Spinoza henüz 23 yaşındayken cemaati tarafından lanetlenmişti, ama tarih onu felsefe aracılığıyla da lanetlemeye devam etti. Nasıl mı? Spinoza’nın felsefesinin kimi kuramların argümanlarının desteklenmesi uğruna çarpıtılması, yani bütünlüğünün göz ardı edilmesi yoluyla.
Spinoza’nın felsefesinin siyaset, sanat, psikanaliz, fizik gibi farklı disiplinler üzerinde oldukça farklı yönleriyle etkisi olduğu bilinir. 20. yüzyıldaki tartışmalarda daha da öne çıkarılan filozofun, son zamanlarda ekoloji ve feminizm kuramlarında referans alınması rastlantı değildir, bu durum ilk etkiden bağımsız da düşünülemez. Bu etkiler farklı şekillerde ve özellikle “otonomist Marksist” diye anılan çevreler aracılığıyla Türkiye’deki teorik tartışmalarda önemli bir yer bulmuştur. Bu tartışmaların hepsine burada yer vermek mümkün olmasa da Spinoza’yı Spinoza olmaktan çıkaran iki yaklaşıma kısaca yer vererek ve bu yaklaşımlar aracılığıyla onun felsefesinin çarpıtılması tehlikesine dikkat çekerek filozofu doğumundan 391 sene sonra tekrar anmış olalım.
Spinoza’ya hakkını iade etmekten bahsetmediğimizi vurgulayalım. Onun deyimiyle şeyler arasındaki “benzerlikleri, farklılıkları ve zıtlıkları” görmeye, “kelimelerle şeyleri birbirine karıştırmamaya” özen göstererek, bu yolla Spinoza’dan yararlanan düşünürleri ya da yaklaşımları -en azından burada ikisini- nesnel bir yolla ele almaya çalışacağız. Bunu yaparken onun bize bıraktığı hakikat kuramı aracılığıyla ve onun deyimiyle şeyleri “sonsuzluğun yani zorunluluğun ışığı altında” görme uyarısını dikkate alarak ama buna bir ekleme yaparak, yani aynı zamanda tarihin ışığıyla bakarak hareket etmeye gayret edeceğiz. Bu bağlamda onun birbirinden ayrılamayacak olan doğa, tarih ve toplum anlayışına odaklanacağız. Yukarıda tehlike addettiğimiz eğilimlerin büyük ölçüde materyalizmin içinden geliştiğini baştan söyleyelim. Bunlardan biri yapısalcılık ve bilhassa Althusser’in düşüncelerine kaynak gösterdiği Spinoza, diğeri de yeni materyalizm ekseninde düşünülebilecek ‘yeni’ natüralizmin Deleuze üzerinden başvurduğu Spinoza.[1]
Plehanov’un “Marksizmin felsefesinin kökenlerini” Spinoza’da bulduğu yorumunu andırır şekilde Spinoza’yı “felsefi açıdan Marx’ın atası” olarak niteleyen Althusser, ideoloji kuramını geliştirme süreci içinde Spinoza’nın teolojisine ve imgelem kuramına odaklanır. Bilhassa Ethica’nın I. Bölümünün sonundaki Ek başlığına ve Teolojik Politik İnceleme metnine övgüde bulunan Althusser, filozofu yapısalcılığın içine çekmekten bir an bile tereddüt etmez: “Bir bütünün ögelerinin bütünün yapısı tarafından belirlendiğini düşünmeyi önermek, kesinlikle yeni bir sorunu en büyük teorik bulanıklık içinde ortaya atmak olur, çünkü bunu çözebilecek hiçbir felsefi kavrama sahip değilizdir. Bu sorunu ortaya atma ve ilk çözümün ana hatlarını belirtmek gibi görülmedik bir cesaret göstermiş olan tek teorisyen Spinoza’dır.” Oysa Spinoza, “sonsuz şekilde sonsuz şeyin çıktığı”, “aynı zorunlulukla sonsuz şekilde sonsuz etki üreten”, “doğasının zorunluluğundan sonsuz şekilde, sonsuz sayıda varlığın çıkması gereken” ve tabi olduğu yasalara göre hareket eden doğanın bütün ve parça gibi kategorilerle birlikte düşünülemeyeceğini, bunun imgesel olarak mümkün olsa da akıl yoluyla doğaya baktığımızda bu kategorilerin doğayı ya da maddeyi anlamak bir yana bu anlama önünde engel teşkil ettiğini söyler.
