Perşembe, Kasım 7, 2024

Sakin olun Macron kazanır

Fransa Başkanlık seçimlerinin ikinci turu bu hafta sonu yapılacak, sonucu başlığa yazdım. Televizyon yorumcusu herşeyolog cüretini nereden aldın diyeceksiniz, 2017 güzünde derste beynime oksijen gitmediği bir anda kendimi tutamayıp Fransız Sosyalist Partisinin Pasoklaşma süreci başlamıştır demiştim. Bu seçim sonuçları beni haklı çıkardığı gibi o zamanda öğrencilerin bu tür yüksek perdeden sallamaları daha çok benimsediğini görmüştüm. Belki Suudi Prensi El Velid bin Talal’ın hisselerini diğer bir ortak Elon Musk’a satmayacak kadar değer verdiği şirketin ürününde, böyle değerli tespitlerimle yerimi almanın zamanı çoktan gelmiştir. Ama yine de adettendir deyip bu sonuca nasıl vardığıma dair analizimi paylaşayım. Ama müsaadenizle birinci tur sonrası Fransa’ya dair yeterince tespit yapıldığı için küresel kuzeydeki siyasal duruma dair kimi aşırı soyut önermelerden başlayıp Fransa’ya geçelim, ki orada söylenmesi gereken de zaten başlıkta yazıyor.

Neoliberal küreselleşme döneminin ana eğilimleri sosyal ve ekonomik olarak iyice belirgin hale geldikten sonra yani seksenlerden itibaren küresel kuzeyde seçime katılma oranları düşmeye, İkinci Dünya Savaşı sonrası otuz yıla damga vuran reformist işçi partileriyle, ılımlı bir muhafazakârlık etrafında toplumun büyükten küçüğe mülk sahibi kesimlerini toplayan partiler arasındaki ayrım da silikleşmeye başladı. Dönemin hâkim ideolojisi özellikle ekonomi yönetimini siyasetsizleştirmeyi ve yetmişlerden sonra iyice egemen hale gelen neoliberal dogma altında eğitilmiş piyasacı teknokratlara teslim etmeyi vaz ediyordu. Bu gerçekleştiği oranda da siyasal ayrımlar maddi çıkarlar değil de değerler etrafında şekillenmeye başladı. Muhafazakârlar bu bağlamda daha özcü bir tutum alırken, solda Yeşiller türü siyasetler öne çıkıyordu, üretim ve bölüşüm ilişkilerinin bütünüyle kendi kendini düzenleyen piyasa kurallarınca düzenlenmesi gerektiği fikri ise ortak kabul görüyordu.

Bu tabi çok kabaca bir özet, ama bir bağlam sağlıyor ve bu çerçevede önce 2008 Finansal çöküşü oldu ve insanlar sokağa çıktı. Ondan beri de seçimlere katılım oranlarında zayıf bir yükseliş görüldü ama sandığa dönenler daha ziyade sağ popülizm diye kodlanan siyasetlere oy veriyorlar. Tek kutuplu dünyanın özellikle yüksek eğitimli gruplarda sağdan sola neredeyse herkes tarafından selamlandığı, piyasaların hâkimiyetinin genel olarak kabul edildiği tartışmanın onun ne kadar düzenlenmesi gerektiğine sıkıştığı bir dönemde, kimi devletlerin liberal akademinin sevdiği deyimle “failed state” olduğu (neden öyle olduklarını sorgulamayın büyük ihtimalle kendi suçları!) buralarda yaşayanların ölüm, açlık, geleceksizlik ya da ülkelerini terk etmek seçeneklerine sıkıştığı, küresel kuzeyin batısındaki kimi bölgelerin sanayisizleşerek çöküntü bölgeleri haline geldiği buralarda büyük sosyal sorunların yaşandığı ve en son genç okumuşların bile geleceksizleştiği bu dünyada aşağıdakiler öfkelerini farklı biçimde dile getirdiler. Bu itirazın düzeniçileştirilmesi böyle yapılamayanların da itibarsızlaştırılması gerekiyordu, belki de kimilerini düzeniçileştirmek için kimilerini de itibarsızlaştırmak hatta şeytanlaştırmak gerekiyordu. Ve egemen sınıf paradını aldı, evet egemen sınıf dedim çünkü bir önceki cümleyi öznesiz kursam da politik özneler olmadan böyle gelişmeler kendiliğinden oluşmaz ve şeytanın en büyük numarası var olmadığına dünyayı inandırmaktır.[i]

