Salı, Nisan 30, 2024

Devrimciler anı anlatmaz

Son yıllarda solun 70’ler ve 12 Eylül dönemini anlatan kitapların arttığını görüyoruz. İlginç olan, 12 Eylül sonrası hayatın “normalleşmeye” başladığı zamanlarda bile benzer kitapların bu kadar çok yayınlanmaması. Yazarları yıllar sonra yoldaşlarını, yer aldıkları olay ve siyasi hareketleri anlatıyor. Elbette bu davranış yaşadığımız toplumsal varoluş koşullarından ayrı düşünülemez. Konu edilen yıllar içinde toplumsal sorunların alabildiğine derinleştiği ama solun bunlara müdahaleden en uzak olduğu bir dönemden geçiyoruz. Belki yazarlar (ve okurlar) bu duruma isyan etmek, belki yeterince irdelenmemiş bir dönemi gözden geçirmek, belki de ellerinden daha fazlası gelmediği için anılarına dönüyorlardır, bilemeyiz. Kişiye ve duruma özel bu anlatımları ayrım yapmadan “anı” olarak değerlendiriyor ve yazıda anı aktarımının işlevini ele almaya çalışıyoruz.

İzlenimlerimiz, okurların çoğunun aynı dönemi yaşayan ve doğal olarak anılarını arayanlar olduğunu gösteriyor. Daha genç okurların ise kitapları bilgi edinmek için ve biraz da “tarih” niyetine okuduklarını söyleyebiliriz. Dönemi yaşayanlar gençlerden farklı olarak, aktarılanları yaşadıklarıyla karşılaştırma olanağına sahip. Bu konuda “söz uçar yazı kalır” fikriyle, tarihe yanlış geçmesin diye titizlik gösteriyorlar. Bu yüzden yazarların başka türlü aktarılamayacağını düşündüğü konularda bile farklı görüşler ortaya çıkabiliyor ve kitapların çevresinden “eksik mi anlatılıyor, çarpıtılıyor mu, kim hatalı” gibi sorular hiç eksilmiyor.

Bu aslında yabancısı olduğumuz bir durum değil, eski arkadaş toplantılarında da çok sık karşılaşıyoruz. Bilindiği üzere herkesin az çok tanık olduğu bir konu hakkında konuşulurken bazı anlatımlar ortaktır ama ayrıntılara inildikçe farklılıklar görülür. Bu yalnızca olaya herkesin kendi açısından tanık olması ya da kişinin unutkanlığıyla açıklanamaz, genel olarak beynimizin işleyişiyle ilintili bir yanı da vardır. Örneğin şu çoğumuzun başına gelmiştir, bir zaman sonra toplantıda konuşulanlar hakkında düşündüğümüzde artık ne kadarı yaşadıklarımızın anısı, ne kadarı son toplantının ardından akılda kalanlar birbirine karışır. Çünkü insan beyni bir hard disk değil, her şeyi olduğu gibi kaydetmez ve her zaman ilk kaydedildiği gibi hatırlamaz. Konu üzerinde duralım.

Nasıl hatırlıyoruz?

Öncelikle, beyin fonksiyonlarının toplamı olarak kabul edilebilecek zihni bedenden ayrı düşünemeyeceğimizi belirtmek gerekiyor. İkincisi, beden de evrendeki her şey gibi somut varoluş koşulları içinde ve evrenin geri kalanıyla etkileşim halinde, kendini yeniden üreterek süreklilik gösteriyor. Bir kez ortaya çıkan ve hayatın aşındırıcı etkileri dışında değişmeyen varlıklar değiliz. Bu anlamda zihnimizin bir parçasını oluşturan anılarımız da değişmez değiller, toplumsal varoluş koşullarımız içinde yeniden üretilerek değişiyorlar. Eğer bu sırada bazı şeyler değişmiyorsa, bu da yine değişimin özel bir biçimi olarak yaşanıyor.