Doğanın gerçek anlamda değil şeklen yani soyutlama -ve hatta imgelem- yoluyla parçalarına ayrılabileceğini söyleyen Spinoza, sonsuzca gerçekleşen bir varlık ile bütün, düzen, uyum gibi kavramların birlikte düşünülemeyeceğine vurgu yapar. Althusser ise bütün ile ögeler arasındaki ilişkinin yapısal karakterini öncül olarak kabul ederken ve Spinoza’nın “olağanüstü bir dinsel ideoloji” (Althusser) olarak neden ile sonucun yer değiştirilmesi yoluyla şeyleri tersten görme yaklaşımını ve bunun imgesel boyutunu ortaya koyma gayreti içindeyken kendisi imgesel bir tuzağa düşmüş ya da bile isteye bu güzergâha girmiştir: “Eğer Marx’ın ve Engels’in hemen idealizm olarak tanımlayacakları bir çağdaş dünya ‘Marksizmi’ varsa, o da Althusserci yapısalcılıktır. Kategori kendi maddi göndergesinin üzerinde bir öncelik elde etmiştir; kavramsal yapı toplumsal varlığın üzerinde durur ve ona egemendir” (E. P. Thompson). Kısaca ve en genel anlamda söylemek gerekirse; ideolojiyi politik ekonomiden ve tarihten koparan Althusser’in epistemolojiyi ontolojiden koparması şaşırtıcı değildir. Oysa sondaki ikiliğin hangi bakımdan ayrı ve hangi bakımdan aynı olduğunu Spinoza yalın biçimde ortaya koymuştur, yani “zihin düşünce sıfatının altında, beden de yer kaplama sıfatının altında düşünüldüğü sürece, beden fikrinin ve bedenin, zihin ve bedenin bir ve aynı şey olduğunu.” Althusser ise bu kritik öncülü görmezden gelir ve ontolojinin üzerinden atlayarak Ethica’nın I. bölümünün Ek’inden ikinci bölüme ve oradan da Teolojik Politik İnceleme’ye sıçrar ve böylece nedenselliği ihlal eder.
Dil, kültür, antropoloji, sosyoloji, psikanaliz gibi disiplinlerin öne çıktığı yapısalcı yaklaşımın toplumların tarihsel gelişimini, bu gelişime yön veren toplumsal üretim ilişkileri ve bunların üretici güçlerin gelişimi ile çelişkisini ve nihai olarak bunlar yoluyla düşüneceğimiz sınıf mücadelesini göz önünde bulundurmak bir yana olguları kimi zaman dil/söylem kimi zaman ideoloji kimi zaman da sosyolojik kategorilerle açıklama girişiminin Spinoza’yla örtüşmeyeceğini Ethica’ya sadece göz gezdirmiş biri bile kolaylıkla görecektir. “Spinoza […] bilgi nesnesinin ya da özün, kendi içinde, gerçek nesneden kesinlikle ayrı ve farklı olduğu konusunda bizi uyarmıştır” (Althusser). Belli ki Althusser bu uyarıya işaret etmekle birlikte onu dikkate almamış, buradaki “ayrı” vurgusunu epistemolojiyi ontolojiye ikame edecek şekilde kullanmış ve bu yolla Spinoza’yı tersine çevirmek bir yana onu hatalı bir şekilde yorumlamıştır.
