Futbol sezonu başladı. Futbolla sevdiğimiz bir oyun olduğu için ilgileniyoruz. Yoksulluk, sömürü, zulüm ve bunlara karşı direnişler üreten bu hayatın bir parçası olduğu için. Sürekli dışlandığımız bu oyuna bir yolunu bulup katılmaya çalıştıkça, düzenin efendilerinin hayatta zevk aldığımız her şey gibi bunu da kapitalizme bağımlılık yaratıcı bir zehre dönüştürme girişimlerine karşı olduğumuz için. Ne futbola olan duyguları yargılıyor, ne de “futbolumuz nasıl kurtulur” misali ahkâm kesmeye niyetleniyoruz; yalnızca bize ait olanı bize karşı kullanan böyle bir düzeni yıkmak için futbolla da ilgileniyoruz.
Bu sezon bazı maçlar o kadar geç oynatılıyor ki, bugün başlıyor ve uzatmalarla birlikte gece yarısından sonra bitiyor. Demek ki bu oyun gün doğmadan kalkıp ekmek parası için yollara düşeceklerin, oyunsever çocukların, sabahın köründe okula gidecek gençlerin ve ezilenlerin amaçları dışında özel amaç gütmeyen komünistlerin yaşamına pek uymuyor. Zaten sezon öncesi kombine satışları, passolig uygulamalarıyla tribünler uzun zaman önce birçoğumuza kapatılmıştı. Hepimizin parayı bastırıp dekoder alarak maçları evden izlemesi de beklenemeyeceğine göre, bu oyun kimin için oynanıyor? Bizim için olmadığı kesin. Buna rağmen, hayatımızda belki bir kez bile maçına gitmediğimiz takımları niye tutuyoruz? Takım taraftarlığından bağımsız olarak, bazı maç sonuçlarına neden sevinip üzülüyoruz? Bu yazıda bir oyun, bir DİA (devletin ideolojik aygıtı) ve bir meta olarak futbol üzerine düşünüyoruz.
Oyun olarak futbol
Futbol bir spor oyunu. Oyun oynamak, omurgalı canlılarla olan ortak özelliklerimizden biri. Bedenimizi gerçeğin katılığıyla karşılaşmadan hayata hazırlıyor. Düşünce ve eylem uyumunu, bedensel yeteneklerimizi, çevremizle ve başkalarıyla nasıl ilişki kurmamız gerektiğini, oyunlar sayesinde eğlenerek öğreniyoruz.
Oyun gönüllü bir eylem, zorla olduğunda oyun olmaktan çıkıyor. Ama başıboş bir davranış da değil, her oyunun kuralları var. Bunlara tıpkı gerçek yaşamdaki gibi büyük ciddiyetle uyarken, aynı zamanda gerçek yaşamdakinden farklı nitelikte ve yalnızca oyun çerçevesinde geçerli olduklarını da biliyoruz. Örneğin boks maçında birinin gözünü şişirirsen puan alıyorsun ama aynı şeyi yolda yürürken yaparsan kendini yargıcın karşısında buluyorsun. Hata yaptığımızda ciddi bir bedel ödemeyeceğimizi bildiğimiz için, bir oyuna kurallarını kabul ederek katılmamız zor olmuyor.
Oyun, gerçek yaşamdaki ilişkilerin gerçeğin dışındaki bir tasarım çerçevesinde yeniden kurgulanarak taklit edilmesidir. Dolayısıyla bir işte çalışmaktan farklıdır ve yetişkinlerin ancak mesai dışında yapabileceği bir eylemdir. Buna karşılık çocuğun oyunun gerçek olmadığını bilmesi, üzerindeki baskı ve endişeyi azalttığı için eğitimine yardımcı olur. Bizi doğal olarak hayata hazırlayan oyunla toplumsal olarak hayata hazırlayan eğitim çocukluğumuzda içi içedir. Yaşımız kaç olursa olsun, ikisi kesin olarak ayrıldığı zaman büyümüş oluruz. Bunu, yetişkinler gibi bakan çocuk emekçilerin gözlerinde görebiliriz.
