İçeriği günden güne politize olan popüler kültür ürünlerinin, burjuva siyasetinin ürettiği çatışmaları yankılayan milletlerarası spor müsabakalarının, sürekli farklı sanat alanlarında alevlenen sansür ve müdahale tartışmalarının ortasında “aydın” kavramını, hatta bağlamı Gramsci aracılığıyla kuracaksak “organik aydın” kavramını yeniden gündeme almak tartışmayı daha doğru bir zemine çekmeye yardımcı olabilir. Bu açıdan, El-Kürd’ün yazısı başlangıç için iyi bir mıntıka temizliği yapıyor.

Öte yandan bu yazı her ne kadar kendi tanımladığı çerçeve içinde önemli sorular ortaya atarak etkili bir tartışma yürütse de kültür ürünlerinin üretim süreçlerine ve oradan hareketle kültür-sanatın içeriğini de koşullandıran mülkiyet ve emek ilişkilerine yeterince yer vermiyor. Bilerek ya da bilmeyerek bıraktığı bu boşluklar üzerinden yazının tartışılmaya, geliştirilmeye ve mevcut tespitlerle birlikte yeniden ele alınmaya açık olduğunun şerhini düşmekte de fayda var. İyi okumalar.


FİLİSTİN’İN KURTULUŞUNDA KÜLTÜRÜN ROLÜ NEDİR?

Söyleşilerde ve üniversite kampüslerinde, Filistin kurtuluş hareketinde edebiyatın rolü hakkında ne düşündüğüm sorusuyla sık sık karşı karşıya kalıyorum. Bu her ne kadar pek yıkıcı bir soru olmasa da kulağa öyle geliyor: Edebiyatın rolü nedir? Burada, İngilizce konuşulan ülkelerde, şık otel lobilerinde ve namlı üniversitelerin konferans salonlarında, mülteci kamplarının ve el yapımı silahların yıldızlar kadar uzağında kime hizmet ediyor edebiyat? Cevabı kolay değil. Şiirin bir silahın namlusunda ne işe yarayacağını hayal etmek zor. 

Bu soruya genelde aynı anekdotu paylaşarak cevap veriyorum: Raşit Hüseyin “Allah Bir Mültecidir” isimli hiciv şiirini İsrail’in 1960’ta çıkardığı, “devlet mülkü” olan arazilerin satışını ya da devrini yasaklayan Toprak Yasası’na (ki 1948’de gasp edilen toprakların yüzde 93’ü bu sınıflandırmaya dahildi) ve İsrail hükümetinin Nakba sürecinde mülksüzleştirilmiş Filistinli mültecilerin topraklarına el koyma hakkını tanıyan 1950 tarihli Terkedilmiş Mülk Yasası’na tepki olarak yazmıştı. Raşit Hüseyin’in şiiri yalnızca Siyonist toprak hırsızlığını belgelemekle kalmayıp çiftçi ve toprak sahiplerinin genel greve gitmesinde katalizör işlevi de görmüştü. O zaman kolay olan cevabı vereyim: Sanatçılar küresel düzeyde farkındalığı artırırlar ve yerel olarak da kitlelerin harekete geçmesinde yakıt işlevi görürler. Ama bazen tersini ifade etmeye daha yakın oluyorum. Bunun tamamen bir göz boyama olduğunu, tüm bu şiirlerden, metinlerden, konuşmalardan sonra statükoda hâlâ en ufak bir çatlak açılamadığını söyleyesim geliyor. 

