Pazartesi, Aralık 2, 2024

Batı’nın Pravda’ları – Marco D’eramo

Anaakım medya ve akademi, bir zamanlar devletin ideolojik aygıtları diye tanımlanan bu yapılar, “uzman” görüşleri geniş halk kesimleri tarafından daha az rağbet görmeye başladığından beri “post truth” (hakikat sonrası) kavramıyla kodladıkları iletişim kanallarına karşı bir cihat ilan etti. Haber doğrulama uzmanları (fact checker) atamak, dezenformasyonla mücadele birimleri oluşturmak bugünlerde revaçta. Düne kadar 1984’ün distopyasıyla özdeşleştirilip hakikat bakanlığı diye küçümsenen kurumlar liberal anaakım tarafından el üstünde tutuluyor. 

Wolfgang Streeck New Left Review’da yayımlanan bir yazısında hakikat sonrasına geçişte ilk adımı Irak’ta kitle imha silahlarının varlığı iddiasının ya da vergi oranlarının düşürülmesinin vergi tahsilatını artıracağı gibi uzman yalanlarının çoğaldığını, hakikat sonrasına geçişte kilit rol oynayan büyük yalanın esas olarak anaakım tarafından 1990’larda icat edildiğinin altını çiziyordu. “Kamu diplomasisi” diye kodlanan Goebbels yöntemlerinin güncel versiyonları her türden rejimde yurttaşın siyasi tercihlerini manipüle etmek için kullanılıyor. 

Marco d’Eramo da bu yazısında sinsi yöntemlerle Batı demokrasilerinin masum yurttaşlarını zehirleyen otoriter rejimlerin propaganda aygıtlarına yönelen projektör ışıklarını tersine çeviriyor. Onlarla aynı işlevi gören -ve İsrail’in Filistin’e yönelik soykırım girişimine dair tutumlarıyla da bu işlevleri son aylarda iyice ayyuka çıkan- Batılı anaakım medya kurumlarına ve sözcülerine odaklanıyor. Hakikati karartmanın otoriter ya da demokratik adı ne olursa olsun her rejimin egemen sınıfının en önemli silahı olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.


Mögen andere von ihrer Schande sprechen,
ich spreche von der meinen.

Bırakın başkaları utançlarından bahsetsin,
Ben kendiminkini anlatacağım.

Bertold Brecht, Almanya, 1933

1970’lerin başında bir Amerikalı ile bir Sovyet hangi toplumun daha özgür olduğunu tartışmaktadır. Amerikalı, birden “Biz en azından Nixon’ı eleştirebiliyoruz!” der. Sovyet, “Ne olmuş yani?” diye yanıtlar: “Nixon’ı biz de eleştirebiliriz.” Ne de olsa Nixon eleştirilmeye fazlasıyla layıktı: Nixon hükümeti Çinhindi’ndeki en büyük katliamlardan, Kara Panterler’in kendi ülkelerinde yok edilmelerinden, Pinochet’nin Şili’deki kanlı darbesini desteklemekten sorumluydu; bu liste uzayıp gidiyor. Fakat bugün roller tersine dönmüş gibi görünüyor. Ukrayna’daki savaş söz konusu olduğunda Batılılar kendilerini Brejnev dönemi Sovyetlerinden pek de farklı olmayan bir halde buldular. “Putin’i eleştirmekte özgürüz!” diye haykırıyorlar.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Vladimir Putin Çarlara duyduğu nostalji, Ortodoks Hıristiyanlık coşkusu, dünyanın en sakıncalı dini rejimlerinden biriyle kurduğu sarsılmaz ittifak, feodal devlet kapitalizmi vizyonu, mümkün kıldığı ve teşvik ettiği yaygın yolsuzluklar, Çeçenistan’daki kasaplığı ve muhalefete uyguladığı baskılar nedeniyle hakiki bir gericidir. Ukrayna’yı intihar edercesine işgali, Avrupa’daki mevzi savaşlarına anakronik bir dönüş yaparak on yıl önce neredeyse kimsenin varlığından haberdar olmadığı Donbass topraklarında atomik bir soykırımı göze alması da var tabii. Putin’in yarattığı dehşetin ötesindeki deliliğin boyutlarını ölçmek için 2013’te Ukraynalıların yüzde 80’inin Rusya hakkında olumlu görüşe sahip olduğunu hatırlamak yeterli.

