Pazartesi, Nisan 29, 2024

Emek, ekoloji, örgütlenme: Ne ayrı, ne bir arada?

Üretim ilişkilerinin toplumun şekillenmesinde belirleyici, sınıf savaşının da tarihin akışında merkezi bir rolü olduğu gerçeğinden uzaklaştıkça gitgide birbirinden ayrılan siyasi mücadeleler çatı modelleriyle bir arada tutulan ve her an dağılmaya müsait birer çokluk gibi ele alınır oldu. Bu dönüşümün sonucu olarak emek örgütleriyle görece daha yakın bir tarihselliğe sahip ekoloji örgütleri arasında farklar meydana geldi, bunlar da günümüzde mücadele süreçlerinde çeşitli sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Genelde geleneksel emek örgütleri ile yerleşik çevre/ekoloji örgütleri de bu farkları sorgulamadan kabul ediyor. Herkes kendi sınırlarını biliyor yahut çizilen sınırları sahipleniyor. Basitleştirecek olursak, emek örgütleri işçi hakları, sendikal haklar, ücret ve işyeriyle ilişkilendirilmiş meselelerle ilgilenir; çevre/ekoloji örgütleri de çevre/ekoloji ile ilişkilendirilebilecek pek çok meseleyi dert edinebilir, bunları dert edinenlerin örgütlenmesidir. 

Kapitalizmin içinde olduğumuz döneminin ruhu her şeyden kâr etmek olduğundan kendi halindeki “doğa” ile “meta” arasındaki farkın pratik olarak ortadan kalktığını, kapitalizmin doğa da dahil tüm ilişkilere sirayet ettiğini söylemek mümkün. Yani doğanın metalaşması olgusunu örneğin bir derenin, suyun metalaşması gibi düşünmek yeterli değil; bunu o su etrafında var olan tüm toplumsal ilişkinin metalaşması olarak ele almak gerekir. Yani suyun etrafında yaşayan insanların mülksüzleşmesi, yerinden edilmesi ve türlü biçimlerde işçileşmesi; o yaşam alanı içinde bulunan ağaçların kesilerek sanayiye girdi olması; tarımsal üretimin tasfiye olması, köylü yaşamının tasfiye edilmesi gibi. Yani “doğa” olarak görülen şeyin metalaşması aynı zamanda toplumsal ilişkinin de dönüşümüdür, meseleyi bu bütünlükte ele almamak girişeceğimiz mücadeleyi eksik kılar. Dolayısıyla, bir “doğa meselesini” salt bir doğa meselesi olarak görmek, ona yönelik bir çevrecilik icat etmek, sınırlı bir bakış açısının ürünü olarak toplumsal örgütlenmeyi kısıtlayıcı bir fonksiyon üstlenebilir. 

Çevrecilerin/ekolojistlerin var olma, örgütlenme zemini bu fonksiyondur. Çevreciliğin çağrıldığı yer bu fonksiyonun üstlenilmesidir. Çevreci olmayan birinin dahi çevreci olmaya çağrılarak üstüne alması istenen sorumluluk, o gömleğin giyildiği anda başlar: Çevre meselesiyle ilgilen, mesele etrafında düşünüp düşüncenin merkezini orada kur ve oradan hayata bağlan. Lakin burada çevreciliğin/ekolojinin dar sınırlarından çıkarak yaşamın tarihselliği ve bütüncüllüğü içerisinde meseleleri yeniden ele almak faydalı olacaktır.

Tekrar etmek gerekirse, toplumsal tarih sınıf mücadeleleri tarihi olduğu için gelişen olayları ve hareketleri de bu eksenden okumak bir anlam taşır. Tarih sahnesine her ne isimle ve yaklaşımla çıkarsa çıksın, ortaya çıkan inisiyatiflerin sınıf mücadelelerindeki yerini, tarihselliğini anlamak, onun nesnel gerçekliğini anlamamız için gereklidir. Ekoloji meselesine dair de benzer bir okuma yapmak, kafa karışıklığını gidermek adına önemli.

