Pazar, Nisan 28, 2024

Daha iyi yenilememek: “Sanki Her Şey Biraz Felaket”

Uzun süredir birikmiş sıkıntıların beklenmeyen bir ağlama kriziyle ifade bulması sonunda biraz rahatlamış hissettirebilir, artık yeni yollar denemek için cesaret bulmaya da götürebilir. Fakat benzer yanılsamalar yaşayarak çok sık ağlıyorsak ya da kendimizi “ağlak” hissediyorsak böyle bir rahatlamadan söz edebilir miyiz?

Yazıya ağlamak üzerine sorularla başlamamın sebebi, bunun Sanki Her Şey Biraz Felaket filminin temel öğelerinden biri olması. Film aynı jenerasyondan dört karakterin kendi köşelerinde ağlamasıyla açılıyor. Ayşe yurtdışına gitmeye, Ali ilk işine girmeye çalışıyor. Zeynep haberlerin ağırlığının onda yarattığı depresyonla YouTube’dan takip ettiği astrolog tavsiyelerini dinleyerek mücadele ediyor. Mehmet ise evliliğinde ve işinde mutluluğu bulamamış bir mühendis. Hayatlarında eksik olduğunu düşündükleri şeylerin peşinde, büyük ihtimalle ilk denemeleri olmadığı için yine başarısız olacaklarının yarı bilincinde bir donuklukla harekete geçiyorlar.

Bu yalnızlıklar, hayal kırıklıkları bildiğimiz başka filmlerden tanıdık gelmiş olabilir. Ama Sanki Her Şey Biraz Felaket bu konuları işlerken yaptığı bazı özgün tercihlerle diğerlerinden ayrılıyor. Filmdeki mutsuzluklar, karakterlerin her birine özgü koşulların ayrıntılandırılmasıyla, neden-sonuç bağlantılarına dayanan bir ikna çabasıyla kurulmuyor. Bu mutsuzluklar halihazırda var olan bir kolektif ruh halinin karakterler üzerindeki kaçınılmaz izleri. Sanki herhangi bir gün Twitter’ı açtığımızda karşımıza çıkan temalar, karakterlere ve diyaloglara dağıtılmış gibi: Depresyon, ilişkiler, astroloji, erkeklik, yurtdışına göç, “sonunda bu da oldu” serzenişleriyle paylaşılan gündeme dair haberler.

Filmde karakterlerin yaşadıkları bunalımın sorumluluğunu tamamen sırtlanır halleri yok ya da “coğrafya kaderdir” klişeliğinde replikler duymuyoruz onlardan. Küçük burjuvalara özgü dertleri küçümsenerek aptal yerine de konmuyorlar. Bu tercihleriyle, film içinde yaşadığımız zamana ve bu jenerasyona özgü bu ruh halini daha kolektif bir mesele olarak izlemeye alan açıyor. Bu açılan alanda ön plana çıkan unsur durum komedisi olmuş. Karakterlerin mutsuzluk portrelerinin arasına giren mizah dozu yüksek sahneler, bir şeye çok üzülürken bir arkadaşın güldürüvermesi ya da rastgele izlenen komik bir videoyla kara bulutlarin birden dağılıvermesi gibi, filmdeki bunalımı sürekli unutturuyor. Twitter, Instagram ve TikTok’taki mizah içeriklerinin günlük hayatımızdaki yerinin giderek artmasıyla beraber düşünüldüğünde bu anlatı formu içinde bulunduğumuz zamanın baskın duygusuyla da örtüşüyor.

Filmin ortasındaki bir sekans bütün bu nedenselliklerinden soyutlanmış ruh halini yarıp geçerek bu karmaşık duyguları maddi bir gerçeklik zeminine  yerleştiriyor. Bir tomar paranın elden ele seyri bize toplumsal ilişkilerin konuşmalar, yakınmalar, sohbetlerden öte başka, oldukça belirleyici bir katmanı daha olduğunu hatırlatıyor. Filmde bir elden diğerine geçerek dolaşan para, dört karakterin film boyunca geçirdikleri boş zamanın da açıklayıcısı oluyor. Her biri bu sayede ağladıkları odalarından çıkıp bazı adımlar atmaya vakit bulabiliyorlar. Fakat bu adımlar bir yere varmıyor, karakterler de filmin başından çok da farklı olmayan bir noktaya geri dönüyorlar.

Gençler, son yıllarda yükselen barınamama ve geçinememe kriziyle filme yansıyandan daha da keskin biçimde kıskacın artık iyice daraldığına şahit oluyorlar. Mevcut düzenin vaat ettiği geleceksizliğe ikna oldukça, sürekli geç kalmış ve bir türlü gerçekten yaşamaya başlayamamış olmaya dair yakınmalar daha duyulur oluyor. Tüm bunlara filmde bahsedilmeyen bir katman daha ekleyerek bu jenerasyon üzerindeki bir yüke daha dikkat çekebiliriz. Politikleşmeyi sürekli bir seçim sonucu beklemeye, bir gün işlerin kendiliğinden çözüleceğinden medet ummaya indirgemek, eskiden her şeyin ne kadar güzel olduğuna dair sorgusuz inancın nostaljisiyle yaşamak zorunda kalmak da bu zayıf ruh halinden çıkmaya hiç yardımcı olmuyor. Gerçek düşmanlarla karşı karşıya gelip, hem onları hem kendimizi daha iyi tanıdığımız bir sürece girememek, bu “biraz felaket” hali, defalarca benzer şekillerde tekrarlıyor ve asıl sebebi olan, mücadele verilmesi gereken konuları, sınıfsal çelişkileri ve üretim ilişkilerini gizliyor.

Sanki Her Biraz Felaket bizi rol model olarak alınabilecek bir büyüme hikayesinin verdiği ilhamla donatmıyor ya da başka bir dünya kurup “bu da mümkün” demiyor. Fakat film hakkındaki yazılanlarda filmin bir yerlerinde aslında bir umudun gizli olduğundan söz edilmiş ya da izleyenler filmden sonra umutlu hissettiklerini belirtmişler. Bu noktada izleyici olarak ben de kendi deneyimimden ve bana filmin neden iyi geldiğinden söz edebilirim. Sosyal çevremde rastladığım baskın görüş depresyonla mücadelenin yolunu kişinin kendini odağa alarak güçlendirmesi gerektiğinde buluyor. Fakat bu bitmez tükenmez kendini analiz ve güçlendirme yolculuğu, bunalımı yeniden üretecek derecede izole edici ve hareketsizleştirici. Oysa filmin yaptığı gibi, yaşanan duygular üzerinde fazla kişisel bir incelemeye girmeden, bunun kolektif bir ruh hali olduğunun farkında olmak ama aynı zamanda yaşadığımız bu duyguları fazlaca hafife alarak onlardan tamamen sıyrılabileceğimizi düşünmemek bu bunalıma farklı bir mesafe almayı sağlıyor. Bu ruh halinin yarattığı hareketsizliğin, onun asıl sebebi olan şeylerin aynı şekilde devam etmesine sebebiyet verdiğinin farkında olarak, onu bir pusula olarak kullanıp asıl odağı, emeği ve mücadeleyi bu bunalımın asıl sorumlusu olan sömürü düzenini ortadan kaldırmaya yöneltmemiz şart. Film, anlatısının alt katmanlarında bu düşünceyi de barındırdığı için böyle bir umudun taşıyıcısı da olabiliyor.

Son Eklenenler