Üçüncüsü, beyin her karşılaştığını kaydedebilecek yetenekte olsa da dijital bir kamera gibi otomatik olarak çalışmıyor; bedensel gereksinimlerimiz, öğrendiklerimiz ve varoluş koşullarımızın zorlayıcılığı doğrultusunda önem kazanan olayları kaydediyor. Dolayısıyla anılarımız yaşadıklarımızın fotoğrafı değil, yaşadıklarımız arasından zihnin seçtiklerini yeterince temsil eden görüntüler. Bir olayın nesnel olarak taşıdığı önemle zihnimizdeki kaydının önemi arasında şüphesiz paralellik var ama bu, zihindeki kaydın önem ve önceliklerinin beynin işleyişinden bağımsız olarak belirlendiği anlamına gelmiyor. Çünkü bedenin somut varoluş koşulları içindeki gereksinimleri doğrultusunda bir olay önemli/önemsiz sayılabilir hatta hatırlanmayabilir. Bu gibi nedenlerden olağan koşullarda herkesin aynı olayı farklı biçimlerde hatırlaması doğaldır. İnsanların belli bir olayı birbirlerininkine benzer hatırlaması/unutması için ise zihinlerinin özel olarak eğitilmesi gerekiyor. Devlet bunu Devletin İdeolojik Aygıtları(DİA) aracılığıyla yapıyor ve bunun etkisinden çıkmanın ideolojik mücadelenin örgütlü olarak sürdürülmesi dışında bir yolu yok.

Unutmanın da bu işlemin bir parçası olduğunu unutmamak kaydıyla belirtiyoruz, anılarımız ancak yeniden üretilerek süreklilik kazanırlar. Ve bu da bizi beynin dördüncü özelliğine götürür: Beynimiz yaklaşık 100 milyar nörondan oluşan, elektrokimyasal titreşimlerle çalışan, var olduğu andan ölene dek durmayan bir organımızdır. Beynimizdeki bilgiler kütüphane raflarındaki kitaplar gibi birbirinden bağımsız olarak kaydedilmemişlerdir, sürekli hareket halindeki nöronların yol açtığı ilişki biçimleri olarak var olurlar. Bu ilişkiler ağında büyük bir hızla çağrışımlardan karşılaştırmalara ve sentezlere geçilerek kayıtlı bilgilerin farklı bir araya gelişleriyle yeni bilgiler üretilir. Bu sırada kayıtlı anılar da başka kayıtlarla sürekli ilişkilenerek sahte anılara dönüşebilir ya da silinirler. Bunun olmaması için kayıtlı olanı hatırlamak, tekrar ederek pekiştirmek, karşılaştırmalar yaparak tutarsızlıkları ayıklamak, eski bilgileri yeni öğrenilenlerle desteklemek ve zihinsel eğitimi kesintisiz sürdürerek kayıtlı bilgilerin beyindeki konumunu korumak gerekir. Böylece bunları taşıyan nöronlar da hareketli ve canlı tutulmuş olur. Bu işleyişin toplumsal ölçekteki en bilinen örneği bilimin öğrenilmesi, eğitimi ve karşımıza çıkan sorunların çözümünde kullanılmasıdır.

Anlaşılacağı üzere aynı olayı farklı kişilerin değişik biçimde hatırlamasının nedeni, biri gerçeğe uygun anlatırken diğerinin farkına varmadan sahte anı üretmesi olabilir. Bu durumu anlatımlarına bakarak saptamak kolay değildir. Çünkü bir konuda herkes hemfikir olsa bile bu yine de anlatılanların gerçeği yansıttığının kanıtı sayılamaz, belki tekrarlana tekrarlana kanaate dönüşmüş bir anlatımı kendi anıları sanarak bir kez daha tekrarlıyorlardır. Böyle anlatımlarda gerçeğin bilgisi anıya dağılarak tanınmaz hale gelir. Anı yazarları bu tür sorunlardan kaçınmak için anlatımlarını mümkün olduğunca tanıklar, fotoğraflar, el yazıları, resmî evrak ve referans verebilecekleri bilimsel kaynaklara dayandırırlarlar. Bu, güvenilirliği arttırır ama anının öznel bir anlatım olma niteliğini değiştirmez.