Ana akım partiler aşağıdakilerden gerekli rızayı yeterince devşirememe sorunuyla karşılaşmaya başlayınca tıpkı 48 Devrimiyle karşılaşan egemen sınıfın Düzen Partisinde birleşmesi gibi bir yeniden harmanlanma oldu o saflarda. Kuşkusuz bu da hunharca bir basitleştirme her ülkede yaşanan siyasi sürecin öyküsü farklıdır. Ama Britanya’da davulcuya kaçmaya çabalayan İşçi Partisine her yolla müdahale edildi ve sonunda Majestelerinin Savcısı Sir Keir Starmer Partinin başına geçti. Almanya’da iki büyük parti Alman siyasi tarihinde hiç olmadığı kadar uzun bir Büyük Koalisyon (GroKo) süreci yaşadı, aradaki dört yıllık dönemi saymazsak 2005’ten 2021’e kadar, hem de bu durum her iki partinin de belli dönemlerde önemli oranda seçmen kaybetmesine ve parti üyelerinin ciddi itirazlarına rağmen sürdü. İtalya’da da giderek daha fazla ve farklı siyasal yönelimi Demokrat Partiye katarak merkezde bir tek parti oluşturulmaya ve Salvini’nin Lega’sı yalnızlaştırılmaya çalışılıyor. Sonuç Fransa’dan da beter biçimde reformist sol ve hatta daha radikal siyasal akımların tükenişidir.

Tanzanya’nın kurucu devlet başkanı Julius Nyerere ülkedeki tek parti sistemi eleştirildiğinde, ABD’de de tek parti sistemi var ama tipik Amerikan abartılı savurganlığından dolayı onlarınki ikili demiş.[ii] Buna rağmen iki partiden oluşan Amerikan Düzen Partisi de sallandı bu dönemde; çözüm için buldukları yöntem bir soytarıyı ve takipçilerini şeytanlaştırıp bu korkulukla ürküttüklerini kendi arkalarına toplamak oldu. Yetmişlerde Church Komisyonu gibi Senato soruşturmalarıyla FBI ve CIA operasyonlarını didikleyen, Britanya’da olsa açığa dahi çıkmazdı denen Watergate skandalını iyi kötü soruşturan ülkede solculuğu kimseye bırakmayanlar bu yüzden bugünlerde Clinton’ın pisliğini ortaya döktü diye Assange’ın kellesini istiyor ve hayır kellesini istiyorlar derken mecaz falan kullanmıyorum. Tipik bir ilerici ABD’de büyük basın ve Silikon Vadisi devlerinin, beğenmedikleri görüşleri sansürlemesi gerektiğini savunurken, hakikati öğrenmek için emekli olunca kapağı askeri sınai komplekse atan emekli generallerle ve istihbarat gurularına bel bağlıyor. Üstelik bunlar büyük şirketlerin kontrolündeki medya tekellerinde konuşuyor bu esnada bayıla bayıla bunlara kulak veren “ilericiler” sosyal medyada yayın yapan parası ve gücü olmayan kimi soytarıların, mesela Alex Jones’un, “demokrasi” için en büyük tehdit olduğuna iman ediyor.

Fransız egemen sınıfı kendi düzen partisini kurarken tüm bu örnekleri bir anlamda bir araya getirdiler. İki düzen partisinin ruhunu emerek yeni bir merkez yarattılar ve bu arada kökü on dokuzuncu yüzyılın sonundan beri devletin bağrında gelişen aşırı sağcılığın İkinci Dünya Savaşındaki kötü şöhretli Nazi işbirlikçiliğine dayanan Ulusal Cephe Partisinin günümüzdeki uzantısını sıradan vatandaşları korkutup arkalarına dizmek için kullandılar. 2017’de tutan bu plan yine işleyecek, tabi bu kez Bay Macron yıprandığı için daha küçük ama azımsanmayacak bir marjla yeniden seçilecek. Farkın azalmasını da çok önemsediklerini sanmıyorum; aradaki fark az olunca Macron’un arkasına dizilmek o kadar gerekli görülecektir toplumun kimi kesimlerinde.