Kendini çevrecilik veya ekoloji ekseninde tanımlayan hareketlerin ortaya çıktığı bağlam göz önüne alındığında, Avrupa’da yaşanan toplumsal dönüşümlerin, emek hareketlerinin geri çekilmesi ve sivil toplum örgütlenmesinin derinleşmesinin, bunun ideolojik bir biçim kazanmasının ve maddi ilişkilerinin örgütlenmesinin etkili olduğu söylenebilir. Doğanın bozulması, aşırı sanayileşmenin yarattığı “yabancılaşma hissi”, aynı zamanda savaşlar, nükleer santraller, enerji ihtiyaçlarının yarattığı devasa boyutlu sorunlar, yaşanılan çevrenin kirlenmesi ve günümüzde artık doğa varlıklarının var olma koşullarının giderek ortadan kalkması… Bunların emek meselesinden ayrı bir mesele olarak ele alınarak burada bir örgütlenme alanı tanımlanması, yani bu ayrımın kendisi esas meselemiz. Pek tabii birilerinin bunları savunması gerekiyordu, bunlar gezegenin ortak varlıkları oldukları için aslında kimseye ait değillerdi, yani müştereklerdi ama herkese ait olmasının komünizm anlamına geldiğini de gizlemek gerekiyordu. Böyle bir bağlamda “çevreyi savunan”, “doğayı savunan”, “insan-doğa ayrımını ortadan kaldıran, ekolojist” birtakım yeni siyasallaşma, eyleme biçimi ortaya çıktı. Bu siyasallaşma biçimine baktığımızda, kentli ve kentin kültürel-düşünsel kodlarıyla yoğrulmuş, sosyal sorumluluk/vicdan/ilgi örgütlenmeleri biçimini almış sivil toplumcu bir hareket biçimini gördüğümüz söylenebilir.

Doğa varlıklarının sömürüsü ne zaman ki herkesin olduğu için hiç kimsenin olmayan ortak varlıklardan köylülerin yaşam alanlarına, kullandıkları derelere, ormanlara döndü ve sermaye birikim süreçleri doğanın metalaştırılmasına dayanan bir biçim kazandı, o zaman çevrecilik meselesi de başka bir mahiyete bürünmeye başladı. Zira uzun yıllardır yaşadıkları bölgenin doğasıyla bir nevi uyumlu, geleneksel bir ilişki kurmuş olan kır topluluklarının “el değmemiş” derelerine, ormanlarına, meralarına enerji santralleri, otoyol projeleri, maden ocakları yapıldığında köylüleri, tarım emekçilerini sermaye birikim projelerine karşı direnişin kırsal mekanında bir özneye dönüştürdü. Lakin, örgütlenme geleneği, tecrübesi olmayan köylü kesiminin bu tür mücadelelere girerken kentlilerle kurduğu ittifaklarda çevrecilik bir köprü görevi görecek işlev buldu.

Örgütsüz ve siyasetsiz kalmış sivil toplumculuk için “sınıftan kaçışın” yeni bir mecrası olarak bu tür toplumsal süreçler bir örgütlenme zeminine dönüştü. Böylece bir ekolojist/çevreci aktivizm biçimi ortaya çıkmış oldu. Çevre/doğa/ekoloji meselelerine duyarlı aktivistler toplumsal süreçlere dair bilgi üretme, eylem yapma, kamuoyu oluşturma gibi birtakım süreçlerin görünen aktörlerine dönüştü. Bu aktörlük kendi ideolojisini de geliştirdi, “doğanın hakları” söylemi ortaya çıktı. İnsanın “doğa” ile kurduğu ilişkiyi toplumsal özünden dışsallaştıran, böylece insanı doğanın dışında ve ona müdahale eden bir aktör olarak konumlandıran yaklaşım, maddi dünyayı kavramada çarpık ve idealist bir bakış açısı yarattı. Son tahlilde “doğanın hakları” gibi insan eliyle yazılmış, kent kökenli bir doğa savunuculuğu bugün ekoloji camiasının belirleyici özüne dönüştü. 

Bu idealizmin ilgilendiğimiz sonucu örgütlenme açısından yarattığı zaaflardır, toplumsal örgütlenmeyi “sulandırması”, örgütlenmenin gücünü zayıflatmasıdır. Örneğin, Akbelen’de gördüğümüz gibi, çok geniş ve farklı toplumsal süreçleri kapsayan bir köylü/emekçi mücadelesini “termik enerji karşıtlığı”, “doğa savunuculuğu”, “iklim aktivizmi” gibi söylemlere ve esas olarak da örgütlenme biçimlerine dönüştürme çabasında bu durum kendini göstermiştir. Çünkü köylülerin toplumsal örgütlenmesi ile termik santral karşıtı mücadelenin çevreci aktivist örgütlenmesi farklıdır ve bunlar arasında incelikle dokunmuş bir bağ oluşturulmazsa mücadele güçsüzleştirilir.

Ülkemizdeki sermaye sınıfının “doğa düşmanı” politikalarının son dönemde daha berraklaştığını ve pek çok direnişin doğa düşmanlığının arkasında -ekonomik ve politik sebepler, kâr hırsı, rant, doğa düşmanlığı vs. ne sebeple olursa olsun- sermaye sınıfının, patronların ve onların apartlarının olduğunu gösterdiği için, bu mücadelelerin bir toplumsal örgütlenme zemininde yürütülmesi gerektiği, yani sınıfsallığı daha konuşulabilir hale gelmiştir.  