Nixon’ın barbarlığını eleştiren Sovyetlerin cesareti –Leningrad’daki bir yorumcunun onu yeni Hitler olarak tanımlaması– bizi dehşete düşürmezdi. Aynısı bugün de geçerlidir: Putin’i eleştirirken hayatlarını riske atan Rus vatandaşlarının aksine, Batı’da bu Doğulu satrapın (Doğu despotizmi: Karl August Wittfogel’in uydurduğu bu retorik topos artık ölmeyecek mi?) zulmünü küçümseyen uzmanları “cesaretlerinden” dolayı tebrik edemeyiz. Son bir buçuk yıldır avaz avaz haykırdıkları “biz sizi silahlandırırız, siz de savaşırsınız” söylemindeki korkaklığın tatsızlığından bahsetmiyorum bile. Başkalarının hayatlarıyla oynamak fazlasıyla kolay.

Burada ana hatlarıyla çizilen olgu, bazı açılardan geçmişle örtüşmekle birlikte geçmişe sadık değildir. Dünyanın iyiler ve kötüler biçiminde yeniden bölünmesi 1950’lerin McCarthyciliğini tanımlıyordu. Hatırlamayan okurlar olabilir, bu kavram Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi (HUAC) aracılığıyla komünist olduğundan şüphelenilen herkesi (aktörler, yönetmenler, gazeteciler, müzisyenler, yazarlar, diplomatlar, hatta silahlı kuvvetler mensupları) hedef alan bir cadı avına öncülük eden ABD’li senatör Joseph McCarthy’nin soyadından türetilmiştir. Wittfogel’in de bu cadı avına katılmış olması tesadüf değildi. 1951’de BM delegasyon şefi ve Kanadalı diplomat Herbert Norman’ı komünist bir ajan olmakla suçladı. Norman her şeyi inkar etti ama yeniden suçlandı. Sonra da Kahire’de intihar etti.

Elbette önemli farklar var. McCarthycilik, casus ve hain avında hedef aldıklarını geçim kaynaklarından mahrum bırakmıştı. Bugünkü kampanya o kadar ileri gidemedi. McCarthycilik Amerikan devletini ve medyasını ele geçirdi ama onları da komünizme karşı yumuşak olmakla ya da gizli komünistleri barındırmakla suçladığı için kendisine yönelik muhalefeti de büyüttü, nihayetinde bizzat müesses nizamın eliyle sona erdirildi. Şu anda, Batı Brejnevizmi diye adlandırabileceğimiz şey hiçbir itirazla karşılaşmadan yayılıyor gibi görünüyor. Sonucu da bakış açısının homojenleşmesi oluyor. La pensée unique [tek tip düşünce] yerine, elimizde bir récit unique [tek tip anlatı] var. NATO üyelerinden istenen ortodoksiye tereddütsüz bağlılıktır ve atom fizikçisi Leo Szilard’ın Soğuk Savaş esnasında Amerikalılar hakkında söylediklerini hatırlatan bir otosansür düzeyi talep etmektedir: “İşlerin en kötü olduğu zamanlarda bile, Amerikalıların çoğunluğu düşündüklerini söylemekte özgürdü çünkü söylemekte özgür olmadıkları şeyleri hiç düşünmediler.”