Oyun toplumların tarihsel gelişiminin ürünü ve bireysel yaşamımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Tüm sporlar gibi futbol da bir oyun ve tarihte değişik toplumların benzer oyunlar oynadığına ilişkin bilgiler var. Futbolun İngiltere’ye mal edilmesinin sömürgeci tarihiyle ilişkili olduğuna şüphe yok. Ancak önemli olan oyunun kimin tarafından ve hangi sömürgeden alındığı değil; asıl üzerinde durulması gereken, toplumların tarihsel gelişim süreçlerinde ortaklaşa ürettikleri bir olgunun bugün özel mülk haline getirilerek kapitalist çıkarlar için kullanılması. Futbol da tıpkı Marks’ın “tarihsel gelişmenin özü” olarak ifade ettiği bilim ve kuşaklar boyu içinde yaşayanların ortaklaşa ürettiği kentler gibi mülk edinilmeye elverişli değil. Ama bu gibi kamuya ait alanların ya da buralarda çalışanların emek gücünün metalaştırılması ve bu insanlara patronluk yapanların ortaya konulan ürünler üzerinde mülkiyet hakkı elde etmesi misali yollarla, futbol da kâr etmek için kullanılıyor. Ve gerçek yaşamın yeniden üretimi sürecinde bu gelişme yalnızca burjuvazinin tek yanlı girişimleriyle olmuyor; ister çalışan ister ortaya konan ürünü tüketen olalım, bir parçası olduğumuz ezilenlerin de böyle bir sonucun ortaya çıkmasında eşit ölçüde payı var. Bu nedenle futbolu “burjuvazinin kitleleri avutmak için icat ettiği bir uyuşturucu, cahil ezilenlerin bilinçsizce peşinden koştuğu aldatmaca, kâr amacı güden kapitalist ekonominin zorunlu sonucu” misali tek yanlı bakış açılarıyla ele alamayız. Marks’ın “tarih sınıf mücadeleleri tarihidir” derken ifade ettiği gibi…
Devletin ideolojik aygıtı (DİA) olarak futbol
Devlet ve hükümet birbirine karıştırıldığı için “DİA” dendiğinde çoğu zaman “devletin kurduğu ve toplumu yönetmek için işlettiği resmî kurumlar” gibi bir şey anlaşılıyor. Oysa devlet icraat yapmaz, bunu devletin kurumsal yapısına ait parçalardan biri olan hükümet yapar. Devlet; birincisi şiddet tekelinin siyasal iktidarın elinde olması ve ikincisi toplumda sürmekte olan yaşam düzeni demektir.
Düzen, gündelik yaşamın kendini yeniden üretişidir. Buna uyarsak yaşamımızın kolaylaşacağını, uymazsak devletin baskı aygıtlarının harekete geçerek canımızı yakacağını öğrenerek büyürüz. Böylece karşılaştığımız sorunların nedeninin düzen değil ama düzene uymayanlar olduğu hakkında sağlam bir bilinç ediniriz. Bu, egemen ideolojinin temelidir ve zorla ya da maddi yaşamın bilgisinin kendiliğinden zihnimize yansımasıyla değil, toplumdaki işlevi bu işi yapmak olan kurumlarda öğrenilerek ve öğretilerek oluşur.
Rıza üretimi herkesin aynı üretim ilişkileri zemininde yer aldığı ama farklı görüşlerin sürekli tartışıldığı DİA’larda yapılır. Görüş farklılıklarının nedeni, üretim ilişkileri düzeyinde herkesin birbiriyle rekabet halinde olması ve somut çıkar çatışmaları yaşamasıdır. Rekabet yalnızca çatışma üretmez, uzlaşma noktalarının görülmesini de sağlar. İçine doğduğumuz ideolojiler, çıkar ortaklıklarına anlam kazandırarak bireylerin bir araya gelmesini kolaylaştırır. Milliyet, inanç, cinsiyet rolü, siyaset vb. kaynaklı ve hepsi de ideolojik nitelikteki kimlik, davranış ve düşünceler; somut çıkarların korunup geliştirilmesi amacıyla birleşilmesini sağlar. Tarihsel süreçlerde toplum üzeninin işleyişini kolaylaştırmak için oluşmuş çeşitli kurumlara bu kimlik ve görüşlerle katılırız. Sanat, spor, inanç, eğitim, sağlık, siyaset, hukuk, medya vb. üstyapıya ait resmî ya da özel nitelikteki bu kurumlara kısaca “DİA” diyoruz.
Buralara katılarak görüş ifade etmek zaten düzene verilmiş bir onay olduğu için, getirilen eleştirilerin siyasal iktidara somut tehdit oluşturan bir yanı yoktur. Bu yüzden hükümetlerin her ne kadar DİA’larda dile getirilen eleştirileri oy kaybettirici bularak baskı altına almaya çalışmasına karşılık, aklı başında siyasi iktidarlar böyle davranmaz. Sözlü eleştiri yapan açısından bir terapi, siyasal iktidar açısından ise düzenin çarklarının yağlanması gibidir.