Macron’un arkasındaki siyasi hareket her ne kadar esas olarak siyasetin bu yeni ve genç yüzünü pazarlama amaçlı bir kampanya organizasyonu olarak kurulsa da kof bir yapı değildir. Bu yapı merkez sağ Cumhuriyetçilerin kıdemli siyasetçisi Alain Juppé’nin manevi önderliğindeki liberalleriyle, Sosyalist Partinin tabana zaten genelde hâkim olamayan ama 2012 ile 2017 arasındaki hükümet döneminde meclis grubunu da kontrol etmekte zorlanacağı ortaya çıkan merkezcilerinin bir araya gelmesiyle oluştu. Bu merkezciler özellikle kontrol ettikleri yerel ya da ulusal iktidar mekanizmaları sayesinde çok güçlü olsalar da, partinin kökeninden gelen ideolojik tutumunu, iktidarda istediklerini yapmakta fiilen bir ayak bağı olarak deneyimlemeye başlamıştı. Merkez sağda ise kimi yönleriyle Trump’la karşılaştırılabilecek Sarkozy’nin her şeye rağmen partideki hegemonyası liberaller için bir sorun oluşturuyordu. Dolayısıyla zaten yıpranan bu partilerde daha fazla kalmak bu etkin kesimler için anlamsızlaştı. Sosyalist Parti kökenli taze yüz genç Macron başa geçti. Siyaset esnafı Juppé’nin yetiştirmesi Edouard Philippe Macron’un ilk başbakanı oldu, o kamuoyunda yıpranınca merkez sağdan başka bir isim, Jean Castex, bu göreve atandı. Düzen Partisi kendi dengesini tutturdu.

Marine Le Pen’in bazı hasletleri olan bir siyasetçi olduğunu kabul etmek gerek. Babasında miras aldığı siyasi parti, Nazi işbirlikçisi Fransız aşırı sağının bütün antikalıklarını bağrında taşıyordu. Bununla birlikte başka ülkelerde olduğu gibi klasik tabanı olan küçük mülk sahiplerinin neoliberal küreselleşme sürecinde kaybedenler tarafında olması yeni bin yıla girerken bu örgüte bir canlılık da sağlıyordu. Marine Hanım bununla yetinmedi ve neoliberal küreselleşmenin bütün öfkelilerini (tabi ki partinin kabul edebileceği kadar Fransız görünenler arasındaki öfkelileri) kapsamaya çalıştı. Florian Philippot gibi ulusalcıları[iii] partiye dahil etti. Bunun sonucunda parti geleneksel tabanı olan güney Fransalı küçük mülk sahiplerinin yanı sıra Kuzey Fransa’nın neoliberal küreselleşmeden dolayı sanayisizleşmiş bölgelerinde yaşayan geleceksizlerden de oy almaya başladı. Bu eski sanayi kasabaları ellili atmışlı yıllarda FKP kaleleriydi.[iv]

Bu durum baba Le Pen’i kızdırdı. Torunu (Marine Le Pen’in yeğeni) Marion Maréchal partide Le Pen hanedanın klasik çizgiyi benimseyen temsilcisi olarak bu süreçte sivrildi. Güney Fransa’dan bir seçim çevresini (Vaucluse 3) temsil eden Marion Hanım, son seçimlerde de teyzesini değil daha klasik ve müfrit bir aşırı sağcı olan ve seçim sonuçlarına baktığınızda oy tabanı da otuzlar aşırı sağcılığını andıracak kadar mülk sahibi kesim olan Zemmour’u destekledi. Fakat zaten Marine Le Pen 2017 yenilgisinden sonra partinin rotasını gene kırmış hatta adını değiştirmiş ve kendisini bir ahir zaman de Gaulle’ü olarak pazarlamaya başlamıştı. Macron siyasetinin Fransa merkez sağının kanını emdiğini görmüş ve bütün leşçiler gibi cesede yönelmişti. Zemmour’un kendisinin sağında kampanya yapması da seçimlerde bu imajı vermesini kolaylaştırdı. Sonuçta Philippot’nun ayrıldığı partisi seçim sonuçlarına göre Fransa kırsalını kazanmış gözüküyor. Karlı bir takas!

