Pazartesi, Nisan 29, 2024

İşçiler kimsesiz mi?

Ağustos, Eylül aylarında pek çok direnişin yanı sıra dört farklı işkolunda, beş bağımsız sendika tarafından örgütlenmiş dört ayrı işçi direnişine tanıklık ettik. Bu direnişlerin farklılıklarına, kendine has yanlarına rağmen ortaya çıkışlarının ortak bir muhtevaya sahip olması bu mücadelenin günümüz devrimciliği ve sonraki safhaları için düzende açtığı bir gediğe işaret ediyor. Bu açılan gediği genişletmek ve ışığın içeriye dolmasını sağlamak için yapılması gerekenler var.

Sendikal faaliyet yürüttükleri için işten atılan Trendyol depo işçilerinin DGD-Sen ve PTT-Sen ortak örgütlenmesiyle başlattıkları direnişe (her ne kadar depo işi yapsalar da taşeronlar işkolunu ‘iletişim’ olarak gösterdiği için üyelikler PTT-Sen’e yapılıp ortak bir faaliyet çizildi), Bağımsız Maden İş’e üye olduğu için TKİ’nin hissedarı olduğu Yeni Anadolu Madencilik’teki işinden atılan Ramazan Gündoğan’ın direnişine, hem havza hem de işyeri açısından belki de bir ilk olarak Tarım-Sen ile sendikal faaliyetle tanışmış ve işten atmalara karşı harekete geçmiş olan Agrobay tarım işçilerinin direnişine ve yüzde 34 gibi komik bir zam oranını işçilere reva gören Şireci Tekstil firmasında Birtek-Sen’in mücadelesine tanıklık ediyoruz.

Antep – Şireci tekstil işçileri

Bu dört direnişin de ortak noktası büyük çerçevede işçilerin (gitgide siyasallaşan, siyasallaşması gereken) bir ekonomik mücadeleye kalkışmış olmaları ve daha dar anlamda bağımsız sendikalarda örgütlenmiş işçilerin, bu sendikal faaliyetleri sebebiyle patronlar tarafından kılıfı dahi hazırlanmadan işlerinden tereddütsüz çıkarılmış olması.

Kılıfı dahi hazırlanmıyor çünkü sendikal faaliyetin ihlalinin mevcut düzende devlet ve hukuk tarafından uygulanan işlevsel bir müeyyidesi bulunmuyor. Bu, hep dile getirdiğimiz gibi bir yetersizlik/niteliksizlik tarzı bir husustan değil devletin doğrudan sermaye lehine yaptığı bir tercihten kaynaklanıyor. Cezai yaptırıma tabi olan “sendikal hakların kullanılmasının engellenmesi” suçunu ciddiye alıp hukuki süreç başlatacak bir savcı yok. Maddi yaptırım olarak öngörülen sendikal tazminatların ise dava sürecinin üç dört yıl sürmesi, bu sürede enflasyon karşısında tazminatların erimesi, faizin gerektiği gibi işletilememesi veya işletilse dahi faizlerin enflasyon oranlarının altında kalması da bu yolu işçiler nezdinde anlamsız kılıyor. Hem işverenlerin hem de şikayet veya taleplerin iletildiği birçok ‘yetkili’nin “gidin hakkınızı mahkemelerde arayın” söyleminin altında hukuki sürecin işlevsizliğine dair kesin bir güven yatıyor.

İzmir- Agrobay tarım işçileri

Sendikal faaliyete karşı işverenlerin saldırısını cezalandırmak bir kenara, hukuk ve kolluk aygıtlarının bu saldırıları korumaya, hatta meşru kılmaya hizmet ettiğini de açık şekilde görüyoruz. 

Trendyol işçilerinin gözaltına alınması, Yeni Anadolu Madencilik’in işyeri önünde sendika yönetiminin gözaltına alınması ve daha sonrasında yurtdışına çıkış yasağıyla imza mecburiyetli adli kontrol kararı verilmesi ve (en rengini belli eder nitelikte olanı da) Agrobay işyeri önünde gözaltına alınan sendika yöneticilerine, işçilere işyerine 500 metreden fazla yaklaşmayı yasaklayan adli kontrol kararının verilmesi bu saldırıyı korumaya ve meşru kılmaya hizmet ediyor.

Devletin ve aygıtlarının bağımsız sendikal faaliyete karşı aldığı bu konumdan örneklerle bahsetmemizin bir sebebi var. Çünkü karşıdakiler için (sermaye de diyebiliriz, düşman da) bu mücadeleler kendi iktidarları için tehlike arz ediyor. 

İşçilerin bağımsız sendikal faaliyetler yoluyla sendikal ve ekonomik hakları için mücadele etmesi ve bunları kazanımla sonuçlandırmaya çalışması yalnızca bir “ekmek kavgası” veya “adalet arayışı” değil. Bunun siyasal bir muhtevası da var.

Bu direnişlerin içinden geçtiği süreçte işçiler devletin hukukunun, mahkemesinin, hâkiminin tercihini hangi sınıftan yana yaptığını, kolluğun yani polisin, jandarmanın halkın güvenlik birimi değil de belli bir sınıfın çıkarını koruyan bir zor gücü olduğunu, düzen siyaseti içerisindeki partilerin, milletvekillerinin, belediye başkanlarının vatandaşının yanında durmak ve sermayenin herhangi bir unsuruna karşı gelmek gibi bir niyetinin olmadığını, sağ-sol veya iktidar-muhalefet diye adlandırdığı partilerin arasında bir farkın olmadığını görüyor.