Türkiye’de yaklaşık 120 yıldır futbol oynanıyor. TFF 1923, Süper Lig 1959’da kurulmuş. FİFA’dan başlayarak bütün resmî kurumlar, mahalle takımlarından alt yaş gruplarına kadar kulüpler, oyuncular, ligler, turnuvalar, futbol medyası, ilgili mevzuat, ilgili meslek kuruluşları, taraftarlar, izleyiciler, yorumcular, izlemese bile futbol hakkında mutlaka söyleyecek sözü olanlar, futbol eğitimi veren okullar yığınının; futbol DİA’sını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu ortamda futbola sermaye sağlayan bankalardan hükümet temsilcilerine, akıl verenlerden eleştirenlere kadar herkesin görüşü yer alır. Ortak yanları, düşüncelerini verili futbol olgusuyla sınırlamalarıdır. Bu yüzden odaklandıkları konuların iç işleyişini ortaya koyarak, diğer olgularla ve toplumsal yapıyla ilişkisini kurarak düşündüklerini söyleyemeyiz.
Örneğin bankacı için başarı, kulüplerin bilançolarındaki kâr ve zarar miktarıdır. Kulüp yönetimleri kazanılan maç ve şampiyonluklara bakar. Konuyu spor açısından ele alan için, altyapıdan çıkan oyuncu sayısı daha önemlidir. Hükümetler de tıpkı kulüp yöneticileri gibi kendi dönemlerinde kazanılan madalya sayısını dikkate alırlar. Futbol yorumcularının spor ölçüleri içinde mi, yoksa aracıların oyuncu pazarlamasına destek amacıyla mı eleştiri yaptığını anlamak zordur. Ve bütün bu alanlarda üretilen fikirler sonu gelmez yorumlarla birlikte futbol DİA’sının ana malzemesini oluşturur. Konu adeta gerçeküstücü bir bakış açısıyla ve sanki ezelden ebede uzanan değişmez bir futbol olgusu varmış gibi konuşulur. Bu sırada doğru fikirler ortaya atılsa bile kargaşa içinde değerlerinin anlaşılacağı şüphelidir. Elbette tekil sorunlara mantıklı çözümler üretilebilir ama bunların daha büyük sorunların hazırlayıcısı olduğu düşünülmez. Çünkü ideoloji yaşanan andaki somut durumlara odaklıdır ve her sorunu bir “ölüm kalım meselesi” gibi sunarak, taşıyıcısı özne lehine etki yaratmaya çalışır. Bunun örneklerini küçük iktidar hesaplarının döndüğü kulüp ve federasyon seçimlerinde çok görürüz. Buralarda genellikle bilgisizlik, ikiyüzlülük ve bencilliklerini pahalı giysiler içine gizlemiş “saygın” kişiler boy gösterir. Kendilerine ait olmayan bir oyun sevgisi ve takım taraftarlığı, satın alınmış oyuncu becerileri, ezilenlerin alınteri ve emeğinden ibaret olan paralar üzerinde tepinerek spora saygılarını dile getirir ve bağlı oldukları iktidar çevrelerine hizmet sunarlar.
Bugün futbol DİA’sı topluma yararlı olabilecek şeylerden çok az söz edilen ama düzene bağlılık ve siyasal iktidara boyun eğmenin yüceltildiği bir işlev yerine getiriyor. Açıktan hamaset, ırkçılık vb. söylemler kullanılsa da düzene bağlılık bu yolla değil, daha çok yaşanan somut sorunlara çözüm arayışları sırasında “başka çare yok” misali boyun eğmişlik ifadeleriyle dile getirilir. Örneğin Türkiye’de profesyonel liglerdeki toplam 127 takımın faizleriyle birlikte yaklaşık 50 milyar TL borcu vardır.[1] Buradan mantıksal olarak tasarruf etmek gerektiği sonucu çıkartılır. Devamında “pahalı oyuncu alınmasın, altyapıdan genç oyuncu çıkartılsın” gibi akla yatkın öneriler gelir. Bunu kulüp gelirlerinin arttırılması, daha büyük stadyumlar yapılması, izleyici sayısını çoğaltmak için maç önü konserler düzenlenmesi, yayın gelirlerinin yükseltilmesi, taraftarın fedakârlık yapıp forma satın alması gibi her takım için geçerli basmakalıp fikirler izler. Burada da durmayarak kulübe bağış yapabilecek ya da sponsorluk gibi dolaylı yollardan para aktaracak zengin başkanlar aramaya çıkılır. Sömürüden gelen servetinin bir kısmını “kulüp başkanlığı” gibi toplumdaki görünürlüğü arttırıcı ve kişisel tatmin sağlayıcı bir iş için harcamaya hazır birileri her zaman çıkar. İş burada da kalmaz, hükümetlerden kulüp borçları ve vergi yükünü küçültmesi, bedava araziler ya da yeni imar izinleri vermesi istenir. Dolayısıyla yönetime geleceklerin hükümete yakın olmasına özen gösterilir. Kulübe spor dışı yollardan da gelir sağlamak için inşaat, kripto para işlerine girilir. Sermaye, spor ve siyasetin iç içe geçmesi, meşruiyet dışı işleri meşru gibi göstermeye imkân verir. Bu sırada hiç kimse borçların nasıl ve neden oluştuğunu araştırmaz. Sanki bir aile işletmesi kötü yönetildiği için batmış ve ekonomi tahsili yapan evin küçük oğlu işin başına geçerek durumu toparlayacaktır.