Öyle görünüyor ki, Althusser’in Spinoza’dan yararlanma tarzı hakikati anlamak yönünde değil ‘kendi’ kuramını destekleyecek kimi ifadeleri onun felsefesinin bütünlüğünü ihlal edecek şekilde ondan ayıklayarak kullanmaktı. Kaldı ki bunu söylemek için sadece teorik değil ampirik gerekçelerimiz de mevcut: “François Matheron’a ait, ‘Louis Althusser et le Groupe Spinoza’ isimli metninde şunları okuruz: “1966-1967 yıllarında, Louis Althusser, çevresindekilerle birlikte gizemli bir ‘Spinoza Grubu’ kurmuştu; bu, o dönem sık rastlanan gizli politik organizasyonların oluşturulduğu modeli taklit eden, bir teorik politika grubuydu. Althusser tarafından saklanmış olan arşiv gerçeği yansıtıyorsa eğer, toplantılarda fazlasıyla politika konuşuluyor, fakat Spinoza’dan pek az bahsediliyordu” (akt. Diego Tatian).
Öznesiz tarih, tarihsiz ve süreçsiz doğal ve toplumsal ilişkiler anlayışını benimseyen Althusser’in Spinoza’sı yalnız da değildir. Bir yandan felsefenin politik olduğu önermesi (Althusser) diğer yandan son dönemde öne çıkan, Spinoza’nın ontolojisinin etik ve hatta doğanın kendinde bir değeri olduğu yönünde ekolojik bir etik olduğu varsayımına dayanan bir natüralizm Spinoza’yı böylesi bir sahneye dahil etme gayretinin tezahürüdür. Yukarıda tehlike addettiğimiz böylesi eğilimler; öncüllerinizi teşkil edecek önermelerinizi geliştirmek ve bir düşünürü ya da kuramı bu önermelerin altına yerleştirerek kuramınızı haklılaştırmaya çalışmak. Deyim yerindeyse felsefeyi suistimal etmek.
Bilhassa Türkiye’deki Spinoza tartışmalarının ağırlıklı olarak Deleuze üzerinden ya da Deleuze etkisiyle yürütüldüğüne tanık oluyoruz. Özellikle Deleuze’ün Spinoza Üzerine Onbir Ders’inin bunda büyük bir etkisi olması itibarıyla ve bu etkinin anlaşılır bir tarafı olmakla birlikte Deleuze’ün felsefesinin Spinoza’nın felsefesinden oldukça farklı olduğu büyük ölçüde göz ardı edilir. Adından da anlaşılacağı üzere derslerin önemli bir kısmı bize doğrudan Spinoza’yı anlatır ve bu açıdan oldukça faydalıdır. Ama dersleri ile kendi felsefesini tesis ettiği diğer metinlerini birbirinden ayırmaksızın Deleuze’ü anlama çabası yanıltıcı olmuştur. Nasıl ki bilhassa psikanaliz ve epistemolojik tartışmalar Althusser’in düşünce serüvenine yön verdiyse Deleuze de psikanalitik ve ontolojinin yörüngesinde dolanır. Örtüşen merkez aşikâr; Fransız felsefesinin fark mefhumu, Yücel Dursun’un deyimiyle “fark denizi”. Burada bu tartışmanın ayrıntısına girmek mümkün olmasa da son dönemde gelişen Spinozacılığın büyük oranda Spinoza’yla ilgili olmak bir yana onun felsefesinin yapısalcılığa, -bilhassa Negri aracılığıyla- otonomculuğa ve hatta bir tür natüralizme uyarlama işine dönüştürüldüğünü söyleyebiliriz. Bu sonuncu yaklaşıma Deleuze’ün etkin bir şekilde kullanıldığı yeni materyalizmle birlikte kısaca değinebiliriz.