Yine de bu durum, “ekoloji mücadelesi sınıf mücadelesidir” gibi bayağı bir soyutlama yapmayı mümkün kılmıyor. Solcuların ezbere konuştukları “her şey sınıf mücadelesidir” ile ekolojistlerin kurdukları bu cümlenin hakikat gücü aynı. Sıfıra yakın. Çünkü orada yine kent kökenli bir bakış açısıyla söylenmek istenen “siz burada çevreyi savunuyorsunuz ama çevreyi kirleten kapitalizmdir” cümlesi bir hakikatten ziyade ilişki kurulan topluluğa parmak sallamaya benziyor. Bunu üreten dinamik ise ekoloji mücadelesinin kendisi. Ormanını, deresini, merasını savunan köylüye gidip “sen ekoloji mücadelesi veriyorsun” demek, gerçekliği belirli bir tarzda manipüle etmek anlamına geliyor. Bunun ardında yatan şeyin “sınıftan kaçış” olduğunu, yani sınıfsallığa uygun toplumsal örgütlenme ve eylem inşa etme çabasından kaçış olduğunu görmek gerekiyor. Sosyolojik olarak her şeyin sınıfsallığını ispat etmek mümkün olabilir; yahut her sorunun arkasındaki kapitalizm tespit edilebilir; ancak esas olan bu kapitalizme karşı onunla mücadele edebilecek sınıf örgütlenmesinin toplumsal ölçekte inşa edilmesi, inşa etmenin bedelini göze almaktır. Türkiye’de çevreci/ekolojist hareket bu tür bir toplumsal örgütlenme çabasından ziyade kendi ideolojisi, söylemleri, davranış kalıpları olan bir örgütlenme pratiği inşa etmekle daha meşgul. Bunun pek çok sebebi olmakla beraber örgütlenmeleri zayıflatan bir sonucu olduğunu ifade edelim. 

Sermaye birikimi sebebiyle mülksüzleştirilecek, proleterleştirilecek kesimlerin hakikatini anlamak, bunun genel tarihsel-toplumsal süreçlerle bağlantısını kurabilmek, bu kesimlerin sermaye karşısında kendilerini gerçek anlamıyla bir sınıf olarak örgütleyebilecekleri dinamikleri açığa çıkarmak gerekir. Bunu yapabilmek için direnen köylünün otantik köylü imajından kurtarılması, köylünün maddi dünyasının gerçek bir haritasının çıkartılabilmesi, sınıfsallığının kavranabilmesi gerekir. Sınıfsallık, yani örneğin Akbelen için geçerli olacak şekilde söyleyelim, köylü ne üretiyor, bunu nereye satıyor, kendi arazisini hangi koşullarda var edebiliyor, üretim ve satış sürecinde yaşadığı sömürü ve bağımlılık ilişikleri neler, varsa çoluk çocuğu nerede çalışıyor, çoktan proleterleşmiş mi, ek işlerde çalışıyor mu, mesela madende, balık çiftliğinde, serada, otelde veya çeşitli hizmet sektörü faaliyetlerinde geçinebilmek (veya sigortalı olmak için) çalışıyor mu, maden yapılırsa hayatında nasıl bir etkisi olacak, projeyi durdurabilirse gerçekten neler kazanacak?

Böyle bir bakış açısıyla, kırda ortaya çıkan tepkilerin ve mücadelelerin sınıfsallığı anlaşılabilir. Sermaye sınıfının saldırısı karşısında mülksüzleşme ve proleterleşmeye direnen köylüler, emek cephesinin bir bölüğü olarak anlaşılabilir. Köylülerin kendi var olma biçimlerini koruma çabası, onları çözmeye çalışan kapitalizm karşısında kaderlerine itiraz etme, var olma ve üretme haklarını savunma, haysiyetlerini savunma gibi “klasik” ve “işçici” emek siyaseti algısının dışında bir tahayyülle kavranabilir. Hatta, sarı sendika Türk Maden İş’in yıllarca maden işçisine dönüştürülmüş köylüleri kontrol etmenin bir aracına ve Akbelen Ormanı’nın katledilmesi için şirketin yanında konumlanarak kullanışlı bir araca nasıl dönüştüğü ancak bu şekilde anlaşılabilir.  Tütün üretiminin tasfiye olmasıyla birlikte maden, konserve, sera işçilerine dönüştürülen Kınık ve Bergamalı Agrobay işçileriyle İkizköy sakinlerinin nasıl bir ortaklık hissettiği de buradan kavranabilir. Maddi üretim ilişkilerinin analizinin ve sınıfsal bakış açısının bizlere sunduğu imkan, bu mücadelelerin tam da sınıf mücadelesinin bir parçası olarak birleşebileceklerini ve bunu yapmanın somut olanaklarını bize göstermesidir.