Kulüplerin bu kadar borçlu olma nedeni gelir azlığı ya da kötü yönetimler değildir, sonuçta herkes layık olduğu gibi yönetilir. Yalnızca futbolda değil, her alanda tanık olduğumuz yağma ve israfın nedeni mağdurların hesap soracak bilinç ve örgütlülükte olmaması, hesap verme konumundakilerin ise köpeksiz köyde değneksiz dolaşır gibi rahat davranmasıdır. Kulüplerin asıl sahibi olan taraftarlar ve oyunun emekçileri olan futbolcular örgütsüzdür. Kulüpler bu koşullarda ve sürekli gelirleri artarken bugünkü ağır borç batağına saplanmışlardır. Daha 2017-18 sezonunda bu kulüplere naklen yayın için yıllık 500 milyon dolar ödeniyordu[2], bugün aldıkları para 100 milyon doların biraz üstündedir. Galatasaray’ın yaptığı gibi elindeki arsaları ya da birçok küçük kulüp gibi en iyi oyuncularını satarak borçlarını azaltsalar bile, mevcut toplum düzeni ve futbol anlayışı çerçevesinde borçlar büyümeye devam edecektir.
Kaldı ki borcu temizlemenin tek yolu tasarruf değil, kulübün satılması da bir çare. Nitekim “kötü yöneticilik” örneklerinin arkasında önce kulüplerin elindeki taşınmazların sattırılması, ardından artan borçlar karşısında kulübün satışa çıkartılması gibi amaçların olup olmadığını bilemeyiz. Benzer biçimde, sürekli şampiyonluktan bahsederek pahalı transferler yapıp daha sonra şampiyon olsa bile elde edilen gelirlerin borçları karşılamadığı bir işleyiş düzeninin de kulübe mi, yoksa kulübün batmasını bekleyen müstakbel alıcılara mı hizmet ettiği düşünülmelidir. Türkiye’de çok sık dile getirildiği üzere ticari faaliyetleri kolaylaştıracağı gerekçesiyle kulüplerin dernek statüsünden şirkete dönüşmesini istemek de çare değildir. Bu yalnızca küresel şirketlerin Türkiye’den kulüp satın almasının önünü açar.
Sportif başarı için durmadan “altyapıya önem verelim” demenin de ne ölçüde sporla ilgili olduğu tartışmalıdır. Bugün gelişmiş futbol liglerinin altyapısı yoksul Afrika ve Güney Amerika ülkelerindedir. Avrupa altyapılarında, buralardan gelen çocuklar yer alıyor. Buralara kadar ulaşamayan on binlerce çocuk ise gerçekleşmeyen hayalleriyle içinde yuvarlandıkları yoksulluğun şizofrenik yarıklarında yitip gidiyor. Türkiye’de bu koşullarda altyapıya önem vermek, sporu geliştirmekten çok ülkeyi Avrupa liglerinin arka bahçesine dönüştürmeye çalışan futbolcu simsarlarına yarayan bir projedir. Bu konuda bazı futbol yorumcuları daha ileri gidip, bizim de Portekiz gibi yakın coğrafyamızdan genç oyuncular bularak Avrupa’ya pazarlamamız gerektiğini ileri sürebiliyor. Ve bu tür sözde projeler önerilirken ailelerin çocuklarını yüksek paralarla transfer olsunlar diye kitleler halinde altyapı takımlarına yazdırmasının toplumsal sonuçları hiç hesaba katılmıyor. Bu ülkede hala okullarda haftada 2 saat beden eğitimi dersi veriliyor, çocuklar yarış atı gibi sürekli sınavlara hazırlanarak atletizm, yüzme, jimnastik gibi temel sporları bile yapacak zaman bulamıyor, bu koşullarda futbol altyapısından bahsetmenin bir anlamının olmadığı açık değil mi? Üstelik buralarda çalışacak yeterli eğitmen, sağlıkçı, psikolog var mı, eğitenler ve eğitilenler emeklerinin karşılığını alabiliyor mu, kimse sözünü etmiyor. Bütün bunlar sporu hayata hazırlayan bir oyun olmaktan çıkartıp önce hayatın kendisi haline getirmenin ve daha sonra her şeyi metalaştırarak satıp sorunların içinden çıkmaya çalışmanın örnekleridir.