“Felsefe politiktir” önermesine alternatif olarak “felsefe ontolojidir”; -yapısalcılık eleştirisi iddiasını da içeren- yeni materyalizmin bu önermesi Antroposen eleştirisi etrafında geliştirilir: Antroposene karşı ekosistem, politika yerine ontoloji, aşkınlığa karşı içkinlik. İlk bakışta Spinoza’yla uyumlu gelebilir ama Spinoza’yı üstünkörü biliyorsanız. Nasıl ki Spinoza’nın politik ve teolojik yazılarını Ethica’dan bağımsız anlayamayacaksak tersi de aynı şekilde onun felsefesinin çarpıtılmasına zemin hazırlamak olacaktır. Zira Spinoza’ya göre şeylere hakikatin ışığı altında baktığımızda karşılaşacağımız olgulardan biri de şudur: “İnsana insandan daha yararlı bir şey yoktur” ve “insana en fazla yararlı olan şey kendi doğasına en fazla uyumlu olandır” (Spinoza). İlk anda insanmerkezci gelebilir ve evet bir bakıma da öyledir ama nihai olarak ve genel olarak anladığımız bakımdan değil, zira bu saptamaya şu eklemeyi yapmakta sakınca olmasa gerek: Birincil anlamda böyledir ve kuşkusuz ki insan dışındaki daha birçok şey de insan için yararlıdır. Kaldı ki benzer yarar diğer canlılar için de geçerlidir: “Bir at böceğe dönüşse de bozulur, insana dönüşse de” (Spinoza). Burada iki temel boyutun birlikte düşünülmesi zorunluluğu hasıl olur: Bir şeyin doğası ve onun ilişkiler içinde neye dönüştüğü ve dönüşebileceği yani ontoloji ve tarih. İşte bu ikisini, yani Marx’ın deyimiyle tarihin doğal ve toplumsal boyutunu , bağlaşık bir şekilde ele almadığımızda Spinoza’yı anlamadığımız gibi tarihsel, doğal ya da toplumsal olguları da öznel yolla ele almaya başlarız. Bu açıdan bakıldığında ve genel anlamda kullanıldığı şekliyle elbette ki buradan insanmerkezcilik çıkmaz. Ama insanın insan dışındaki diğer canlıları ya da cansızları kendiyle aynı ölçüde ya da kendinden daha öncelikli görebileceği bir ontoloji de çıkmaz. Spinoza’ya göre böylesi bir argüman onu doğasından -ekolojisinden- edecek bir argüman olacaktır. Burada ekolojik açıdan paradoksal bir durum söz konusu değildir. Zira Marx gibi Spinoza da insanın doğayla akılcı ve onun yasalarıyla uyumlu bir ilişki kurduğu ölçüde özgürleşebileceğini ileri sürer.[2] Ama bunun yolu öncelikle buna mani olan tarihsel koşulları anlamaktan ve ortadan kaldırmaktan geçer.
Spinoza ve tarihselcilik mi? Tarih ve ontoloji birbirinin alternatifi değildir ve bunu bize gösteren nadir filozoflardan biri Spinoza’dır. Birey, beden, duygu, fikir, canlı, etkinlik, ilişki, madde ve daha birçok kavram bu eksende açıklanır. Ama bilhassa insan söz konusu olduğunda o, doğası tarihsel ve toplumsal ilişkiler ve koşullar tarafından belirlenen bir varlık olarak düşünülmelidir. Nitekim bir varlığın ya da olgunun doğası tarih yoluyla anlaşılmalıdır: “Gerçekten de tabiatı yorumlama yöntemi, öncelikle tabii tarih üstüne sistemli bir araştırma sürdürmek, sonra da tabii şeylerin tanımlarını kesin veriler olarak ondan çıkarmaktır. Aynı biçimde, Kutsal Kitap’ı yorumlamak için de onun hakkında tarihi bir araştırmayı sistemli olarak ve eksiksiz bir dürüstlükle sürdürmek zorunludur” (Spinoza). Doğa ve teoloji araştırması üzerinden gündeme gelen bu uyarı yöntemsel bir öneri değildir, doğrudan doğruya Spinoza ile Marx’ın paylaştığı ve şeylerin doğasını anlamak yönünde “zorunlu” bir tavırdır: “Biz tek bir bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir. İnsan tarihe iki açıdan bakabilir ve tarihi doğa tarihi ve insanlık tarihi diye ikiye bölebilir. Ancak, bu iki yan birbirinden ayrılmaz” (Marx). Öyleyse ekonomik, politik, etik, ideolojik vb. olguları olduğu gibi ekolojik, cinsiyetçilik, kimlik gibi sorunları ancak bu tarihsel ve ilişkisel mantıkla yani Spinoza’nın deyimiyle “nedenleri ve koşullarıyla birlikte” ele aldığımızda nesnel biçimde açıklamış oluruz.