Kent kökenli çevreci siyasetin bu tarz durumlarda geliştirdiği yaklaşımın gerçekliği manipüle etmesi, kendi söylemiyle direnen veya direnme potansiyeli taşıyanları örtüştürme çabasından oluyor. Çünkü ancak bu örtüştürme olursa oradaki “direniş” bir “anlam” kazanacak ve destek görecek. Bu örtüştürme bazı zamanlar siyasal hedefte ortaklaşma olabildiği gibi bazı zamanlar söylemlerde, eylemlerin biçiminde, eylemi kimin “tasarladığı” veya mesela “ekoloji hareketinin” hangi aktivistlerinin burada ön plana çıkacağı gibi konularda çeşitlenebiliyor. 

Dolayısıyla kendini baştan “ayrı” bir siyasal hareket olarak öne süren ve dolayısıyla kendi bağımsız örgütleri olan ekolojistler “emek” siyasetiyle de ilişkilenmek istiyor. Bu fikrin ve ihtiyacın öncülü, ontolojik olarak ekoloji hareketinin emek hareketi olmadığı düşüncesi. Pek çok aktivist “ekoloji mücadelesi sınıf mücadelesidir” dese de, bu cümle en başta ayrı ifade, temsil ve örgütlenme süreçleri kurgulamaktan kaynaklanıyor. “Emek siyaseti” diye bir alan tarif edilip bu alan geleneksel işçi eylemliliğiyle, sendikal mücadeleyle sınırlı bir yaklaşım çerçevesinde ele alınıyor. İşçilerin ücret, mobbing, örgütlenme hakkı, promosyon, meslek hastalığı vb. mücadeleleriyle sınırlandırılıyor. Ayrıca, ekolojistlerin kendi ayrı gündemleri, terminolojileri, “dertleri” olduğundan, ekoloji aktivistleri arasında ayrı ve bağımsız bir “habitus” kurulduğundan, bunlar arasındaki bağlantı ekstra bir takım “aktivist” çabaya bağlanıyor. Her ne kadar “ekoloji mücadelesi sınıf mücadelesi” olsa da yine de tam olarak sınıf mücadelesi olmadığından ayrıca “ekoloji mücadelesi” olarak da ifade edilmesi, dolayısıyla öyle örgütlenilmesi gerekiyor. Bu da kendisi ekolojist/çevreci bir aktivizm türünü ve aktivistler toplamını, onlara has davranışları, düşünme kalıplarını, açık ve katılımcı görünen ama dar ve dışlayıcı bir örgütlenme biçimini karşımıza çıkarıyor.

Sınıf mücadelesinin araçları kitlesel, tabandan, söz yetki ve karar hakkının oluşturulduğu bir düzlemdir. Kolektif mücadele ve kurtuluşu hedefler. Hareketin içinde yer alan kadroların görev ve sorumlulukları bu çerçeveye göre belirlenir. Öncelik taban inisiyatifinin oluşturulması, geliştirilmesi, tabanda öncülerin güçlenmesi, tabanın karar alma süreçlerine katılımını pekiştirmek; benzer dünyaları paylaşmanın, ortak sömürü ve mülksüzleşme süreçleriyle karşı karşıya olmanın getirdiği ortak çıkarlar etrafında kolektif bir mücadele pratiği inşa etmek gibi deneyim içinde oluşan, ezberden kurulmayan bir yaklaşım esastır. Yani, maddi dünya, maddi dünyanın kurduğu sınıfsallıklar, yukarıda etraflıca tarif etmeye çalıştığımız gerçeklikler. 

Sermaye sınıfının çıkarları gereği küçük mülk sahibi sınıfların, kır ve kent yoksullarının mülksüzleştirilmesine, proleterleştirilmesine karşı mücadele içerisinde yer almanın gereği, bu kesimlerin kır ve kent emekçileri olarak ortak kurtuluşunu aramakta bir ilişki oluşturabilmek, başta yaşam alanlarına, geçim araçlarına sahip çıkabilmelerine destek olabilmek, patronlar karşısında haysiyetli bir şekilde durabilmek ve kavga edebilmektir. Bu, ancak buna göre örgütlenme pratikleri ve deneyimleri geliştirebildiğimizde sağlanabilir. Toplumsal örgütlenme fikriyatının temelinde de bu yatar, uygun araçları toplumsal bir şekilde örgütlemek. Bir fabrikada sendikal hakları için mücadele eden işçilerle, bir özel eğitim kurumunda mobbinge uğrayan öğretmenle, tütün taban fiyatı için ayağa kalkan üreticiyle, sendikalı olduğu için işten atılan sera işçileriyle ormanı dozerle talan edilen köylünün yoldaşlık kurabilme imkanı da bu ortak süreçlerin tecrübesinde, birlikte kavga etmek, ortak örgütlenme araçları geliştirmek ve direnmekte yatıyor.

Son Eklenenler