Anı anlatmak öznel bir ifade biçimidir

Anı anlatımı, yazılı edebiyat türü olarak öznel nitelikte bir ifade biçimidir. Sonuçta bugünkü varoluş koşulları içinde yaşayan biri, hayatın herkesin tanık olmadığı ama kendinin/sınırlı bir çevrenin bildiği ve geçmişte yaşanmış bir bölümünü aktarır. Bu kişisel bir anlatım olduğu ya da belli bir olayı ele aldığı için değil, anlatıldığı somut gerçeğin dışına çıkamadığı için özneldir. Anlatılanları belgelemek inandırıcılığını arttırır ama niteliğini değiştirmez, çünkü bu belgeler anının neden anlatıldığı sorusuna değil, geçmişte yaşananlara uygun olup olmadığına yanıt verirler. Anın neden anlatıldığı sorusunun yanıtı ise ancak yaşanan geçmişle bugün anlatıldığı koşulları birlikte ele alan tarih ve toplum bilimleri çerçevesinde verilebilir. Nesnel tarih bilgisi çerçevesinde özgün bir olayın yeri işaretlenir, dolayısıyla ortaya çıkış ve sona erişi belirlenir, aynı nesnel bilgiler çerçevesinde tarihsel akışın bugünle ilişkisi gösterilir ve bugünün toplumsal yapısı içinde geçmişte kalan bir olayla neden ilgilenildiği/ilgilenilmesi gerektiği böylece açıklığa kavuşur. Anı zaten bunları yapmaya kalkışırsa anı olmaktan çıkar, tarih bilimi olur. Bu yüzden anılar özgün ve özneldir.

Oysa belge vb.lerinin nesnel bilgi içerdiğinden hareketle, anının öznel niteliğinin de değişerek adeta bir “tarih anlatımına” dönüştüğü sanılır. Bu sırada belgenin bir özne tarafından ve belli bir zamanda seçildiği, hangi belgelerin dikkate alınmadığı gibi konular üzerinde durulmaz. Yeterli bilgisi olmayan, anıları ve tarihi birbirine karıştırabilir. Bu da materyalist tarih anlayışından uzaklaşmaya yol açar. “Sözlü tarih, tarihe tanıklık etmek” vb. kavramlar bu tür sapmalara yardım eder. Bunun sonucu asıl tarihin teorik anlatımlarla değil ama bizzat onu yaşayanlar tarafından aktarılabileceği algısı oluşur. Tarih giderek belli özneler tarafından  “yaşanan, anlatılan ve yapılan bir olgu” gibi görülmeye başlanır. Oysa özneler tarihin değil, gerçeğin bir parçasıdır. Öznelerin somut varoluş koşulları içinde kendilerini “tarih yapıcısı” gibi görmesinin olumsuz sonuçlarını tahmin etmek zor değildir, en basitinden çevrelerine karşı tanrı rolü oynarlar.

Elbette anılarını bu niyetle anlatanlar kadar böyle davranmayanlar da var ve buradan hareketle anı anlatımını peşinen “iyi” ya da “kötü” diye sınıflandıramayız. Ama materyalist tarih anlayışından uzaklaşmak, hayata bakış ve toplumsal konumumuzla ilgili düşüncelerimizi kökten değiştirir. Kendimizi bir kez “tarih yapıcısı” gibi görürsek, “yapılmış bir tarihin doğal mirasçısı” ve “yapılacak olanın tek sorumlusu” gibi davranmaya başlarız. Ülke solunun tarihi bu tür idealist anlayışlara dayalı anı anlatımlarından ilham almış düşünce, eylem ve örgütlenmelerin olumsuz örnekleriyle doludur. Farklı dönemlerin genç kuşakları genellikle anılarını aktaranlara ve yaşadıklarına saygı duymuş ama idealistçe bir ön kabulle bu anlatımları eylemlerinin belirleyicisi haline getirerek geçmişin karikatürüne dönüşmüşlerdir.