Yalnızca savaş propagandasından bahsetmiyorum, ki bu kaçınılmazdır: bombalarımız sadece askeri hedefleri vurur, düşmanınki ise sadece sivil hedefleri; bizim askerlerimiz centilmendir, onlarınki ise vahşet uygulayan barbarlardır; biz bir şehri kaybedersek stratejik önemi olmadığındandır, düşman kaybederse hayati önemdedir. Yalanlardan bahsetmiyorum bile, yine savaşta kaçınılmazdır; kötü niyetten değil düşmana doğru bilgi veremeyeceğiniz için yayılır. Düşüncelerimize nüfuz eden daha sinsice bir şeyden bahsediyorum. En açık işaretler, her zaman söz dağarcığımızda belirir. Örneğin, neden Rus milyarderlere oligark deniyor da Batılı milyarderlere asla denmiyor? Herhangi bir ulusun milyarderleri (tanımları gereği) ülke üzerinde söz sahibi olan gruplardır. Fakat “oligark” terimi fazlasını ima eder: içinde faaliyet gösterdikleri rejimin gerçek (bizimki gibi) bir demokrasi değil bir oligarşi olduğunu. Bu terim, demokratik olmayan, otoriter bir düşmanın inşasının temel yapıtaşıdır.

Bu çifte standart “imparatorluk” teriminin kullanımında daha da belirginleşir. Rusya söz konusu olduğunda (ister Çarlık, ister Sovyet dönemi, isterse Putin’in rövanşizmi olsun) bu terim sürekli kullanılırken, anaakım medyada yalnızca alçak saldırganlara karşı kendini savunmakla ilgilenen barışsever bir devlet olan ABD için asla kullanılmaz. ABD’nin 85 ülkede 750’den fazla askeri üssünün olması önemsiz bir ayrıntıdır (karşılaştırma yapmak gerekirse, İngiltere’nin yurtdışında 17, Fransa’nın 12, Türkiye’nin 10, Çin’in 4, Rusya’nın 10 askeri üssü vardır ve bunların 9’u eski Sovyetler Birliği sınırları içindeki ülkelerdedir). ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyadaki diğer tüm devletlerden daha fazla savaş çıkarmış olması da aynı derecede önemsizdir (Guatemala, Vietnam, Laos, Kamboçya, Nikaragua, Grenada, Panama, Irak, Sırbistan, Afganistan, Libya, Yemen, Suriye…). Şili, İran ve Küba’da yapılan darbeleri saymıyorum bile…

Bir de artık neredeyse tüm orduların kullandığı bir kaynak olan paralı askerlere yönelik söz dağarcığı var (bize anlatılan hikayeler kadar romantik olmayan, 1831’de kurulan Fransız Yabancı Lejyonu’nu unutmayalım). ABD tarafında bu askerler kibarca “anlaşmalı” (contractor) diye adlandırılırken, Rus meslektaşları “paralı asker” (mercenary) diye anılıyor (her iki durumda da uygun bir terim). Yakın zamanda ölen, Wagner Group’un eski başkanı Yevgeny Prigozhin, Kremlin Çarı’nın “yakın çevresinin” ya da “kliklerinden birinin” parçasıydı; ama Blackwater’ın başkanı Erik Prince, Donald Trump’ın eğitim bakanı Betsy DeVos’un kardeşi olan bir “işadamından” ibaret. Böyle örgütlerin hepsi suçluları işe alır, onlar eliyle vahşet uygular, ancak bazıları “istenmeyen zayiat” olarak örtbas edilirken bazıları “barbarlık” belirtileridir. Franco Moretti’nin edebi metinlere yaptığı gibi Batı medyasının sıfat kullanımına ilişkin niceliksel bir analize ihtiyacımız var.