Bir meta olarak futbol
Kapitalizmin, kapitaliste hiçbir maliyeti yoktur; sermaye sahibi bir kez ücretli çalışmaya boyun eğen emek gücünü satın aldıktan sonra gerisi gelir. Son kullanıcısı olan bizim için metanın anlamı tüketerek elde ettiğimiz faydadan ibarettir. Kapitalizm açısından ise meta neredeyse ölümsüz bir varlık misalidir. Bir meta defalarca parçalanıp birleştirilerek yeni biçimler altında tekrar tekrar piyasaya sürüldüğü gibi, tüketim artıklarımız bile metalaştırılarak yeniden üretim sürecine sokulur. Ve kapitalizm hüküm sürerken fiyatı olan her şey meta olarak işlem görür: Akıl, namus, Mars ya da Ay’da bir arsa[3]…
Futbol da bir bütün olarak değil ama üzerine fiyat konup satılabilecek parçalara ayrılabildiği sürece yeniden üretilerek metalaştırılır. Böyle bir işlemi mümkün kılan, omurgalı bir canlı olarak oyuna olan doğal gereksinimimiz ve bunu toplumsal yaşamın olağan evrim sürecinde karşılamak için ürettiğimiz ortak davranışlardır. Başlangıçta, örneğin bir işkolundaki emekçiler ya da ülkelerini işgal edenlere karşı çıkan gençler futbol takımları kurarlar. Önceleri hiç kimse bu tür girişimlerden kazanç sağlamayı düşünmez ve masraflar ortak karşılanır. Henüz bu aşamada kulüp yöneticileri, oyuncular ve taraftarlar iç içedirler. Futbol adeta sanayi öncesi küçük atölye üretimi döneminden geçiyor gibidir. Oyun profesyonelleştikçe kulübe ve takıma emek verenler doğal olarak karşılığını almak ister. Bu dönemde, aynı zamanda oyunun gerçek izleyicisi olan taraftarlar gerekli parayı sağlarlar. Doğal olarak daha çok taraftar edinen takımlar öne geçer. Bu aşama, kapitalizmin atölye döneminden sanayi üretimine geçişine benzetilebilir. Kapitalizm hayatın herhangi bir alanı gibi futboldan da olağan yollardan kâr etmeye çalışıyordur. Kâr amacını olağanüstü düzeylere çıkartan, kapitalizmin yapısal kriz dinamiği ve bunun tezahürü olan bunalımlardır. Böylece futbol tıpkı eğitimde özelleştirmeler yoluyla yaşanan dönüşümdekine benzer biçimde yalnızca bir DİA olmakla kalmaz, aynı zamanda önemli bir kâr kaynağı haline gelir.
Konu hakkında genel fikir vermesi için belirtiyoruz; geçen yıl dünyada futbol takımlarının yalnızca transfere ayırdığı para 4 milyar 860 milyon dolardır.[4] Yalnızca Türkiye’de ve konusunu büyük ölçüde futbol maçlarının oluşturduğu yasa dışı bahiste 100 milyar TL dolayında para döndüğü ileri sürülüyor.[5] Türkiye’deki profesyonel takımların toplam borcunun bunun yarısı kadar olduğu düşünülürse, el değiştiren paranın ne kadar büyük olduğu anlaşılır. Böyle bir ortamda borca batmış takımların attıkları gollerin ve aldıkları sonuçların kesinlikle yasa dışı bahisle ilişkisi olamayacağını kim söyleyebilir?
Elbette iş burada da kalmıyor, Rus oligark Roman Abramoviç’in 2003 yılında Chelsea’yi satın almasıyla başlayan[6] ve devam eden süreç sonunda bugün Premier Ligin 20 takımından 16 tanesi Çin, ABD, Hindistan ve Arap petrol zenginleri tarafından satın alınmış durumda. İtalya’da Milan ve İnter başta olmak üzere birçok takım, İspanya’da Espanyol, Malaga, Atletico Madrid’in bir kısım hissesi ve Barcelona kulübüne ait bir şirketin bazı hisseleri, Fransa’da başta PSG olmak üzere yine birçok takım İngiltere’dekine benzer biçimde dünyanın sayılı zenginleri tarafından satın alındılar.