Bu bakışın çekiciliğine karşı durmak da gitgide zorlaşıyor. Yazdıklarım sebebiyle bir sürü abartılı sıfat ve basmakalıp sözle taltif edildikçe bu övgülerin şişirilmiş ve manasız olduğu gerçeğini hatırlıyorum; özellikle de başkaları parmaklıklar ardında, hastane yataklarında acı çekmişken (ve acı çekmeye devam ederken) kollarını, bacaklarını, hatta hayatlarını kaybederken onların böyle övgülere mazhar olmadığına şahit oldukça hatırlıyorum bunu; özellikle de artık bir klişeye dönüşmüş “varolmak direnmektir” hissiyatı hâlâ revaçtayken (tabii ki bunu “Varolmak Direnmektir” isimli örgütle karıştırmamak gerek). Şüphesiz ki buldozerlerin önünde zeytin ağaçlarına sarılan Mahfuza Iştiyye’nin varoluşu direniştir. Silvan’da, Şeyh Cerrah’da, Mesafir Yatta’da yerinden edilmeyle karşı karşıya kalan, Lübnan’daki mülteci kamplarında mevcudiyeti yok sayılan Filistinlilerin varoluşu direniştir. Peki, bizim gibi daha fazla hareket imkânına ve görünürlüğe sahip olanlar? Bizim katkılarımız nasıl sembolik kimlik jestleri olmanın ötesine geçebilir? Tekrar etmek gerekirse, şiirin bir silahın namlusunda ne işe yarayacağını hayal etmek zor. 

Böyle bir durumda en beklendik tepki suçluluk duygusu oluyor. Fakat bu insanı harekete geçiren bir duygu değil, mecburiyetlerden konuşmak her zaman çok daha işe yarar. Özellikle de kamusal alanda bir mevcudiyete sahip olan sanatçıların ve bilgi üreticilerinin mecburiyetlerinden. Sıklıkla Basil El-Arac’ın sözlerini hatırlıyorum: “Bir aydın olmak istiyorsan angaje olmak zorundasın” (ki burada Arapçadan angaje olarak çevrilen muştabık sözcüğünün aslında çok daha militan bir tonu olduğunu söylemeden edemeyeceğim). “Angaje olmak istemiyorsan, zulümle karşı karşıya kalmaktan çekiniyorsan bir aydın olarak rolünün hiçbir anlamı yoktur.”

Geçen birkaç ay boyunca dostlarımı içinde bulunduğum bu ikilemle ilgili moral bozucu tartışmaların içine çektim. Kültürel üretimin bir kurtuluş mücadelesindeki, daha net olmak gerekirse bizim kurtuluş mücadelemizdeki rolü nedir? Filistin Gençlik Hareketi’nden bir arkadaşım bana “sanatın sanat için var olamayacağını”, onun mücadeledeki daha büyük bir emele hizmet etmesi gerektiğini söyledi. Şarkıcı bir diğer arkadaşım sanatçıların, “davanın soyutlaşmış sloganlarını” dile getirmektense bireyselleşmiş anlatılara tutunduklarında daha etkili olduklarını iddia etti. Diğerleri benim de dile getirdiğim söylemi inşa eden bazı büyük şair ve yazarları hatırlatarak aynı anda hem nasıl bu şekilde inançsız kalıp hem de nasıl böyle ezberden konuşabildiğimi sorguladılar.

Hatırlattıkları isimlerden biri, tabii ki, yaşamıyla “angaje bir aydın” olmanın ne anlama geldiğine dair gerçek bir örnek teşkil etmekle kalmayıp düşmanlarımızın “hareketlerinin önemli ve ayrılmaz bir parçası” olarak sanatı nasıl da silaha dönüştürdüklerine en içeriden tanık olan Gassan Kanafani idi. 1967’de yayımlanan kitabı Siyonist Edebiyat Üzerine’de şöyle yazmıştı: “Siyasal Siyonizm, edebiyatı sadece bir propaganda aracı olarak görmekle kalmayıp onu siyasi ve askeri kampanyaları için de yaygın biçimde kullandı.”