Bu yeni ortodoksinin belki de en anlamlı göstergesi “Putin’in kullanışlı aptalları” ifadesinin yaygınlaşmasıdır. Google’da aratıldığında 321 bin sonuç çıkıyor. İyi niyetin ve saflığın istismar edildiği alaycı bir siyasi görüşe işaret eden “kullanışlı aptallar” ifadesinin geçmişi aydınlatıcıdır. William Safire’ın 1987 tarihli New York Times Magazine makalesinde yazdığı gibi: “Lenin’in bir zamanlar liberaller için kullandığı bu terim, artık antikomünistler tarafından bu liberallerin ideolojik torunları veya bu ifadeye başvuranların görüşüne göre yeterince antikomünist olmayanlar için kullanılan bir ifade gibi görünüyor.” Ne var ki, Safire araştırmasını yaparken Lenin’in yazılarında veya konuşmalarında bu ifadeye rastlayamadı. Böylece terimin alaycılığı sözde onu formüle edenlere yönelmiş oldu.

Bu ifadenin kullanımı, onu ortaya çıkaran Soğuk Savaş’ın (bu da Walter Lippmann tarafından ortaya atılan bir kavramdır) sona ermesiyle azalmıştır. Ancak 2008’de Foreign Policy’de yayımlanan “Putin’in Kullanışlı Aptalları” yazıyla yeniden keşfedildi. Safire’ı yorumlayacak olursak: bu ifadeyi kullananların gözünde Putin’e yeterince muhalif olmamak kafiydi. Elbette bağlamı da unutmamak gerekir. Putin, 2000’lerin başında Rusya’nın NATO üyesi olmasını istiyordu (Foreign Policy’nin geçen yıl “Putin NATO’yu Severken” başlıklı makalesinde okurlarına hatırlattığı gibi). Ancak 2008 yılına gelindiğinde işler tersine dönmüştü; mesele artık Rusya’nın kabul edilip edilmemesi değil, Rusya’ya karşı bir hamle olarak Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya nasıl kabul edileceğiydi (2008 aynı zamanda Rusya ile Gürcistan arasında Güney Osetya ve Abhazya için savaşın başladığı yıldı). “Putin’in kullanışlı aptalları” ifadesi, Ukrayna’nın seçilmiş cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’in tahttan indirildiği 2014’te bir New York Times makalesinde tekrar belirdi. Kullanımı giderek yaygınlaştı, nihayet Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra aldı başını yürüdü. O zamandan bu yana Atlantic, Spectator, Politico ve Economist’in (herhalde fikir veriyordur) manşetlerinde göründü.

Bu terimin kullanımının tehlikeli bir örneği, Haziran 2022’de Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a çatışmaya diplomatik bir çözüm önerme cüretini gösterdiği için bu sıfatı yakıştıran, aynı adlı derginin editörü Steve Forbes’tan geldi. Bu olay, bir başka Fransız cumhurbaşkanının 2003’te Irak’ın işgaline katılmayı reddettiği zamanı hatırlatıyor. Jacques Chirac’a o kadar kızmışlardı ki, George Bush yönetimi Amerikalıları “patates kızartması” (French fries) adını “özgürlük kızartması” (freedom fries) diye değiştirmeye ikna etmeyi denedi. Bu, I. Dünya Savaşı esnasında yoğun Alman düşmanlığı ortamında, “frankfurter” adının “hot dog” olarak değiştirildiği kampanyanın bir tekrarıydı, üstelik Bush’un beceriksizce girişiminden çok daha başarılı olmuştu.

Putin’in kullanışlı aptalları listesinde yokluğuyla dikkat çeken isim, 2014’te Washington Post‘ta bir görüş yazısı yazan Henry Kissinger’dı:

Batı, Rusya için Ukrayna’nın asla “yabancı ülke” olamayacağını anlamalıdır. Rus tarihi, Kiev Knezliği diye adlandırılan bölgede başlamıştır. Rus dini oradan yayılmıştır. Ukrayna yüzyıllardır Rusya’nın bir parçasıdır, tarihleri çok daha önce iç içe geçmiştir. Rus bağımsızlığı için yapılan en önemli savaşlardan bazıları, 1709’daki Poltava Savaşı’ndan başlayarak Ukrayna topraklarında yapıldı. Rusya’nın Akdeniz’deki güç gösterisi aracı Karadeniz Filosu, Kırım’daki Sivastopol’de uzun vadeli bir sözleşmeyle bulunuyor. Aleksandr Solzhenitsyn ve Joseph Brodsky gibi ünlü muhalifler bile Ukrayna’nın, Rus tarihinin daha doğrusu Rusya’nın ayrılmaz bir parçası olduğunda ısrar ettiler.