Yine de sonuç değişmeyecek Fransız egemen sınıfının merkez sağın solu ile merkez solun sağından devşirdiği, büyük medyanın desteğiyle kanatlarını şişirdiği kampanya organizasyonu Marine Hanımla korkutarak yeterince “beyaz”ı ya da kendini “beyaz” hissedeni, yani aslında neoliberal küreselleşmenin bu dünyasına karşı öfkeli olmayanı, ortada bazı reformlarla tamir edilemeyecek herhangi bir sorun bulunmadığını düşüneni arkasına dizecek. Mélenchon’un halkçı birliğine oy veren büyük kentleri saran genellikle köken itibariyle göçmen yoksulların önemli bir kısmı haklı olarak ama gene bu kampanya sayesinde Le Pen’e oy vermeyi hayal bile etmeyeceği için evinde oturacak ve düzen partisi hükmetmeye devam edecek. Sıkıntı yok, içinde yaşadığımız tek kutuplu dünyayı sevenler ütopyaların öldüğü (zaten baskıcıydılar) bu cehennemi bu korkuluklar sayesinde ayakta tutabiliyor. Macron ne ki, ABD’de Trump’ı gösterip yaşayan ölü Biden’ı seçtirdiler.

Mélenchon demişken 2012 ve 2017 seçimlerinde olduğu gibi FKP aday çıkarmayıp onu desteklese ikinci turda bu korkunç seçeneklere mahkum kalmazdık diyenlere şöyle demek isterim. Hakikaten Fabien Roussel’in adaylığı Le Pen’i ikinci tura taşıdı. Bununla birlikte Roussel’i 2018’de beklenmedik bir biçimde FKP genel sekreteri yapan zaten partinin Mélenchon’a verdiği desteğe olan kuvvetli itirazıdır. Sonuçta FKP Mélenchon’u desteklerken merkez soldan, öfkeli, iyi bir hatipi kendisi için zaten bir şey ifade etmeyen bir adaylık için destekliyordu, ne zamanki Mélenchon 2017 seçim başarısını FKP’nin on yıllardır elinde tututuğu kimi yerel iktidar odaklarını elinden alacak bir örgüt oluşturmaya tahvil etti partide kofralar attı. FKP Mélenchon’un başkanlık seçimlerinde yüzde yirmi civarı oy alma ihtimalini seviyor, onun ötesi, Le Pen’e kaptırmadıkları son kaleleri eline geçirmesi ihtimali partinin sonu olur.

Yalnız altını çizelim, Macron Mélenchon ikinci turu hiç çekişmeli bir yarış olmazdı. Zaten ilk turda Mélenchon’a oy vermemiş Le Pen’den nefret edenler (belki FKPliler ve Troçkist adayların destekçileri hariç) Mélenchon’dan da en az Le Pen kadar nefret eder. Zaten onlar içinde yaşadığımız bu distopyayı sorgulayan herkese karşı “soğuklar”. Baksanıza bugünlerde muarızlarına karşı nükleer silah kullanmaktan bile bahsediyorlar.


[i] Madem Fransa’dan bahsediyoruz Keyser Söze’den değil orijinal kaynaktan, Baudelaire’den alıntılayalım “La plus belle des ruses du diable est de vous persuader qu’il n’existe pas.” Le Joueur Genereux.

[ii] Z kuşağı bilmez; böylesi “diktatörlere!” tahammül edilen çılgın bir dünyaydı doksanların öncesi.

[iii] Fransa’da bu türlere egemenlikçi (souverainiste) denir. Philippot’nun üstadı eski Sosyalist bakanlardan Jean Pierre Chevènement’dır. Chevènement her ikisi de aktif siyaset yaparken merhum Mümtaz Soysal Hocayla karşılaştırılırdı.

[iv] Marine Le Pen babasının aksine mecliste Kuzey Fransa’da bir seçim çevresini (Pas de Calais 11) temsil ediyor.

Son Eklenenler