Yapısalcılık, natüralizm ya da yeni materyalizm üzerinden yapılan Spinoza yorumları filozofa dair -onun yanlış fikrin nitelikleri olarak kullandığı- bölük pörçük, nesnesine uygun olmayan, bulanık, bire bir olmayan fikirlere ya da onun ontolojisinin tarih anlayışından kopartılarak ele alınmasına dayanmaktadır. Bu açıdan haddizatında yöntem hatalıdır zira Spinoza’ya göre yöntem, şeylerin kavranmasına, şeylere dair fikirlerimize önsel değildir ve bu yönde bir çabayla koşullu biçimde geliştirilir, dönüştürülür ve yetkinleşir. Öyleyse yöntem hakikat araştırmasından önce gelmez, onunla koşulludur ve bu bakımdan da -yeni- natüralizm de yapısalcılık da temelde anti-Spinozacıdır. Kuşkusuz ki bunları ifade ederken bir kuramın ya da tartışmanın değerinin onun Spinozacılıkla örtüşüp örtüşmemesine göre belirlendiği gibi idealistçe bir şey söylemiyoruz. Bilakis 20.yüzyılda geliştirilmiş ve burada çok kısmi şekilde değindiğimiz yaklaşımlara ve bilhassa ekoloji ve feminizm ekseninde yürütülen tartışmalara eleştirel yolla hakim olmanın gerekli olduğuna, bu tartışmalarda oldukça kritik sorunsalların ve argümanların ortaya konduğuna ama bunu yaparken Spinoza’nın da uyardığı üzere hem bunlar arasındaki hem de bunlar ile önceki yaklaşımlar arasındaki “benzerlikleri, farklılıkları ve zıtlıkları” görerek, neyi neyle ilişkilendirebileceğimizi doğru tayin ederek bu tartışmalara anlamlı bir katkımızın olabileceğini söylemeye çalışıyoruz.
Araştırmaya doğayla başlamakla natüralizmin aynı şey olmadığı aşikâr. Bu açıdan Spinoza’da bir tür doğalcılık olmakla birlikte insan, toplum, siyaset, inanç, özgürlük, etik gibi olgular söz konusu olduğunda Spinoza’daki tarihselciliği çıkarıp bu olgulara dair tüm soruşturmayı bu doğal boyuttan hareketle kurmaya çalıştığımızda ortada doğal teoloji kalır ki bu yorumlar onun felsefesine dönük panteizm atfında da görülür. Söz gelimi, ekoloji tartışmalarında sıkça rastladığımız insanmerkezcilik, türcülük, akılcılık eleştirilerinde bunlar çoğu zaman bir sürecin sonuçları gibi değil nedenler gibi ele alınır. Bu eleştiriye göre ilki olduğu için ekolojik sorunlar vardır, ki bu bile ekolojik sorunlardan tüm insanlığın sorumlu tutulması açısından hatalı bir çıkarımdır. Oysa Spinoza defaatle bize şeyleri, olayları, olguları nedenlerine göre anlamaya çalışmamızı salık verir. Böylesi bir tarihsel ve nedensel yolla baktığımızda ise doğanın sömürülmesinde milyarlarca insanın hiçbir çıkarının olmadığı gibi bunun sonuçlarını diğer canlılarla birlikte bu insanların yaşadığını görmemek için kör olmak gerekir. Öyleyse milyarlarca insanın sömürülmesinden ayrı düşünemeyeceğimiz doğanın sömürülmesi olgusundan hareketle bu sömürü ilişkisinin insanmerkezci değil -ki öyle olsaydı bu sömürüden tüm insanlık eşit düzeyde de yararlanıyor olmalıydı- en genel ifadeyle kâr merkezci olduğunu ve dolayısıyla bırakalım tüm insanlığı çok küçük bir azınlığın bu iki boyutlu sömürüden yararlandığını tartışmaya bile gerek yok. Bu açıdan elbette insanmerkezciliğin teorik tartışmalar açısından bir anlamı var ama fiili olarak ne yaşandığını görmezden gelmediğimiz sürece.
