Jedi ustası Yoda, sıklıkla “korku karanlık tarafa giden yoldur” der. Gerçek siyasete dair bir değerlendirmeye çok uzaklardaki galakside yaşayan bir savaşçı keşişten alıntı yaparak başlamak yersiz görünebilir. Kanaatimce, Marvel Sinematik Evreni basitliğinde “iyiler ve kötüler” ayrımları üzerinden siyaseti anlamaya meyyal bir kalabalık açısından Efendi Yoda yeterli bir entelektüel kutup. Siyasi olanı ahlaki olanla ikame etmeye dayalı bir gözbağcılık numarasıyla ideolojik üstünlüğünü dayatan tek kutupluluk ahir zamanında hayata tutunmak için beyinlerimizi iğdiş eden tek ezberini en maniheist biçimiyle hâlâ yaymaya çalışıyor.
Yerseniz, basite indirgediğinizde, dünya siyaseti otoriter rejimler ile demokrasiler arasında bölünmüş durumdadır. Bu otoriterlik en güvenilir demokrasilerde bile dikkatli olunmazsa çeşitli “garip saçlı” liderler eliyle kuvvetlenip demokrasi ve özgürlükler rejimlerini boğabilir. Son Arjantin başkanlık seçiminden Hollanda genel seçimlerine, Almanya Federal Cumhuriyeti’nde AfD’nin yükselişinden ABD’de Donald Trump’ın Beyaz Saray’a dönme ihtimaline kadar hemen hemen tüm siyasi analizler bu minvalde yapılıyor. Açık konuşalım, Türkiye siyaseti de bu parametreler üzerinden değerlendiriliyor.
Peki, hakikat ne? Neredeyse yarım asırlık neoliberal küreselleşme sürecinin sonunda bizzat bu sürecin yarattığı politik ekonomi dinamiklerinin dönüştürdüğü güçler dengesinden dolayı istikrarsızlaşan bir ortam, bu ortamda sanayisizleşen küresel kuzeyde ve sanayileşirken yoksullaşan küresel güneyde alttakilerin ve alta düşmekten haklı sebeplerle korkanların çözümü kendilerine dayatılan seçeneklerin ötesinde arama iradesini anlamaya çalışmak, bu Marvelcı siyaset algısının ötesine geçmek için elzem. Bunun ötesinde seçim kazanan ama anaakım sayılmayan sağcı siyasetçiler nedeniyle “demokrasi elden gidiyor” diye endişelenmek yersiz.
Arjantinliler Peronistlerin yolsuzlukları ve genel iktisadi kriz karşısında ilk kez neoliberal bir seçeneği tercih etmiyor. 2015’te daha muhafazakar bir neoliberali, Mauricio Macri’yi başkanlığa seçmişlerdi. Bu defa, 2001’de “Que se vayan todos”1 diye ayağa kalktıkları zamankiyle aynı yerleşik siyasete orta parmak gösterme iradesiyle anaakımın dışından sağ liberteryen bir neoliberali, Javier Milei’yi iktidara getirdiler. Milei’nin Macri’ye benzeyen, Arjantin sağından tevarüs edilmiş fikirleri var, belli konularda daha da yoksul düşmanı, ayrıca ilerici neoliberallerin dostu Davos merkezli Dünya Ekonomik Forumu’ndan aparılmış toplumsal özgürlüklere dair Katolik bir ülkede radikal sayılabilecek fikirleri de var. Milei için pek çok şey söylenebilir ama Malvinas Adaları için savaşmayı küçümseyen tutumuna bakılırsa Fidel’in dostu Maradona kadar bile milliyetçi değil. Aile değerleri ve milliyetçiliğe dair bunca farka rağmen, onun Salvini, Trump, Wilders, Le Pen, Orban ve Erdoğan’la esasında aynı kişi olduğu söyleniyor bize.
Peki, bu seçim sonuçlarıyla tehdit altında olan “demokrasi” nasıl bir rejimdi? Aslına bakılırsa, liberal ideolojinin amentüsü doğal haklar anlayışıyla, halk egemenliği fikrinin birlikteliğinde, bunların ilkinin varlığı sayesinde garantilenen ve serbest olduğu iddia edilen piyasa eliyle üretim ve bölüşümün düzenlenmesi sistemi. Halk egemenliği fikri ile kapitalizmin sorunsuz gözüken bu birlikteliği işçi hareketinin gerek sendikal gerekse siyasal örgütlerinin güçlü olduğu belli bir tarihsel dönemin sonucuydu. Bu gücün olmadığı günümüz koşullarında egemen sınıflar alt sınıfların siyasete katılma kanallarını giderek tıkıyor. Halk egemenliğini sırtından atmanın zeminini hazırlıyor. Bu genel eğilim o ya da bu aşırı sağcı siyasal liderin yoksullaşma tehdidini olanca gerçekliğiyle hisseden halk kesimlerinin duygularına hitap etme siyasetiyle ilgili değil.