Yazısını şöyle bitiriyordu:

Putin, derdi ne olursa olsun, askeri dayatmalara dayalı politikanın yeni bir Soğuk Savaş yaratacağını anlamalıdır. ABD’nin de Rusya’ya Washington tarafından belirlenen davranış kurallarının sabırla öğretilmesi gereken bir sapkın muamelesi yapmaktan kaçınması gerekiyor. Putin ciddi bir strateji uzmanıdır. ABD’nin değerlerini ve psikolojisini anlamak onun güçlü yanı değildir. Rus tarihini ve psikolojisini anlamak da ABD’li politika yapıcıların güçlü olduğu bir alan değildir.

Kissinger’ın “Putin’in kullanışlı aptalları” listesinde yer alacak gerekli niteliklere sahip olduğu açıktır. Peki, neden öyle damgalanmadı? Çünkü Realpolitik‘in yaşlı tilkisinin, hele hele Putin gibi genç biriyle kıyaslandığında, aptal olduğu pek inandırıcı değil. Belki de Putinversteher diye adlandırılabilirdi (Google’da 41 bin sonuç çıkıyor), bu kelime Almancada “Putin’i anlayan kişi” anlamına geliyor. Bu da “kullanışlı aptalların” etkili biçimde aşağılanmasını olumsuz bir imayla değiştiriyor: sempati, destek veya suç ortaklığını ima eden bir “anlayış”.

Bu el çabukluğu pek masumane değil. İtalya’nın en önemli gazetelerinden Repubblica, bir tarafın suçluluğunun diğer tarafın masumiyeti anlamına gelmeyeceği şeklindeki (tarih boyunca binlerce kez doğrulanmış) düşünceye bağlılıkları nedeniyle önde gelen gazetecileri ve büyükelçileri alaya alan bir Putinversteher listesi yayımladığında savaş daha yeni başlamıştı. Daha düne kadar Putin’i Talleyrand ve Metternich’in siyasi mirasçısı olarak selamlayan, Çeçenistan’daki kasaplığını görmezden gelen, saçma sapan gömleksiz at gezintilerinden, kaplanlarla fotoğraf çektirmesinden, dövüş sanatlarına çocuksu tutkusundan, Jean-Claude Van Damme gibi üçüncü sınıf aktörlere hayranlığından bahsetmeyen yorumcular, “Ama bu kılık değiştirmiş Putin yanlılığı!” diye karşılık veriyor. Van Damme’ı idolü edinmiş birine nasıl zeka atfedebilirsiniz?

Söylem, hızla Putinversteher‘den topyekûn Rus düşmanlığına dönüştü. Mikhail Shishkin, Atlantic‘te şöyle yazıyordu:

Kültür de savaş zayiatıdır. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından Ukraynalı yazarlar Rus müzik, film ve kitaplarının boykot edilmesi çağrısında bulundu. Bazıları da Rus edebiyatını Rus askerlerinin sergilediği vahşetin suç ortağı olmakla itham etti. Onlara göre kültür bütünüyle emperyalisttir, bu askeri saldırganlık da Rusya’nın sözde medeniyetinin ahlaki iflasını ortaya koymaktadır.