Futbol ekonomisi transfer ve kulüp satın almaktan ibaret değil elbette. Yayıncılık, reklam faaliyetleri, taraftarlar için çıkartılan kripto paralar, turnuva ve maçlar çevresinde oluşan turizm hareketleri, bahis şirketleri, spor malzemeleri ticareti, bütün bu faaliyetlere sağlık ve eğitim desteği veren kurumlar ve buralarda çalışan kitleler… Liste uzayıp gidiyor. Şu soruyu sormamız gerekiyor: Gerçek üretimin yapılmadığı, “hizmet sektörü” olarak nitelendirilebilecek futbolda neden bu kadar büyük paralar dönüyor? Bunun ancak bir tane mantıklı yanıtı olabilir: Kapitalizmin yapısal kriz dinamiği yüzünden.
Bilindiği üzere sermayenin kendini yeniden üretebilmesi için artık değere ve bunun için de gerçek üretim yapan canlı emek gücüne ihtiyacı var. Ancak gerçek üretim yapabilmek için büyük miktarda değişmeyen sermaye yatırmak gerekir. Kısaca, buradan sağlanacak kâr yatırım giderlerini karşılamaz. Kapitalist her zamanki kâr amacından farklı olarak, daha az yatırımla açığını kapatabileceği alanlara yönelir. Bunlardan biri de, yüksek miktarda sabit sermaye yatırımı gerektirmeden kâr etme olanağı veren eğlence sektörü, dolayısıyla futboldur. 1980’lerden başlayarak, küresel düzeyde iletişim ve ulaşımın gelişmesiyle de ilişkili biçimde kapitalizmin futbola ilgisinin bu çerçevede arttığını söyleyebiliriz. Bu genel olarak söylendiği gibi “endüstriyel futbol” değil, topluma ait olan bir oyunun daha yoğun ve yaygın biçimde metalaştırılması örneğidir. Böylece futbolla birlikte çevresinde de geniş bir kâr olanağı yaratılır.
Türkiye’de eskiden beri gazetelerin spor sayfaları vardı, 90’lı yıllardan itibaren futbol ağırlıklı ayrı gazeteler çıkmaya başladı. Futbol ağırlıklı spor kanalları ise biraz daha yakın, 2010’da TRT sporla başladı. Bugün yüzlerce sanal spor yayını, şifreli yayın var ve hemen her maçın korsan olarak izlenmesi de mümkün. İş bununla bitmiyor, maç yayınları gibi özetler de ayrı bir kazanç kapısı oluşturuyor. Ve gelişen dijital teknoloji sayesinde şimdi yeni bir olanak daha yaratılıyor: Geçtiğimiz günlerde oynanan Köln-Milan maçında ilk kez vücut kamerası denendi ve maçı futbolcunun görüş açısından izlemek mümkün oldu.[7] Böylece alışılmış kamera görüntülerinden farklı bir görüntü elde ederek, bu alandaki meta çeşidi arttırıldı.
Kapitalizmin kriz dinamiği ve buna bağlı olarak yaşanan bunalımlar, yeni doğa parçalarının ve toplumda kamuya ait alanların metalaştırılmasına yol açıyor. Bu sırada dijital teknolojilerin geliştirilmesi örneğindeki gibi yeni üretim araçları yaratılması, bu tür girişimleri arttırarak yaygınlaştırıyor. Her gün bize ait olan bir şey daha elimizden alınıp kâr için ve bize karşı kullanılmak üzere kapitalist mülkiyete geçiriliyor. Ve futbol da bundan nasibini alıyor.
Örneğin VAR uygulaması sayesinde hakem hatalarının en aza indirildiği ileri sürülüyor. Oysa hakem sahada kürsüye çıkan bir yargıç değil, tıpkı oyuncular gibi koşturan, ter döken, dolayısıyla hatalı davranması oyuna dâhil olan biridir. VAR hatayı aza indirmekle oyuna çeki düzen vermiyor, yalnızca futbola yatırım yapan sermaye çevrelerine “korkmayın, sahada bir dümen çevrilmesine izin vermiyoruz, istediğiniz gibi yatırım yapabilirsiniz” diyor.
Pandemi döneminde önce geçici diye duyurularak getirilen 5 oyuncu değiştirme kuralı kalıcılaştı. Bunun oyuncu sağlığı ya da oyunu geliştirmekle ilgili olduğunu düşünemeyiz, yalnızca oyunu hızlandırarak daha çok seyirci çekmek için yapıldı. Belki bu doğrultuda başka değişikliklere giderek taç atışları ayakla yapılabilir ya da üç kornerin bir penaltı olmasına karar verilebilir. Böylece oyunun kuralları da metalaştırılan oyunla birlikte sık sık değişmiş olur.
