6 Şubat tarihinde gerçekleşen Maraş depreminden sonra, önce Tayyip Erdoğan’ın “milletimden 1 sene istiyorum” çıkışıyla başlayan, sonra Bülent Arınç’ın meselenin adını koyduğu “seçimlerin ertelenmesini yalnızca savaş halinde öngören Anayasa maddesinin değiştirilip, seçimlerin seneye Mart’a ertelenmesi gereklidir” açıklamasıyla alevlenen seçim ve anayasa tartışmalarına sol da kayıtsız kalamadı. Solda bu çıkışlara “seçimlerin ertelenmesi anayasaya aykırı” tepkilerini yaygın bir şekilde duyduk. Bu yazıyı da, “seçim tartışmasında tarafımızı belli edelim, biz de bir şey söylemiş olalım” niyetiyle değil, bizim cenahı eleştirmek için yazıyoruz.
Anayasalar, Bülent Arınç’ın da doğru tespit ettiği gibi “allah kelamı, ideal form” değildirler. Bunu en iyi bilenin de Bülent Arınç değil Marksistler olması gerekir. Anayasa, tarihsel koşulların ve sınıf mücadelelerinin sonucudur. “Anayasayı nasıl yapsak her şey çok güzel olur” diye düşünülmez, her şey çok güzel olursa (ne demekse bu) anayasa da ona uygun olur. Liberal/Burjuva hukuk anlayışına göre normlar hiyerarşisinde Anayasa en üst sırada dursa da; adı anayasa da olsa kanun da olsa yönetmelik de olsa sınıflı toplumda hukukun siyasal iktidar tarafından kullanımında bu hiyerarşinin bir anlamının kalmadığını, iktidarın zor gücü, meşruluğu oranınca hareket ettiğini görmekteyiz. Marksistler olarak hukuka baktığımızda anayasa ile bir yönetmelik arasındaki farkın silikleştiğini, en fazla düzenin iç çelişkilerinde bir nebze yer bulabileceğini anlıyoruz.
Güncel duruma dönersek; öncelikle şu iki şeyin farkındayız ve bunlar meseleyi karmaşıklaştırıyor: 1- Hakikaten depremin yol açtığı ölümler, yıkımlar, yer değiştirmeler vs dolayısıyla bundan 3-4 ay sonra seçim yapılması pek mümkün görünmüyor. Ki, 4 ay sonra yapılacak bir seçim için 2 ay sonra seçim yarışına başlanması gerekiyor. Milyonlar evsiz barksız, oy kullanamayacak haldeyken bir seçim yarışına girmek pek mantıklı görünmüyor. 2- Evet, mevcut siyasi iktidardan ve yürütücülerinden bir an önce kurtulmak gerekiyor. Bu gerçekten üzerine kafa yorulması gereken bir paradoks. Bizim derdimizse “seçim ötelenmesin” demekle değil, zaten bu, bu yazının konusu değil. Seçim ötelensin mi ötelenmesin mi, bunu tartışmayacağız. Bizim derdimiz “anayasaya aykırı” olduğu için seçimin ötelenmemesi gerektiği çıkışlarıyla.
Bir şeyleri değiştirmek, güç kazanmak, halkın taleplerini mücadele yoluyla hayata geçirmek, bir seçim yarışına, bir anayasa tartışmasına bağlanmış durumda. Bu yıllardır böyle, tam da bu yüzden Maraş ve çevresindeki 10 ilde yalnızca Devlet değil, biz de yetersiziz.
Örneğin Bolşevikler, buralarda Devlet yok diye şikayet etmiyordu. Onlar tam da Devlet’in giderek çapının ve gücünün azalacağı, onun yerine İşçi, Köylü, Asker Konseylerinin alacağı bir ikili iktidar modeli tasarlamışlardı ve başardılar. Daha yeni bir örnek, Lübnan Hizbullah’ı halkı korumak, halkın yaralarını sarmak için Devlet’i beklemiyordu. Bu iki başarılı örneğin tek bir sebebi var: Çünkü Bolşevikler de Hizbullah da oralara (her nere ise oralar, bugün Maraş, Hatay, Malatya) felaketten çok önce gitmişlerdi. Oranın halkını organize etmişler, mücadelelerini desteklemişler, bir ‘felaket’ anında bırakın devlete ihtiyaç duyulmasını onu devre dışı bırakacak hazırlığa ulaşmışlardı. Bunun fersah fersah uzağında olduğumuzu bugün görüyoruz, bunun nedenlerini anlamamız lazım.
Evet, biz de sol sosyalist yapılar da depremin ilk gününden itibaren bölgeye gitti, oradaki dayanışmaları organize etti, elinden geleni yaptı. Ancak kendimizi tenzih etmediğimiz organizasyon, öyle çok da sağlıklı değil. Devlet’in olmadığı, olmayacağını bildiğimiz yerde Sol olurdu, şimdi biz de Devlet gibi “yetmeye” çalışıyoruz.