Ukraynalıların bu tutumu benimsemeleri anlaşılabilir (à la guerre comme à la guerre: aşkta ve savaşta her şey mübahtır), Ukrayna milliyetçiliğine muhalefeti nedeniyle vatandaşları Mikhail Bulgakov’a adanmış Kiev’deki müzeyi kapatmaktan vazgeçmiş olabilirler. Birçok büyük Rus yazar esasen Ukraynalıydı: Gogol, Çehov (Mariupol yakınlarında doğdu), Akhmatova (Odessa’da doğdu). Ancak Ukrayna’da doğmuş olmaları kendilerini Ukraynalı hissettikleri anlamına gelmez. Tıpkı Rusça yazmanın sizi Rus yapmayacağı gibi, tıpkı Avusturyalı ya da İsviçreli yazarların Almanca yazdıkları için kendilerini asla Alman hissetmeyecekleri veya Amerikalıların sırf İngilizce yazdıkları için kendilerine İngiliz denmesini istemeyecekleri gibi. Rusça yazan ama Ukrayna davasını savunan Ukraynalı yazar Andrei Kurkov’un Penguen romanına büyük hayranlık duyuyorum. Tüm bunlar Herder’in meşhur üçlüsünün aldatıcılığını vurguluyor: ein Volk, eine Sprache, ein Land (tek millet, tek dil, tek vatan).

Rus olan her şeyin aşağılandığını baktığınız her yerde görebilirsiniz. Andrey Zvyagintsev gibi Cannes’da birçok ödülün yanı sıra Altın Küre kazanmış saygın yönetmenlerin filmleri de dahil olmak üzere, sinemalarımızda Rus filmlerinin aniden yok olduğunu bir kenara kaydedin. Dünya edebiyatının klasikleri de bundan nasibini aldı. Foreign Policy’de yayımlanan, hem Tolstoy’u hem de Puşkin’i Rus emperyalisti olarak niteleyen (Puşkin’in Pugaçev İsyanı’nı yeniden kurgulaması isyana sempati duyduğunu gösterse bile) “Puşkin’den Putin’e Rus Edebiyatının İmparatorluk İdeolojisi” başlıklı makaleye bakabilirsiniz. Savaş başladığından beri Ukrayna’da birçok Puşkin anıtı yıkıldı (Taliban Buda heykellerini yıktığında neden öfke duyuyoruz?) ve Financial Times’ın haberine göre “bazı Ukraynalılar artık sosyal medyada şehirlerine füze saldırıları düzenleyen Puşkincilerden bahsediyor.”

Hiçbir sanatçı Dostoyevski kadar karalamaya maruz kalmamıştır. Denklem doğrusaldır: Dostoyevski kendisini, “kardeşçe sevginin pan-hümanist birliği fikrini somutlaştıran” sözde “Rus ruhunun” (Russkaia Dusha) bayraktarı olarak tasarlamıştır. Rus ruhu, Rusya’nın sınırları içindeki ve ötesindeki tüm Slav halklarını birleştirmesi gerektiği fikrinin özüdür, bu nedenle Rus emperyalizminin teorik temelidir. Dolayısıyla Dostoyevski, tıpkı Nietzsche’nin Hitler için olduğu gibi, Putin için ilham kaynağıdır. Bir asırdan fazla bir süre boyunca Dostoyevski (ve Tolstoy) Dante, Cervantes, Shakespeare ve Goethe’yle birlikte edebiyat devleri arasında sayılıyordu. Birdenbire namussuzun teki oluverdi.