Aslında bu yazıyı daha önce yazdım; Meloni başbakanlık koltuğuna oturduğunda, onun, onu genç yaşta bakan yapan, partisini kurduğu sağ koalisyonlarda hep ortak olarak tutan, bu sene ölen Berlusconi’den ne farkı olduğunu sormuştum. O zamanlar alarm zilleri çalanlar Meloni’nin Berlusconi’den bazı konularda daha makul, göçmenler başta olmak üzere bazı konularda Berlusconi’den daha müfrit herhangi bir sağcı olduğunu görmek istemedi. Görmek istemedikleri aslında faşist siyasi geçmişin Avrupa siyasetinin normaline dahil olmasıdır. Faşizm, en az Rönesans kadar batılıdır.
Bugün Başbakan Meloni’nin günümüze kadar ki hükümet bilançosunun onun bir başka Berlusconi olması konusunda beni haklı çıkardığını tartışmam. Sanırım Milei dönemi ile Macri dönemi arasında da benzer bir paralellik olacaktır. Arjantin örneğinde esas mesele bu defa tepki gösteren halkın sandıkta “Que se vayan todos” demekle yetinmesi ve 2001 benzeri bir kitle seferberliğini tetikleyip sokakları yakmamasıdır. Eksik de, ihtiyaç da, siyasi analizlerin odaklanması gereken nokta da budur. Anaakım siyaset biliminin otoriterleşme diye kodladığı siyasal eğilim, ideolojik aygıtlar etkisizleşirken egemen sınıfın tüm kesimlerinin sömürü düzenini sürdürmek için baskı aygıtlarına daha fazla ihtiyaç duymasından başka bir şey değildir. Bu genel eğilimi tekilleştirmeye, istisnaileştirmeye çalışanlar “cambaza bak”çılardır. Zira bu dönüşümün tersine dönmesi ancak aşağıdakilerin siyasi etkinliğinin, bu etkinliği mümkün kılan örgütlülüğün yeniden canlandırılmasıyla mümkündür. Yoksa bu kesimlerin bir kısmını sandık tutumları üstünden şeytanlaştırmak yararsızdır. Bu noktaya yazıyı bağlarken sonuçta dönme sözü verip bu aşırı sağ korkusunun son dönemdeki diğer etmeni olan Hollanda seçimlerinden de kısaca bahsedelim.
Avrupa’da Merkel’den sonra geriye kalan tek Merkel tarzı muhafazakar siyasetçi olan Mark Rutte göçmen ailelere verilen sosyal yardımların haksız bir biçimde ve sistematik olarak yasal yolların manipüle edilerek geri alınması skandalının patlamasıyla siyasetten çekildi. Wilders hükümet kurabilirse, hiç dolambaçlı yollar kullanmadan kanun yoluyla göçmenlere bu sosyal yardımların verilmesini engelleyecektir. Wilders bizim muhafazakarların sevdiği türden bir öcü, kitabi bir İslamofobik. Korku, Hollanda’da bu İslamofobik siyasetin gelişmesinde en önemli etken, 1990’lar boyunca bu türden ırkçı siyaseti ülke gündemine taşıyan ve parlatan sol kökenli entelektüel Pim Fortuyn’du. İslam’da başta kendi cinsiyet kimliği olmak üzere yaşam tarzına bir tehdit gören Fortuyn bu türden ırkçılığı ülkede normalleştirmeye büyük katkı sağladı. Bir hayvan hakları aktivisti tarafından öldürülmesi bu korkuyu daha da kesifleştirmişti. Korku farklı siyasal ortamlarda ortaya çıkabiliyor, en beteri kendi kendini korkutmak. Otoriter rejimlerin sinsice demokrasilerinin altını oyduğunu düşünen, onlarla kendi evinde değil de bulundukları yerde mücadele etmek gerektiğine iman eden Yeşiller Alman tanklarını Donbass’a gönderirken, Panzerleri en son oralara yolladığımızda sonucun ne olduğunu hatırlıyor musunuz diye ülkeyi uyarmak da bir AfD milletvekiline düşüyor. Bugünlerde solcu ağırlıklı federal hükümetin Filistin mücadelesinin klasik politik şiarını yasaklamaya varan Hamas hayaleti etrafında yaratılan paranoyasını da buna ekleyelim. Efendi Yoda’nın dediği gibi, “korku karanlık tarafa giden yoldur”.