Soma – Bağımsız Maden İş üye ve yöneticileri

Bu direnişlerin bize gösterdiği bir diğer mesele de bu sendikal mücadelelerin çıkarına dokunduğu ulusal ve uluslararası ilişki ağlarının yanında, yerel ilişki ağlarının da nasıl işçiler karşısında beraber hareket edip tek vücut olabildikleridir. Patronların iktidar-muhalefet partisi belediyeleriyle ilişkileri, sarı sendikalarla ilişkileri, kolluk kuvvetleriyle artık ilişki kelimesinin az kalacağı emir-talimat seviyesinde bağları ortaya dökülüyor. Tabii ki bu süreç ekonomik mücadelenin kendi başına ortaya çıkardığı bir sonuç değil. Bu güdülen sendikal anlayışın, sınıf çatışması odaklı faaliyetin bir sonucu. 

Kapitalizmin hâkim olduğu, otoriterleşen rejimin tüm zorluklara rağmen yeniden rıza devşirebildiği bir ülkede, giderek keskinleşen ekonomik krizin tüm yükünün sermayeden alınıp emekçilerin sırtına yüklenmesi sonucunda önümüzdeki süreçte işçilerin hareketliliği bitmeyecek, bilakis artış gösterecektir.

Düzen açısından da, verdiğimiz örnek direnişlerdeki gibi, orta yaş üstü kadınların, 20–25 yaşlarındaki gençlerin bu denli ileri bir mücadeleye başlayabileceklerini görmesi tehlikeyi daha da ensesinde hissetmesine sebep oluyor. Gerek Trendyol’da polisin direnişçi işçileri yıldırmak için yoğun işkence ve kötü muamele uygulaması, Agrobay’da işçilerin geri adım atmadığı görüldükçe bir jandarma albayının doğrudan alana gönderilip eylemi dağıtmaya çalışması, Soma’da Ramazan’ın direnişinin ilçe emniyetin öncelikli işi yapılması, Fatma Şahin’in acele ile Şireci Tekstil’e koşup patron övmesi bu hissettiği tehlikeye karşı almaya çalıştığı yüksek önlemleri gösteriyor.

İşçi sadece sendikalı olduğu için cezalandırılıyorsa, işe iade ya da sendikaya üyelik gibi en “sıradan” hukuki hakları için bir adım ileri çıktığında bile defalarca kolluk kuvvetlerinin saldırısına maruz kalıp kafası kolu kırılıyorsa, ama buna rağmen kaç kişiyiz demeden holdinglerin, uluslararası şirketlerin, kolluk kuvvetlerinin karşısına dimdik ve kol kola çıktığında polis ablukası altında “kimsesiz işçiler” sloganı atıyorsa bu sloganın rastgele ya da o anda geliştirilmiş olmadığını görmek gerekir. Bu aczin, zayıflığın değil bilakis direncin, direnişin tezahürüdür; bu slogan gayet iradidir, gayet siyasidir ve mesaj açıktır: “Ey siz programlarında, bildirilerinde, söylemlerinde emek, sınıf mücadelesi, sermaye düşmanlığı, devrim, örgütlenme, dayanışma, sosyalizm, birleşik mücadele gibi laflar eden partiler, sendikalar, konfederasyonlar! İşçiler bu ablukadayken siz kulüp faaliyetine dönüşmüş örgütlerinizi muhafaza etmek peşindeyseniz, işçilerin kafası kolu kırılırken siz müstesna kürsülerinizden, ‘kritik’ resmi ziyaretlerinizden kafanızı kaldıramıyorsanız, seçim sahnesinin perdesinin açılıp kapanmasını bekliyorsanız ve mücadelenizin geleceğini bu gündeme bağladıysanız size tatlı rüyalar. Bu tercihlerinize rağmen size güvenerek sizinle yürüyen işçilerin, gençlerin, kadınların bir gün sizi bu rüyadan uyandıracağına şüphe yok.”

İşçi sınıfının ekonomik, ideolojik ve siyasal olarak örgütsüz olduğu bu süreçte bu tarz mücadele biçimlerinin ortaya konmuş olması bir birikim sağlıyor. Elbette farkındayız, salt ekonomik mücadele, ekonomizm, Bernştayncılık (artık ne şekilde adlandırıyorsak) tek başına sonuç vermeyecek. Bu mücadeleyi siyasileştirmek, ideolojik altyapısını kurmak, bu mücadelenin kaçınılmaz yoldaşlarıdır. Bu ekonomik mücadelenin siyasileşmesini, bir işyerinden diğerine, bir işçi havzasına, bir bölgeye ve bütün bir ülkeye yayılmasını sağlamak, mücadeleyi yekpare örgütlü bir güce dönüştürmek gerekiyor. Her kazanımı ve yenilgiyi tarihte çeliğin aldığı su olarak görmek, mücadeleyi bunun üzerine kurmak gerekiyor.

Son Eklenenler