Dostoyevski-Putin ve Nietzsche-Hitler arasındaki analoji bize bu yeni ortodoksinin son söylemsel yönünü gösteriyor: Modern seküler teolojide tek bir anlama gelen Hitler-Stalin karşılaştırması, yani söz konusu kişiyi “şeytan” olarak tanımlamak. Bu filmi ilk kez görmüyoruz: daha düne kadar dünya güçlerinin güvenilir dostlar olarak gördüğü figürler birdenbire canavar, deli, suçlu ilan ediliyor. Genç Cato’ya yakışır bir ahlaki titizliğin yanı sıra amaca uygun bir hafıza kaybı da devreye alınıyor. Anglosakson basınının Mussolini’ye (Hitler de bir süre aynı muameleyi gördü) düzdüğü övgülere dönmeye gerek yok; Saddam Hüseyin’in İran’a karşı savaşması için nasıl finanse edildiğini ve silahlandırıldığını, ancak iğrenç bir yargılama maskaralığından sonra nasıl bir suçlu ve mahkum ilan edildiğini hatırlamak yeterli. Aynı şey Beşar Esad’ın başına da geldi. Kısacası, bir yandaş yandaş olmaktan çıkar çıkmaz suçluya dönüşür (daha önce öyle olmadığından değil ama o zamanlar gözlerimiz kapalıydı). Roosevelt’in Nikaragualı diktatör Anastasio Somoza’nın “orospu çocuğu” olduğunu söyleyenlere verdiği ölümsüz cevap her durumda geçerlidir: “Evet, ama o bizim orospu çocuğumuz.”

Putin bir süre önce bizim orospu çocuğumuz olmayı bıraktı. Ancak bu durum onu hemen yeni Hitler yapmaz. Onunki neredeyse metafizik bir vahşet, öylesine dehşet verici, öylesine kıyamet gibi bir şiddetti ki, sık sık ona benzetilen küçük despotlarınkiyle kıyaslanamaz bile. Hitler’i herhangi bir eski katille yan yana koymak, her mahalle katliamını Shoah ile karşılaştırmaya benzer. Nihayetinde Judeocide’ın büyüklüğünü azaltır, failleri aklamaya yönelik bir adımdır.

Son bir husus: siyaset sınıfı, değerlerin savunulmasından bahsedince başınızın belada olduğunu anlarsınız. Carl Schmitt’in gözlemlediği gibi, değerler özünde polemik yaratan, yani çatışma üreten bir kategoridir. Değer vermek için diğer değerlerin değerini düşürmek, onları alt etmek ve onlara zalimane bir güç uygulamak gerekir. Vatanseverlik alçakların son sığınağıysa, değerler de zorba güçlerin ilk çaresidir: faşizmin “etik devleti” savunması tesadüf değildir. Değerlerin savunulmasında uzlaşma mümkün değildir, onlar adına yalnızca haçlı seferleri düzenlenebilir. Bu durum, özellikle “Batı’nın değerleri” gibi muğlak ve tanımsız bir fikir söz konusu olduğunda geçerlidir. Nedir bu değerler? Yüzyıllardır uygulanan kölelik mi? Bir ülkeyi afyon ithal etmeye zorlamak için yapılan savaşlar mı? Sığınmacıları kafeslemek için toplama kampları kurmak mı? Sığınmacıları dışarıda tutmak için tiranlara verilen milyarlar mı? On binlercesini boğarak öldürmek için açık denizlerde devriye gezmek mi?

Batı’nın değerleri, bir arabanın sinyal lambaları gibi aralıklarla çalışıyor sanki. Kosova’daki etnik bir azınlık bağımsızlığını savunma hakkına sahiptir. Ama Donbass’ta değil. Ukrayna’nın istilaya ve işgale direnme hakkı kutsaldır. Ama Filistinlilerin değil. Gerçek şu ki, büyük güçlerin oyununda mesele esasen Ukrayna’nın toprak bütünlüğü değildir. Bu yalnızca “değerlerin savunulması”, daha doğrusu değerlerin ihraç edilebilmesi için bir bahane. Bu değerlerin 111 devlet (ABD, Rusya, Ukrayna, Çin, Hindistan, İsrail, Pakistan ve Brezilya hariç) tarafından imzalanan bir Birleşmiş Milletler sözleşmesiyle yasaklanan misket bombaları aracılığıyla ihraç edilmesi daha da iyi. Misket bombaları Batı’nın değerlerini daha inandırıcı kılıyor.


Sunuş: Mustafa Görkem Doğan
Çeviri: Cüneyt Bender
Özgün Metin: “Western Pravdas”, Sidecar

Son Eklenenler