Son yıllarda kadın futbolunun öne çıkması, bazı ülke federasyonlarının kadın ve erkek futbolculara eşit ödül vermek üzere yönetmelik değişiklikleri yapmaları, futbolun “eşitlikçi ve demokratik” bir dönüşüm geçirmesi gibi görülmemelidir; bu yalnızca kadınları da futbolun yeni müşterileri arasına katmak için gösterilen bir çabadır. Bir süre sonra transların nasıl futbol müşterisi haline getirileceğiyle ilgili sorunların da gündeme geleceğinden şüphemiz olmasın.
Futbol hiçbir zaman kapitalizmin ilgi alanı dışına çıkmadı. Ancak bugünkü haline gelişinin nedeni düzenin kriz üreten yapısı olsa da, gelişmelerin somut olarak önünün açılması kapitalizmin tarihsel anavatanı olan İngiltere’de başladı. 1985’de Bruksel’de Liverpool-Juventus maçı öncesi Bruksel’de yaşanan Heysel faciası[8] ardından İngiliz futbolu hızlı bir gerileme içine girdi. İngiliz takımları 5 yıl süreyle Avrupa kupalarına katılamadılar. İngiltere futbolu yeniden yapılandırılarak, 1992’de Premier Lig kuruldu. Kulüp ve milli takım düzeyinde uzun yıllar başarı gösteremeyen İngiliz futbolu, Avrupa futbolunun gerisine düştü. Borçlarını ödeyemez hale gelen kulüpleri kurtarmak için şirketleşmeleri desteklendi. Bütün bunların sonucu İngiliz futbolu şeffaf, denetlenebilir bir hale geldi. Bugün küresel zenginlerin Premier Lig’den takım almasının başlıca nedeni, buradaki işleyişin düzenliliği nedeniyle kâr edebiliyor olmalarıdır. Ayrıca zenginler açısından kulüp satın almak, bulunmaz bir reklâm fırsatıdır.
Türkiye’de şu anki durumu, İngiltere futbolunun gerileme dönemine benzetmek mümkündür. Kulüplerin borcu sürekli artarken her düzeyde sportif başarı da düşüyor. Türkiye futbolu ekonomik bakımdan Avrupa’nın 5 büyük liginden hemen sonra gelse de, sportif açıdan UEFA sıralamasında 20. ve FİFA sıralamasında 42. sıradadır. Bunun başlıca nedeninin futbol üzerindeki siyaset etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Kulüpler ve her biri hatırı sayılır kapitalistler olan yöneticileri hükümetlere yakındır. TFF özerk değil, hükümetin atadığı bir kurumdur. Hükümetler kulüplere borçlarını erteleyerek, yeni kredi olanakları sağlayarak, harcama limitlerini arttırarak, denetlemeyerek ve arazi tahsisi gibi yollarla ekonomik destek sağlar. Bu anlamda kulüplerin başlıca gelir kaynağının spor değil, hükümet olduğunu söyleyebiliriz. Spor ve siyasetin bu denli iç içe olması, şeffaflığı ortadan kaldırıcıdır. Kulüplerin yanlışlarının sürekli siyaset tarafından örtbas edildiği bir ortama aklı başında hiçbir kapitalist yatırım yapmak istemez. Ancak 5 büyük Avrupa ligi kadar para harcayıp aynı oranda gelir yaratamamanın yükünü hükümet de kaldıramaz. Bir süre sonra kulüpler bu yükün altında ezileceklerdir. Buradan kapitalist düzen içinde çıkış yolu vardır. Önce işleyen ve güvenilir bir mevzuat düzeni hazırlanması, ardından kulüplerin şirket haline getirilerek bilançolarının şeffaflaştırılıp gelir-gider dengesinin kurulması mümkündür. Bu sağlandığı zaman, Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de Çin ve Arap sermayesinin kulüp satın almasının önü açılacak ve sportif başarı gelecektir. Ancak siyasi parti liderleri her katıldıkları mitingde boyunlarına yöre takımının atkısını takarken, denetlenebilir bir kapitalist işleyiş düzenine geçmek biraz zaman alabilir.
