Salı, Nisan 23, 2024

Gezi’yi savunuyoruz

Gezi Davası olarak bilinen Taksim Gezi Parkı’nın savunulması ile başlamış Gezi İsyanı sırasında Taksim Dayanışması içerisinde ismi öne çıkmış olan kişilerin “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek” ve “Hükûmete Karşı Suç” isnatları ile yargılandığı dosyadan Osman Kavala’ya, TCK’nın 312/1 maddesi gereğince ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesine; Ayşe Mücella Yapıcı, Şerafettin Can Atalay, Tayfun Kahraman, Ali Hakan Altınay, Yiğit Ali Ekmekçi, Çiğdem Mater Utku ve Mine Özerden’e TCK’nın 312/1 maddesi gereğince 18’er yıl hapisle cezalandırılmasına hükmetti.

Bundan elli, yüz yıl sonra dahi yapılacak tarih okumasında AKP iktidarı karşısında konumlanmış belki de en yüksek ses olarak bileceğimiz Gezi İsyanı’nın mahiyetinin yargılandığı davaya siyasi iktidarın müdahale etmesini beklememek elbette anlamsız olacaktır. Ekonomik ve siyasi olarak en zorlu dönemine girmiş olan bu iktidar hala elinde tuttuğu, yıllardır da birçok muhalefet hattına karşı yaptığı gibi yargı/hukuk adı altında karşısında durmuş olana cezasını kesmiş, öcünü de almıştır. Bir siyasi iktidarın bu öç almayı da bir kefaret hissiyatından değil de zayıfladığı bu dönemde ileride oluşabilecek olan her türlü toplumsal muhalefete de bir korku salma amacı taşımaktadır.

Gezi İsyanı’nda, kitlelerin devrimcilerin kurgusu ve müdahalesi dışında başladığı diyebileceğimiz ama direnişten önceki son yıllar boyunca gençlik, işçi, çevre, kadın gibi eylemselliklerin biriktirilmiş öfkesinin, çatışmacı kültürünün eylemlerin çekirdeğini oluşturduğu gerçeği kaçınılmazdır. Bu eylemselliklerle biriktirilmiş olan öfkenin sonucu kitlesel bir çatışmacı, direngen (ve tabi ki iktidarın deneyimsizliğinden kaynaklı çadır yakmasından başlayarak kullandığı zor gücünün orantısızlığı) solun bilinç eksikliği, örgütsüzlüğü ve siyasal özne yaratmadaki etkisizliği ve de iktidar karşısında yan yana gelmiş halk kitlelerinin taleplerindeki birbirinden farklılığı bu kitle hareketinin sönümlenmesine yol açmıştır.

Bu noktadan sonra Gezi İsyanı’nın başta AKP iktidarını kitle hareketlerini fiziki veya başka şekilde kontrol etmede eğittiği gibi sol siyasete de birçok deneyim, mücadele pratiği bırakmıştır. Solun hala kurtulamadığı noksanlıklarından dolayı birçok toplumsal hareketliliğin, eylemlerin içine düştüğü durum gibi Gezi İsyanı da sokağa dayanan, kitlesel, eylemsel, çatışmacı bir hareket olmaktan çıkıp mahkemelerde burjuva hukukunun sınırları içerisinde insan hakları, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü gibi (her ne kadar bu haklar izahtan vareste savunulacak haklar olsa da bu hakların burjuva hukuku içerisinde tekabül ettiği varlığı ile savunulmasıdır eksik olan) burjuva hukuku içerisinde görünüm kazanmış hakların mücadelesine dönüşmüştür. İşte bu noktada da bu mücadelenin mevcut iktidar karşısında bir kazanım ile sonuçlanmasını beklemek iyimser bir dilekten öteye geçemez.

Kaldı ki bu yargılamanın siyasi ağırlığı, burjuva hukukunun dahi kabul etmiş olduğu temel hak ve özgürlüklerin yüzlerce fersah uzağında kalmasına sebep olmuştur. Dosya içerisinde hükme esas tek delil olarak mevzuata aykırı şekilde toplanmış olan ses kayıtlarının olması (başka siyasi dosyalarda gizli tanıklar ile yapılanlar gibi), AİHM’in Osman Kavala hakkında vermiş olduğu (uluslararası hukukun müeyyidesizliğinden uygulanmamış) ihlal kararına, liberal insan hakları kavramları içerisinde bile temel örgütlenme, düşünce ve ifade özgürlüğü, adil yargılanma haklarına bile fahiş aykırılıklar içermektedir. Kararda kıdemli hakimin karar düştüğü şerhin bile (bu şerhin de bir görüntü için dahi yapılmış olması muhtemel) liberal burjuva hukukuna aykırılığını ortaya sermektedir.

Gezi Davası’nda yargılanan, 4 buçuk yıldır tutuklu olan ve müebbet hapis cezasına çarptırılmış olan Osman Kavala’nın burjuvazi içerisindeki konumunun, sol/liberal kurumların yargılama öncesi Kavala ile kurduğu (solun belki de tereddütsüz uzak durması gereken) ilişkileri, yargılama sırasında kurmaması ve tatbikî de gücünün sınırlarının belli olmasından (belki de en başat olarak) kaynaklı olarak devrimcilerin/sosyalist/sol kurumların uzaktan desteğinin yetersizliğinden belki de mücadele tarihi içerisinde kaybedilmiş saflardan birisi olarak anacağız.

Soldan bir hareketin yokluğunda Türkiye’de ve Avrupa’daki liberallerin, burjuva hukukunun insan hakları savunucularının yürütmesi, önem vermesi devrimciler için tarih sahnesinde bir eksikliktir.

Gezi İsyanı’nın oluşmasında özellikle 2011 yılından itibaren toplumun kimi kesimlerinin etkin bir kitle seferberliği içinde, çatışmacı siyaset pratikleri sergilemesi etkilidir. İşçi hareketi, üniversite gençliğinin mücadelesi, kadın hareketi ve çevre mücadelesi gibi hükümet karşıtlığının olağan olduğu mücadele alanlarının birikimini tutan Gezi İsyanı’nda bulunduk ve Gezi’yi mahkemelerde de sokaklarda da savunmaya devam edeceğiz.

Cübbe giymiş cellatların verdiği cezaların bizim adımıza bir hükmü yoktur. Tutsak edilmişlerin, Gezi İsyanı’nın savunucularının özgürlüğü için mücadeleye devam etmekten başka seçeneğimiz yoktur. Gezi’de kaybettiğimiz canların anısı önünde saygıyla eğiliyoruz ama ne yazık ki doğrulup katillerine esaslı bir darbe indirecek sıklette değiliz. Bu güce kurmak asıl yükümüzdür. Bunun rahatsızlığını, öfkesini iliklerinde hissetmeyenle yollarımız ayrıdır.

Son Eklenenler