Her ne kadar (sadece, silahın ve yalnızca silahın gücüne inanan biri haricinde) bütün arkadaşlarım kültür ve sanatın hakiki bir rolü olduğuna inanmış görünseler de hiçbiri bu rolün doğasının ne olduğu ve bunun sistemik olarak nasıl ifade edileceği konusunda anlaşamadılar. Tartışmalarımız uzlaşmasız biçimde son buldu. Üstüne üstlük, bu tartışmalar harekete geçirici olmaktansa moral bozucuydu, çünkü (farkındalık kazandırmak, mücadeleye yakıt olmak vs.) kolay cevapların arkasından inatçı sorular kendini dayatıyordu: Sanatçılar sanatsal pratiği yöneten ulusal ya da kültürel kurumlara (hangi kurumlara?) minnettar olmalı mı? Ortada suçlulaştırılmış, yolsuzluğa batmış ve çok az kaynağa sahip hasarlı bir sivil toplum varken kim devrimci bir yeniden doğuş için gerekli araçları sağlayabilir? Sanatçıların da mücadelemizin araçlarından biri olduğunu söylediğimde sanatsal özgürlüklere darbe mi vurmuş olurum? Siyasal bir önderliğin yokluğunda bu sorulara cevap verecek yetkiye kim sahip?

Biliyorum ki ne (benden önce de defalarca sorulmuş) bu sorulara cevap verebilecek yeterliliğe sahibim ne de bu kısa deneme içinde bunu yapmaya çalışacağım. Ben yalnızca sanatçının mecburiyeti fikriyle ve bu mecburiyetin nasıl karşılanacağı sorusuyla ilgileniyorum.

Geçen Nisan ayında Londra’da Jeremy Corbyn’le görüştüğümde, benimle İsrail’e uygulanacak yaptırımlar, yaptırımlar ve daha fazla yaptırımlar hakkında konuşmasını temenni ediyordum. Bunun yerine benim kuşağımın umut verdiğini, bugün şarkılar söyleyen, şiirler yazan, filmler çeken genç Filistinlilerin kaçınılmaz biçimde Filistin davasının gelecekteki savunucuları olacaklarını söyleyerek beni şaşırttı. Belki de farkında olmadan, hapishaneden kaçan El-Aksa Şehitleri Tugayları’nın eski lideri Zekeriya Zübeydi ve örgütün diğer militanlarıyla bir araya gelip Cenin Özgürlük Tiyatrosu’nu kuran Juliano Mer Khamis’e atfedilen o “Üçüncü İntifada kültürel bir intifada olacak” sözünü akla getirecek şekilde, kültürel üretimin mesihvari bir niteliği olduğunu ima ediyordu. Ben daha önce dile getirdiğim sebeplerle bu bakışın romantik ve indirgemeci olduğunu düşünüyorum. Fakat mermerin içinde bir melek heykeli varsa da onun bir heykeltıraşın yardımı olmadan kendini yontması mümkün değil. Böylesi bir kültürel intifada kendiliğinden, devasa bir altyapı ve büyük bir örgütsel destek olmadan ortaya çıkmayacak.

Mecburiyet, benim açımdan, kurumun yerine geçen şeydir. Kamusal alanda bir yere sahip bir yazar olarak en azından siyasal bir eğitimden geçmeliyim ve Filistin’le ilgili bir iş üreteceksem bu konuda siyasi danışmanlığa başvurmayı düşünmeliyim. Burada önerdiğim şey işlerimize katkı yapacak olanların didaktik ya da militanca yaklaşması değil. Çok sevgili işlevsizleşmiş Filistin devletimizin hamiliğine dair bir çağrı da değil. (Gazeteci Şirin Ebu Akile’nin öldürülmesinden önce Ramallah’ta bir Medya Bakanlığı olduğunu bile fark etmemiştim.) Onyıllardır karartmalar ve uydurma nüanslarla anlaşılmaz kılınan halimizin özenle ele alınmasını öneriyorum sadece. Siyaset ve medyadan gelen kaynakların yokluğunda, kolektif mücadelemizle ilgili kamusal açıklamaların yine kolektif biçimde üretilmesi gerekiyor. Kısacası, bu açıklamalar Filistin sokaklarına sadık olmak zorunda. 