Korkunun olduğu yerde zafere ulaşmak için umuttan bahsedebilmek gerekir. Ezilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediklerini anaakım dışına oy vererek göstermesi umutlu olmamıza yetmiyor. Kitle seferberliği olmadan, örgütlülük olmadan oy pusulası her yöne gidebilir. Arjantin’de halk en son siyasete öfkelendiğinde sokağa inip bu öfkeyi örgütlü olarak ortaya koymuştu. Korku siyaseti, bu öfkenin proleter bir karakter kazanmasını engelleyen etmenlerden biridir. Belki en önemlisi bu değildir ama yoksul halka onunla birlikte bir toplumsal mücadelenin parçası olmadan ırkçısınız diye parmak salladığınız her yerde bu korkunun etkisi var. Bunun Türkçeye tercümesi “Soma’da kime oy veriyorlar?” kalabalığıdır. Bununla birlikte şunu da belirtmek isterim evanjelist bir tebliğci gibi kutsal kitabınız her neyse onu aynı insanlara doğru sallayıp onları inancınıza, istiyorsanız siyasetiniz ya da örgütünüz diyelim, davet etmek de aynı kapıya çıkar, ama bu başka bir yazının konusu.
Yoksulların ya da dibe doğru daha da itilmekten korkanların son on beş yılda sığındığı bu sözde canavarlar, yani farklı saplantıları dillendiren sağcı liderler, çok kaba genelleştirmeler yapmıyorsanız görebileceğiniz gibi farklı siyasal tercihleri dillendiriyorlar. Pek çoğu da tıpkı Meloni gibi iktidara gelmeyi becerirse bugünün sağcısı ne yapacaksa sadece onu yapıyor ama büyük büyük konuşmayı tabii ki seviyorlar. Wilders bir İslamafobik, Milei bir sağ liberteryen, Trump pragmatist bir dolandırıcı, Orban şovenist bir muhafazakar, baba Le Pen için aynısını söylemem ama Marine, Lorraine Haçını2 simge olarak kullanmaktan çekinmeyen de Gaulle ne kadar sağcıysa o kadar sağcıdır, Meloni de İtalyan faşizminin tarihini kalbinin üstünde aile yadigarı bir madalyon gibi taşıyan daha yetkin bir Berlusconi. Bu insanları anaakım siyasetten ümidini haklı olarak kesmiş (neoliberal küreselleşme dönemini siyaseten etkisizleşerek, örgütlülüklerini kaybederek ve yoksullaşarak geçirdiler, nasıl kesmesinler?) kitleler zaman zaman destekliyor. Sorun bu değil, sorun başka bir mesajın o kitlelere etkin bir biçimde ulaştırılamaması. Kafayı bu liderlerin ne kadar korkunç olduğuna takmanın gereği yok. Sosyalizm fikrini bu insanlarla nasıl buluşturabiliriz onun politik stratejisini ve taktiklerini düşünmeliyiz.
Korku da bu noktada iyi bir başlangıç noktası değil. Korku, bizi egemen sınıfının en yeni “ilericiliğinin”, “solculuğunun” kucağına itiyor. Korkmayıp konfor alanımızdan çıkmaya cüret etmek gerekir. Köstebeğin kazmaya devam ettiği küresel hinterlandın çöllerinde, Antep’te, Urfa’da, Soma’da, Denizli’de, bulunup onun yüzeye çıkacağı siyasal âna hazırlanmak için. Bir sonraki Metal Fırtına’yı uzaktan seyretmemek için. Halkın siyasete yeniden etken olarak katılmasının yolunu doğru yöntemle, kitle eylemiyle, yeniden açmak için.
- 1998-2002 arası süren ve sonunda Sol Peronist Kirchner siyasi hanedanını iktidara getiren iktisadi ve politik kriz sırasında gerçekleşen Aralık 2001 ayaklanmalarının politikacılara dönük sloganı: “Hepsi defolsun”. ↩︎
- Doğu Hristiyanlığında yaygın olan bu sembol Haçlı seferleri dolayısıyla Fransız ikonografisine girmiştir. Nazi işgali sırasında Komünist olmayan Fransız direnişinin simgesi olması Fransız şovenizminin ve yayılmacılığının önemli isimlerinden Maurice Barrès’nin favori ikonlarından biri olmasıyla ilintilidir. ↩︎