Anı-tarih ilişkisi

Başka kavramlarda da görülebileceği üzere “tarih” sözcüğünün sıfat ve ad halinin karıştırılmasından kaynaklı bazı sorunlar yaşıyoruz. Sözcük “tarihî bina, tarihsel açıdan, solun tarihi…” örneklerindeki gibi sıfat olarak kullanıldığında “eski” ya da “geçmiş” anlamına gelir.  Ama ad olarak kullanıldığında tıpkı “fizik, coğrafya, tıp” gibi bir bilim olan tarih kastedilir. Sıfat olarak tarih gerçek bir durumu nitelendirir. Tarih bilimi de benzer biçimde eskide kalan olayların anlatımı gibi düşünüldüğünde, kullanılışları arasındaki fark görülmez. Başlıca nedeni, tarihin “yapılan” bir şey olduğunun sanılmasıdır. Yapmak, belli bir amaç doğrultusunda gerçekleşen bir eylemdir, amaçsız eylemler için “oldu” deriz. Tarih öznelerin amaçları doğrultusunda yapılmaz, sınıf mücadelelerinin bileşkesi olarak ortaya çıkar.

Tarih bilimi, sonucunun bugünkü yaşanan durum olduğu kabul edilen nesnel bir değişimin işleyiş yasalarını konu edinir. İncelemeye bugünden başlar, geçmişe doğru uzanır. Bu sırada karşılaştığı tekil olguları, ortaya çıkardığı genel işleyiş yasaları içinde anlamlandırır. Marksizm’in kurucu önderleri tarihin önemini “biz tek bir bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir”[1] sözleriyle dile getirirler. Sıfat olarak tarih belli bir gerçeği nitelendirir ve günlük konuşmanın bir parçasıdır. Bilim olarak tarih ise (doğanın bir parçası olan) toplumun nesnel gerçeğinin değişim yasalarını inceler ve herkesin kullanımına eşit ölçüde açık kavramsal bilgilerden oluşur. Sorun, bilimsel ve gündelik düşüncenin birbirine karıştırılmasıyla ilgilidir.

Bilimler, gerçeğin duyularımız aracılığıyla algılayabildiğimiz sınırları ötesinde de devam ettiğinin kabulüne dayanır ve bunun işleyiş yasaları üzerinde çalışır. Marx yaşadığı toplumsal gerçeği inceleyerek ve elde ettiği bulguların nedenlerini araştırarak toplumla ilgili birçok bilime kaynak oluşturacak bir biçimde, tarih biliminin kurucusu olmuştur. Bunu yaparken izleyicilerinin zihninde önyargı yaratmamak amacıyla çalışma yöntemini anlatan metinler yayınlamaktan kaçınmıştır.[2] Bu tür bilgileri ancak yayınlanan metinlerinin satır aralarında, mektuplarında, kendisi için tuttuğu notlarda ve Engels’in Marx’a saygıyla sınırlı olarak yaptığı açıklamalarda bulabiliyoruz. Kurucu önderlerin kavram kargaşası yaratmamak için gösterdikleri bu tutum daha sonra Marksizm aleyhine kullanılmış ve çeşitli idealist tarih anlayışları ortaya atılmasına fırsat oluşturmuştur. Marx’ın şu veciz ifadesi tarih anlayışıyla ilgili yeterince ipucu verir: “İnsanın anatomisi, maymun anatomisi için bir anahtardır.”[3] Anı anlatımının niteliğini kavramaya da yardımı olacak bu ifadeyi şöyle anlayabiliriz:

Doğa tarihi içinde insanın evrimi maymundan sonradır. İki tür de primat ailesindendir ve anatomileri benzer. İnsan türünün tarihsel gelişimini anlamak için doğal evrim sırasını izleyerek önce maymunu inceleyip ardından insana gelmek gerçekçi değildir. Zaten insan topluluğu içinde yaşıyoruz ve kendi anatomik yapımızı canlı olarak gözlemek maymunu gözlemekten kolaydır. Eğer primatların evrimin gelişmiş örneği olan türümüz hakkında yeterince bilgi edinirsek evrimin önceki ve alt basamağındaki örnekleri anlamak kolay olur. Bu anlamda doğal süreç ve düşünce süreci ters yönde ilerler. Bir parçası olduğumuz gerçeğin işleyiş düzenini bir kez ortaya çıkardığımızda, bunun bilgisiyle süreci geriye doğru açıklamak kolaylaşır. Marx, kapitalizmin en gelişmiş örneği İngiltere’de o günün yaşamıyla ilgili malzeme yığınını yıllarca inceleyerek, olguların birbirleriyle ve miras alınan koşullarla somut bağlantılarını göstererek, yalnızca kapitalizm eleştirisi değil ama aynı zamanda bir tarih teorisi olan Kapital’i yazmıştır. Bu anı anlatımları için de geçerlidir.

Sonuç

Geçmişi her zaman bugünün gereksinimleri çerçevesinde belirlenmiş bir bilinç çerçevesinde düşünürüz. Çünkü geçmişte değil, bugünde yaşıyor ve varoluşumuzun belirlediği düşünceler yardımıyla akıl yürütüyoruz. Anı anlatımı, ideolojik nitelikte bir davranıştır. Bu özelliği onu tek başına değerli ya da değersiz kılmaz. Anılar, toplumsal yaşamın yeniden üretimine katıldıkları ölçüde değer kazanacaktır. Bunun elbette ezenler lehine olan bölümüyle ilgili değiliz, bizim için önemli olan anıların ezilen mücadeleleri içinde oynadığı roldür. Devrimci siyaset pratiğine ideolojik destek sundukları ve tarih bilimsel çalışmalara girdi sağladıkları ölçüde değerlidirler. Ama bu niteliklerini kendi kendilerine belirleyemezler, bunun için toplumsal pratik ölçeğinde etkin siyasi özneler ve bilimsel çalışmalar olması gerekir. Bunlar anı anlatarak oluşturulamaz.

Solun anılarının cesaret, fedakârlık, direnç, dayanışma örneklerini sürekli hatırlatması hiç olmazsa bugünün cılız siyaset pratiğini güçlendirmesi bakımından önemlidir. Ama bunu yaparken eskiden beri görülen rekabetçi, yaptıklarıyla övünen, başkalarını küçümseyen ifadelerden uzak durulmalıdır. Bu tür anlatımlar idealist bir tarih anlayışı çerçevesinde, devrimciliği kişinin/grubun kendi çabası gibi düşünmenin sonucudur. Elbette mücadele belli öznelerin eylemleriyle sürer. Ama bunun zemini, hangi biçim altında olursa olsun ezilenlerin tarih boyu ezenlere karşı verdikleri mücadelelerce oluşturulur.

Anıların tek başına teorik bir değeri yoktur, ancak tarih ya da siyaset teorileri çerçevesinde ele alınarak incelenebilirler. Bu yüzden bir anıyı örnek göstererek teorik bir düşüncenin doğruluğunu-yanlışlığını kanıtlamaya çalışmak, ampirist bir anlayıştır. Ve bu örneğini çok sık gördüğümüz bir yanlıştır. Devrimcilik ve komünizm, bugünkü pratiğin adıdır. Devrimciler anı anlatmaz, her şey gibi kendi anılarını da bugünün pratiğini ezilenler lehine dönüştürmek için kullanırlar. Bu aynı zamanda andıklarımızı yaşatmanın yoludur.


[1] Friedrich Engels ve Karl Marx, Alman İdeolojisi, Evrensel Basın Yayın, s.28.

[2] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz’de bu anlayışını belirtir: “Hazırlamış olduğum bir genel girişi yayınlamıyorum; çünkü, düşünüp taşındıktan sonra, bana öyle geldi ki, ilk önce tanıtlanması gereken sonuçlar hakkında önceden yargılara varmak, ancak sıkıcı olabilirdi ve beni izleyecek okurun, tekilden genele geçmesi gerekecekti.”

[3] Karl Marx, Grundirsse-I, Sol Yayınları, s. 41.

Son Eklenenler