Bir arkadaşım bu pozisyonu adaletli bulmadığını belirtti. Bu düşüncemi Netflix’te yayınlanan Mo dizisine dair bir eleştiri biçiminde paylaşmıştım (yazının uzamaması adına o konuya girmeyeceğim). Arkadaşım da “Tek bir televizyon programının Filistin’i sırtlanmasını beklemek adil değil,” dedi. Katılıyorum: sanatçılarımıza dünyadaki başka sanatçıların taşımak zorunda olmadığı sorumluluklar yüklemek adil değil. Ama durum bu. Anaakımda, özellikle de İngilizce konuşulan ülkelerde Filistinlilere rastlamak o kadar nadir bir olay ki Mo gibi bir dizi muhtemelen sıradan bir Amerikan izleyicisinin bizim hal-i pür-melalimizle ilk karşılaşması oluyor; tabii CNN ya da New York Times’daki Filistinli kötü adam temsillerini saymazsak. Elbette Mo tekil bir örnek, ama zaten belirttiğim anlamda çok örnek de yok.

“Filistin sokaklarına sadık olmak” gibi bir dile başvurduğum için popülizme kayma, hatta her zaman karşısında durduğum kimlik siyasetine kapılmış görünme riskini taşıdığımın farkındayım. Aynı kimlik siyaseti, Filistinli kâtipleri istihdam eden Siyonist yayınevlerinin gitgide artan bir inandırıcılığa sahip olmasını da sağlıyor. Beni bu televizyon dizisiyle ilgili olarak eleştirel düşünceye yönelten şey Mo Amer’in Filistinli kimliği değildi (zira Aslan Yatağı isimli silahlı direniş örgütünün şerefine bir albüm çıkaran ünlü Filistinli DJ Khaled için de kulis çalışması yapmadım). Eleştirelliğimin nedeni televizyon dizisinin büyük oranda Filistin’le alakalı olması. Öyleyse mecburiyet sanatçıları ya da özellikle Filistinli sanatçıları bağlayan bir şey olmaktansa sanatın kendisini, seçilmiş odak noktası Filistin olan sanatı bağlayan bir şey.

Mo gibi bir diziyi ya da Farha gibi bir filmi kayda değer kılan temsil yokluğu gösteriyor ki Filistin’e dair sempati yaratmayı geçtim, onun içinde bulunduğu duruma birazcık da olsa ışık tutan yeni bir şarkı, film ya da üniversite dersi ortaya çıktığında Siyonist örgütlerin saldırıya geçmesi muhtemel. Hiçbir şey de Siyonistlerin bu sert tepkisinden kaçamıyor; ne çocuk kitaplarının en halim selim olanları, ne Gazzeli çocukların üretip boyadığı seramik plakalar, ne de Filistin’e anlayışla yaklaşan ama münakaşayı engellemek adına İsrailli yetkililerin açıklamalarına bir doktrinmişçesine yer veren haber programları. Böyle bir durumda, bu kadar yoğun saldırı altında olan bir şeye dair eleştirel bir yazıyı nasıl gönül rahatlığıyla yazabiliriz? 

Fakat bizim Filistin sanatına karşı bu haklı koruyucu tutumumuz (revaçtaki “var olmak direnmektir” hissiyatına da ek olarak) İngilizce konuşulan ülkelerde gerçekleştirdiğimiz bütün kültürel üretimin aynı muameleye maruz kalma riskini taşıdığı anlamına geliyor. Radikal ile liberal, sözünü sakınmayan ile umutsuzca ikna etmeye çalışan aynı bohçaya atılıyor. Filistin sanatı için iyi olmanın standardı sadece bu kimliği taşımasıyla belirleniyor. Fakat eleştiri olmadan gelişme olmaz. Tabii ki anlamlı bir eleştiriden söz ediyorum, her şeyin altında bir bit yeniği arayan eleştiriden değil. Başka türlü de ifade etmek gerekirse, eleştiri ya da karşı çıkma olmadığında sanatçı ve “sokak” arasındaki diyalektik ilişki sürdürülemez ya da sorgulanamaz. Böylece sanatçının rolü yalnızca sembolik bir şeye dönüşür.