Sosyalistlerin deprem bölgelerindeki faaliyetleri ve devlet ile hükümetin rezaletlerinin ortaya çıkmasından sonra merkezi bölgelerde devletle giriştiği fiili hesaplaşma eylemleri, bu ülkede diğer hiçbir grupla karşılaştırılamayacak kadar samimi, fedakar ve cesurcadır. Nitekim, Türkiye solunun geleneği bir önemli bir devlet karşıtı nitelik barındırdığı için, bizim solumuzun bir fedakarlık ve cesaret sorunu da yoktur. Ancak başka bazı sıkıntılarımız olduğunu görmek zorundayız.
Çünkü, bugüne kadar oralara gitmek, oralarda kökleşmek, kalıcı, güvene dayalı ilişkiler kurmak bazen siyasetin ikinci planına atıldı bazen akla bile gelmedi. Oralardaki insanlar siyaseten pasif, yalnızca seçeneklerden birini destekleyen konuma sokuldu. Onların mücadelelerine katkı vermek ve mücadele içinde devrimcileşmek üzerine kurulu bir hat değil, Meclis’te kitleleri ‘temsil’ etmek, bugün Anayasa tartışmasında gördüğümüz gibi bir hukuki mücadele verme hattı yol olarak sunuldu. Deprem de önemli ölçüde “burjuva hukukunun dar ufukları”na hapsedildi: Suç duyuruları, tutuklamalar, YSK tartışmaları, imar kanunları, denetleme kurulları, yerel yönetimler, planlamalar… yasalar, haklar, hukuklar.. nerde devlet nerde adalet!… Hukuk önemli ama tek başına ya da mutlak mahiyette değil. “ ‘Pozitif hukuk’un, toplumsal, yani iktisadi gelişimin değişen gereksinimlerine bağlı olarak, saptamalarını değiştirebileceği ve değiştirmek zorunda olduğu” gerçeğini Marx’tan biliyoruz. Oysa hukuk mevcut tartışmalara hükmediyor. Bu yol Maraş’a, Hatay’a, Malatya’ya çıkmaz.
Net bir şekilde hukukun araç olduğunu, iktidarın hukuku yeri geldiğinde bir zor gücü gibi kullandığını (gözaltılar, tutuklamalar, cezalar, para cezaları, hak mahrumiyetleri vs.) yeri geldiğinde de karşısında duranlara meşgale verdiğini (davalarla, suç duyuruları ile başvurulacak komisyonlar ile vs.) hatırlamak gerek. Biz de devrimciler olarak gerektiğinde hukuku araç olarak kullanabiliriz ama hukukun tali olduğunu, esas olanın sınıf savaşımındaki güç dengeleri ve görevimizin de bu gücü inşa etmek olduğunu unutmadan.
Devrimcilerin derdi ise halkı organize etmek, onların kendi savaşları için hazır olmalarını sağlamak olmalıdır. Çünkü böylesine büyük bir yıkımda “üç, beş” devrimci kadronun ne kadar halk desteğine sahip olursa olsun enkaz kaldıramayacağını bilmeliyiz. Bütün halk desteğine rağmen Kıvanç Tatlıtuğ da enkazı kaldıramaz. Enkazı organize olmuş halk kaldırır. Devrimcinin görevi bu organizasyonu sağlamaktır. Bağımsız Maden İş’in organize olup bölgede enkaz kaldırma uğraşı ve onlarca can kurtarması, bu işin nüvesidir. Yazık ki hala küçük küçük örnekler halindedir böyle işler.
Bu tarz bir organizasyon ne sermayenin işlerini kolaylaştırma ve güvenliği sağlama görevi olan Devlet’in ne de halkı organize etmekten çok onun desteğini almaya çalışan Sol’un yapabileceği bir iştir. Bildiğimiz haliyle ikisi de yıkılmalıdır. Bu iki yönlü hareket göz ardı edildiği sürece yani bir yıkımı fiili olarak yeni bir inşayla iç içe geçirmediğimiz sürece temsil siyasetinin kurallarına ve gündemine mahkum olmaktan kurtulamayacağız. Ama bu, seçimin ve seçim sürecini belirleyen politik-ekonomik değişimin bizi ilgilendirmediği anlamına gelmiyor. Kaldı ki deprem de bu sürecin yönünü de belirleyecek. Kentleşme, işçileşme, göç, işsizlik vb hayati sorunlar tam da bu sürece şekil vereceği için gittiğimiz deprem bölgelerini terk etmeyelim. İktidar ve sermayedar sınıfının sadece ekonomik ve politik değil aynı zamanda buna bağlı olarak kent programına sahip olduğunu; kurtarma, barınma, beslenme gibi ihtiyaçları gönüllüler yapsın ben sonraki aşamada müdahil olup yeniden inşa ile seçim süreci hazırlığı yapacağım tarzında bir politika izlediğini; çadır vermeme tutumunun şehirlerin boşalması ve hızlıca planladığı yeniden inşa propagandası ile alakalı olduğunu gördük. Bizim için bu programa karşı devrimci bir programı geliştirmek ve gerçekleştirmek hem şimdinin hem de geleceğin görevidir. Zira deprem devletin Maraş ve çevresindeki halkın başına açtığı ilk dert değildi, son da olmayacak.