Sonuç
Futbol bir takım oyunu. Bu anlamda örgütlü mücadeleyle bazı benzerlikler taşıyor. Bir takımın potansiyel gücü, her zaman onu oluşturan bireylerin aritmetik toplamından fazladır. Bunu arttırarak daha büyük bir güce dönüştürmek, her topluluk gibi bir takımın da temelini oluşturan ideolojisine dayanır. Takım bir Spartakistler topluluğu mu yoksa yıldızlar karması mı, belirleyici olan budur. Birbirlerinin zayıf yönlerini ölümüne çalışarak kapatanlar, yenilseler bile asla yok olmazlar, onlardan geriye mutlaka geliştirilmeye elverişli bir miras kalır. Elbette eşitsizliklerin doğal olduğu bir dünyada yıldızlar olacaktır. Kişiyi yıldız yapan diğerlerinden bireysel üstünlükleri değildir, bunu zaten herkes görür. Yıldızı asıl üstün kılan, yoldaşlarına herkesten daha fazla yardımcı olabilmesidir. Takım oyununu yükseltecek olan da budur.
Kapitalizm oyunu metalaştırarak, futbolun birçok sorununu çözebilir. Nitekim kimi futbol takımlarına büyük paralar yatırıldıktan sonra şampiyonluklar kazandıkları sık görülen bir durumdur. Ama oyunu çocuksu duygularla sevmemiz ve gücümüz ne olursa olsun kendimiz gibi oynayarak takım olmaya çalışmamız metalaştırılamaz. Çünkü bizim oyun olarak sevdiğimiz şeyle ilgilenmesi için, kapitalizmin önce onun meta olarak üretilmesini tasarlaması gerekir. Bu da oyunu hesaplı, kitaplı ve öngörülebilir hale getirerek belirsizliklerini azaltıp, oyun olmaktan uzaklaştırılması anlamına gelir. Tek tek oyuncuların çocukluklarından bu yana kaydedilen performans ölçümleri, rakiplerin ayrıntılı analizleri, sihirbaz teknik direktörler, bu yolda harcanan tonla para, örgütlü ve inançlı bir gücün yaratabileceği belirsizlikleri öngöremez.
Bu yüzden biz her zaman İngiltere’ye karşı Kamerun’dan, beyaza karşı siyahtan, şifreli yayına karşı korsandan, ırkçılık yapan takımlara karşı Amedspor’dan yanayız. Evet, 6 aydır resmi maç yapmayan Dinamo Kiev’in Ali Koç’un pahalı (ve paralı) takımını yenmesine seviniyoruz. Hezimete uğrayacağı yorumları yapılan Ümraniye Spor’un yine aynı takım karşısında kaçırdığı galibiyete üzülüyoruz. Futbolu kimin kazanacağı önceden bilinen bir yatırım olarak değil, takım oyununun belirsizlikler yaratma potansiyelinden dolayı seviyoruz. Kapitalizmin takım oyununu kendi bekasına göre tasarlamasına karşı, kapitalizmi yıkmaktan başka bir tasarım içermeyen kendi gerçekliğimizi koyuyoruz.
[1] https://www.dunya.com/kose-yazisi/turk-futbolu-manifestosu/660431
[2] https://www.haberturk.com/gecmisten-gunumuze-turk-futbolunun-yayin-geliri-3354546-spor
[3] https://www.hurriyet.com.tr/dunya/mars-ve-venuste-20-milyona-satilik-arsa-39216805#:~:text=%C4%B0ngiltere’de%20ortaya%20%C3%A7%C4%B1kan%20bir,(20%20milyon%20TL)%20sat%C4%B1yor.
[4] https://www.diken.com.tr/dunyada-gecen-yil-transfere-harcanan-para-486-milyar-dolar/
[5] https://www.karar.com/ekonomi-haberleri/futbol-kulupleri-varlik-icinde-yokluk-cekiyor-1651966#:~:text=Bahis%20End%C3%BCstrisi%20Uzman%C4%B1%20An%C4%B1l%20Ural%2C%202014%2D2020%20y%C4%B1llar%C4%B1%20aras%C4%B1nda%20yasa,milyar%20TL’ye%20ula%C5%9Ft%C4%B1%C4%9F%C4%B1n%C4%B1%20kaydetti.
[6] Kulüp geçtiğimiz günlerde 4. 25 milyar pounda satıldı. https://www.hurriyet.com.tr/sporarena/son-dakika-chelseanin-satisi-resmen-aciklandi-roman-abramovich-tarihe-karisiyor-iste-yeni-sahipler-42057784#:~:text=Rusya’n%C4%B1n%20Ukrayna’y%C4%B1%20i%C5%9Fgali,sat%C4%B1%C5%9F%C4%B1%20i%C3%A7in%20resmi%20anla%C5%9Fma%20sa%C4%9Fland%C4%B1.
[7] https://medyascope.tv/2022/07/18/tarihte-bir-ilk-koln-ile-milan-arasinda-oynanan-hazirlik-macinda-vucut-kamerasi-denendi/
[8] https://tr.euronews.com/2015/05/28/heysel-faciasi-futbol-tarihinde-kara-bir-leke