Bu mecburiyetin sadece Filistinli sanatçıları değil, eserlerinde Filistin’i temsil etmeyi seçen bütün sanatçıları bağladığını söylediğimde birileri kılı kırk yardığımı iddia edebilir. Yine de bütün bu semantiğe rağmen, birçok Filistinli topluluklarını temsil etmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyor; bu onların sorumluluğu olsun ya da olmasın. Politikacılarımız kabiliyetsiz ve kayıtsız, hatta işbirlikçi. Onyıllardır süren sömürgeci şiddetin ve yok saymanın sonucu ortaya çıkan istikrarsızlaştırma bizi bu acı durumla baş başa bıraktı. Herhangi bir Filistinli, bu kişi özellikle de bir sanatçıysa, hatta anaakımda iş yapıyorsa kendini topluluk adına sözcülük yapma göreviyle baş başa buluyor ve bu genellikle bir anda oluveriyor. Aslında bu sadece sanat için değil, her alan için geçerli.

Yerelliğimizden (ve yerimizden edilişimizden) ötürü hepimiz ayrımcılığa maruz kalsak da her birimiz aktivist bir faaliyetin içinde değiliz, her toplumda olduğu gibi. Bazılarımız, ya da belki çoğumuz, hayatımızın rastgele bir anında ringe davet ediliyoruz; bu neredeyse her zaman derin bir kişisel aciliyete tepki olarak gerçekleşiyor. Ben, Şeyh Cerrah’taki evimi şiddet dolu bir mülksüzleştirmeden kurtarmak için kırık dökük İngilizcemle kendimi ilk defa sokaklarda bulduğumda 11 yaşındaydım. O esnada Rua Rimavi de tıp fakültesini yeni bitirmişti ve şehit edilen iki erkek kardeşi Cevat ve Zafer için adalet ararken kendisini hak savunuculuğu dünyasının ortasında buluvermişti. İkimiz de medyanın normalde vaka-i adiyeden saydığı olaylar etrafında kriz yaratmaya uğraşan birer tek kişilik medya bakanlığına dönüştürülmüştük. Biz tekil ya da nadir rastlanır vakalar da değildik, örnekler sayılamayacak kadar çok. 

Televizyonda memleketimdeki ve Kudüs çevresindeki etnik temizlikten söz ettiğimde ne kendimi Filistin Halkı’nın elçisi olarak görüyorum ne de bu göreve seçilmiş biriyim (adil olalım, Filistin yönetimi de öyle değildi). Fakat o esnada Filistin Halkını temsil ediyorum, hem kendi irademe hem de muhtemelen halkın iradesine rağmen. Bu gerilimin çözülmesinin kişinin kendisini kolektif olanın aracısına dönüştürmesine bağlı olduğunu sıklıkla kendime hatırlatıyorum. Her ne kadar bu bahtsız ve adaletsiz bir durum da olsa kendimi buna hazırlamak zorundayım. Sürekli üzerine düşündüğüm mecburiyet bu.

Ama herkes bu kararı vermez. Kudüslü popüler bir rapçi olan Shabjdeed geçenlerde verdiği bir söyleşide neden 2021’de çıkardığı ve devrimci müzik olarak tanımlanabilecek Inn Ann şarkısından sonra apolitik bir albüm çıkardığını şöyle açıklıyordu: “Anavatanı rap yaparak kurtaramayacağıma sizi temin ederim.” Yalnızca bu mecburiyete boyun eğmeyi reddetmiyor, onu hicvediyordu. Örgütlü bir hareketin bağlamı dışında, bağımsız biçimde hareket eden herhangi bir sanat formunun sınırlarını tanıdığı için bu duruşa özellikle saygı duyuyorum. 