Kuşkusuz ki doğada sömürü, hiyerarşi, eşitsizlik, sınıf, cinsiyet, ırk, ulus gibi olgular yok. Ama bu saptama bize tarihsel olarak ortaya çıkmış hiyerarşilerle, eşitsizliklerle ne yapacağımız konusunda en ufak bir bilgi vermez. Ulus Baker’in uyarısı dikkate değerdir: “Spinoza hiçbir zaman şu soruyu sormaksızın herhangi bir düşünce üretmemiştir: Peki bunlarla ne yapacağız? Felsefesi derinden derine pratiktir, bütün örnekler günlük hayata dairdir; hayattır.” Ya da Spinoza’nın stratejik uyarısını hatırlayalım: “Yapılması gerekenin ne olduğunu göstermek yeterli değildir […] İnsanların neler yapabileceğini de göstermek gerekir.” Bu yaklaşım doğrudan doğruya tarihselciliğin tezahürüdür. Spinoza’nın tarihselciliğine vurgu yaparken ya da onu zaman zaman Marx’la ilişkilendirerek ele alırken amacımızın bu ikisi arasında bir yakınlık kurma olmadığını, bu vurgunun ve ilişkilendirmenin esas olarak şeylerin doğasını araştırmaya dönük bir çabada iki filozofun katkılarına değinmek olduğunu söylemeye hacet olmasa gerek. Ama şu da bir gerçek ki, bu yazıda bahsi geçen ve Spinoza’nın felsefesinin çarpıtılması olarak da nitelediğimiz eğilimlerdeki motivasyonlardan birinin filozofu geleneksel Marksizm olarak da ifade edebileceğimiz Marx, Engels ve Lenin hattından uzaklaştırmak olduğunu söyleyebiliriz.
Spinoza’nın felsefesi materyalist niteliktedir ama onun da vurguladığı üzere Demokritos, Epikuros ve Lucretius’tan gelen klasik materyalist kökenlere sahip bir materyalizmdir bu. Spinoza’nın felsefesi tarihselcidir ve sözgelimi teolojik unsurları -ki genel olarak ideolojiyi- anlamanın yolu bunların kendileri değil siyaset tarihidir. Bu ve buna benzer birçok hakikati ifade eden Spinoza’nın aforozu yerindedir, şaşırtıcı değildir ve nedenleri açık, anlaşılırdır. Sorun ise bir filozofu olmadığı, savunmadığı şekilde yansıtma çabasıdır. Spinoza’nın felsefesine atfedilen sıfatlar da bu açıdan zengindir: Panteist, determinist, natüralist, monist vb. Ya da ona dayanarak geliştirildiği ileri sürülen kimi kuramlar: Otonomculuk, arzu ya da duygu kuramları, birey yerine geliştirilen faillik kuramları, (Derin Ekoloji’de ve bir kısım ‘yeni’ natüralizmde gördüğümüz ve Spinoza’nın hiçbir şekilde kabul etmeyeceği) içsel değercilik, eşitsizliğin tarihsel nedenlerini ortaya koymaksızın vurgulanan ontolojik eşitlikçilik yani doğa araştırması olarak ontoloji ile tarihselciliğin yapay karşıtlığı -ki bu, ideolojik bir tavırdır ve natüralizm de bu tavırdan muaf değildir-, toplumsal ve tarihsel güç ilişkilerini bir yana koyarak ya da görmezden gelerek gücün ontolojik niteliği üzerinden geliştirilen otonomcu, kaotik doğa tasarımı ve bununla birlikte düşünülmüş tekillikler, ağlar ve buna benzer onlarca çıkarım. Bunların neredeyse hiçbiri Spinoza’nın ‘sonsuzca gerçekleşen doğa’sıyla örtüşmez. Dahası maddecilik kisvesi altında kabul edilen ve insana özgü anılması itibarıyla düşünülen canlılık, ilişkisellik, faillik, enformasyon gibi kimi niteliklerin maddeye atfedilmesi, genelleştirilmesi ve bu yönde geliştirilmeye çalışılan bir tür canlımerkezcilik yani maddenin değil de canlının temel varlık tarzı olduğunun ileri sürülmesi insanmerkezciliğin tersine bir yolla üretilmesine neden olmaktadır. Bu yaklaşım kendimizi doğaya uyarlamak yerine doğayı kendimize, insana uyarlamaktan başka bir sonuca neden olmamaktadır. Saydığımız eğilimler büyük oranda yeni materyalizme dairdir ve bu materyalizm “tarihsiz” olması itibarıyla anti-Marksist bir materyalizmdir. Spinoza, klasik materyalizmin tarihsel hattındaki temel uğraklardan biridir. Yeni materyalizmin ve bununla ilintili biçimde geliştirilmiş natüralizmin ise klasik materyalizmle örtüşmediği dahası birçok yönüyle onunla karşıtlıklar ihtiva ettiği söylenebilir, ki geleneksel materyalizm eleştirisinin yeni materyalizmdeki ilkesel tavırlardan biri olduğunu biliyoruz. Spinoza ise Demokritos’tan başlayıp modern dönem materyalistlerde ve oradan büyük ölçüde Marx’ta gelişimini bulan ve -tarihsel doğası gereği- eleştirel yolla biteviye geliştirilmeye muhtaç materyalizm dahilinde ele alınmalıdır. Son dönemdeki Spinozacılık eğilimi ise büyük ölçüde onu klasik Marksizmden ve materyalizmden koparmak yönündedir ve bu eğilim ile Spinoza’nın felsefesinin ayırt edilmesi kritiktir.
[1] Türkiye’deki felsefi ya da politik düşünce geleneğinde Spinoza’nın etkisinin -bu çevrelerden ibaret olmasa da- daha çok otonomcu teoriler ve hareketler üzerinden yer bulduğunu biliyoruz. Ulus Baker bu etkinin yaygınlaşmasındaki düşünürlerden biridir. Baker’in de Spinoza’yı zaman zaman Deleuzyen bir şekilde yorumladığına tanık olmakla birlikte doğrudan Spinoza ile onun Deleuze yorumu arasındaki farkın ve hatta Ulus Baker’in bile layıkınca anlaşıldığının şüphe götürür olduğunu söylemek zorundayız. Bu açıdan Ulus Baker’in kavrayışındaki özgünlüğü ve bunu oluşturan etkenleri, onun Spinoza yorumunu ve bu yorumdaki Deleuze etkisini birbirinden ayırt etmek faydalı olacaktır.
[2] Ama bu koşulun öncelikli boyutu toplumsal ilişki tarzıdır. Bu açıdan da Spinoza ile Marx’ın benzer bir olguya gönderme yaptığını görürüz: “Zorunlulukla ve dışsal amaca uygunlukla belirlenen çalışma” (Marx) ve “eylemin hedefinin eylemde bulunanın yararına değil de emri verenin yararına yönelik” olduğu etkinlik (Spinoza) ortadan kaldırılmadan özgürleşmeden bahsedemeyiz. Son dönemde felsefede, sosyolojide, sanatta, siyasette ve özellikle de feminizm tartışmalarında bedene sıkça yapılan gönderme bedenin burada değinildiği tarzda belirleniminden ve bedenin toplumsal üretim ilişkileri ekseninden büyük ölçüde kopartılarak ele alınmasına neden olması itibarıyla tartışmalıdır.