Bir sabah, bir arkadaşımın Hayfa’daki evinin salonunda, arkadaşımın kendisi de bir sanatçı olan komşusu ben e-postalarımı cevaplarken (ya da onun deyişiyle “telefonumla oynarken”) omzuma dokundu: “Nasıl Yahudiler gibi olabiliriz biliyor musun?” “Hayır” diye cevap verdim. “Her İsrailli” diye devam etti “orduda üç yıl boyunca hizmet ediyor. Biri bitirince diğeri başlıyor. Bizde bu yok.” Haklıydı. Bir askeriyenin yokluğunda Filistinliler için herhangi bir tanımlanmış ulusal görev yok. Devrim gerçekten televizyonlardan yayınlanacaksa onun biraz daha sistemli olması gerekmez mi?

Arkadaşımın sanatçı komşusu tarafından öne sürülen bu öneri bana benzer bir atıp tutmayı hatırlattı: Harvard Üniversitesi’nin Yidiş Edebiyatı Bölümü’nde kıdemli profesör olan Ruth Wisse, ABD’li Yahudilere şöyle seslenmişti: “Her birimiz orduda iki yıl görev almalıyız, orduda iki yıl, bazılarımız beş yıl… Sözcüklerin ordusunda iki ya da üç yıl görev almalısınız. Geldiğimiz noktada askeri savaştan dahi önemli olan siyasi savaşta muharebe etmeyi öğrenmelisiniz… Üniversite kampüslerinde nasıl dövüşeceğinizi, nasıl argüman geliştireceğinizi öğrenmelisiniz.”

Korkarım ki Wisse’nin bu çığırtkan hissiyatıyla ilgili bir şey bende de yankı buluyor. Mecburiyetin, rastgele ve tepkisel olmak yerine hesaplı biçimde mücadeleye katkımızı yeniden hayal ettiği yer de burası, “sözcüklerin ordusu”. Kültür ve sanatın silahın yerine geçeceğini iddia etmiyorum, sadece altına bakılmadık taş kalmaması gerektiğini söylüyorum. 

Her ne kadar Filistin’e dair 75 yıllık bir akademik birikim ve bilgi üretimi olsa da, hatta her gazetecinin, diplomatın, yasa koyucunun Filistin halkına karşı işlenen korkunçlukların görsel ve maddi kanıtlarına erişimi olsa da insanları ikna etmek için hâlâ çok geç olduğunu düşünmüyorum. Sanatçılar tarih boyunca birçok olayda uluslararası kamuoyunu etkilemeyi başardılar, bugün de başarabilirler. Bu Siyonizm açısından kesinlikle böyle oldu. Kanafani’nin dediği gibi Siyonist edebiyatın “siyasi hareketin ritmiyle uyumlu, disiplin içindeki yürüyüşü romandan romana, öyküden öyküye yükselirken”, bu kesinlikle onların Filistin’deki sömürgeleştirme projelerine de hizmet etti.

Kısa bir süre önce oyuncu ve oyun yazarı Raida Taha’yla bir söyleşi yaptım. Eğer Kalandiye’deki İsrail askeri bariyerinin önünde ayağa kalkıp bir şiir okusam bariyerin yanıp parçalanmayacağına dair kahredici tespitimi onunla paylaştığımda bana benzer biçimde yükselen bir tonda cevap verdi: “Kurtuluş bir birikim meselesi. Dava için yapılmış ve yapılmakta olan hiçbir şey boşa gitmez. Bizi bir yerlere taşıyacak olan çok sayıda küçük zaferin birikimi. Bir şiirin, bir şarkının ya da bir tiyatro oyununun özgürleştirici olamayacağı konusunda sana katılmıyorum. Bütün bunlar ve daha bir sürü başka şey yıllar içinde bir şeyleri yerinden oynatacak. Biz 1948’den, hatta ondan da öncesinden beri yaptıklarımızın üzerine bir tuğla daha koyuyoruz.” Bu açıdan baktığımızda, bir sanatçının bir kurtuluş mücadelesindeki rolü hareketin herhangi bir üyesiyle aynı. Tırmanışa katılma mecburiyetini kabul etmek.

Kaynak: https://mondoweiss.net/2023/09/what-role-does-culture-play-in-palestinian-liberation/

Son Eklenenler