Birinci kısaltma hakkında memlekette hemen herkes az çok bir fikir sahibi. “Çevreme duyarlıyım değerlerime sahip çıkıyorum” yani kısa adıyla ÇEDES, eğitimde dinselleşme adımları açısından son dönemin sembol kavramlarından biri. İkinci kısaltmanın ilki kadar meşhur olmadığı ortada ancak eğitim alanında verilecek mücadelenin güçlenmesi için onu da kamuoyunun gündemine sokmamız şart.
4+4+4’ün hediyesi “Zorunlu Seçmeli” dersler, imam hatipleştirme, müfredatın “milli manevi değerleri esas alma” adı altında açık ve örtük biçimde dinselleştirilmesi, şimdilerde STK diye anılan cemaat ve tarikatların yönettiği derneklerle yapılan protokoller…
Tüm bu adımlar eğitimde varlığını hissettirmeye devam eden, çok kullanılan tabirle kırıntıları kalan laikliğin adım adım erozyona uğramasındaki başlıca uğraklar. Şimdi yeni bir duraktayız, o durağın adı ÇEDES.
Resmi amacı “öğrencilerimizin milli, manevi, ahlaki, insani ve kültürel değerlerimizi benimseyen, koruyan fertler olmaları” şeklinde özetlenebilecek ÇEDES’i, benzerini sıkça gördüğümüz protokol ve projelerden ayıran yönü de ilk kez Eskişehir ve İzmir’de başlayan ve Kırklareli’nde devam eden yeni bir uygulama, okullara “manevi danışman” adı altında müftülük personelinin atanması.
Atanan personelin okullarda ne tür faaliyetlerde bulunacağı belirsiz. Hatta Eğitim-Sen’in ısrarlı sorularına MEB bürokratlarının da bu minvalde cevaplar verdiği biliniyor. Ama ortada olan bir gerçek var ki MEB, ÇEDES ile yeni bir şey deniyor, bu kesin.
ÇEDES, hiç kuşku yok ki iktidarın kendi fıtratına uygun nesiller yetiştirmek için kurguladığı bir proje aynı zamanda da kesin zaferini bir türlü ilan edemediği kültürel, sosyal alana dair bir hegemonya hamlesi. İşin bir de pedagojik boyutu var, ancak tıpkı 4+4+4 döneminde olduğu gibi bu projeye karşı çıkışı bu alana hapsetmek zamanla hamle gücümüzü zayıflatan bir handikaba dönüşebilir. Elbette eğitim öğretim açısından donanımı ve birikimi şüpheli kişilerin okullarda öğrencilerle teması büyük bir risk ancak asıl risk ideolojik.
Şüphesiz eğitimin dinselleştirilmesi sürecinin baskın projesi imam hatip okullarının sayısının artırılmasıdır. Bu konuda iktidarın sayısal olarak hayli yol aldığı bir gerçek, kayıtlarda sağlanan kolaylıklar, projelendirilmiş liseler, devlet katından bitmeyen övgüler ve destekler bu nicel artışta pay sahibi. Ancak bu sayısal başarının dindar nesil iddiasıyla örtüşecek boyutta bir sosyal başarıyla taçlandığını söylemek mümkün mü?
Bugün her 10 lise öğrencisinden biri imam hatiplerde okuyor, bu sayı 2010’lardan itibaren hızla arttı. İmam hatip ortaokul ve liselerinin iktidar tarafından açıkça teşvik edildiği ve desteklendiği herkesin malumu, örneğin LGS tercihinde büyükçe bir ilçedeyseniz yan mahalledeki lise size tercih için açık olamayabilir ama o listede bir imam hatip lisesini rahatlıkla görebilirsiniz. Bu meslek liseleri için de geçerli, o da meselenin birazdan geleceğimiz diğer kısmı zaten. İmam hatip ortaokul mezunu öğrencilerin yüzde 50’ye yakınının imam hatip lisesini tercih etmemesi, mütedeyyin ailelerin çocuklarının dahi öncelikle akademik eğitim veren liseleri tercih etmesi imam hatiplerdeki nicel artışın aynı düzeyde bir sosyal karşılık bulmadığına işaret ediyor. İşte ÇEDES burada önem kazanıyor. Seçmeli ders paketlerinde yapılan değişiklikler, müfredatın dinselleştirilmesi, “değerler eğitimi” adı altında her kademede dini eğitimin ağırlık kazanması ve son olarak malum ÇEDES. Proje başarıya ulaşırsa, sonuç hepsi yarı imam hatip okulu haline getirilmiş okullar toplamı olacak.
ÇEDES konusunda, şimdilik sonuç alıcı olduğunu söylemek zor olsa da ciddi bir toplumsal tepki oluştuğu söylenebilir. Veli dernekleri çocukların bu tarz etkinliklerde izinsiz yer almasını önleyecek dilekçeler hazırladılar. Laik, bilimsel eğitimi savunan sendikalar zaten her zaman yüksek sesle karşı çıkışlarını dillendiriyorlar. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin meclis kürsüsünden STK görünümlü cemaat ve tarikatlara ilişkin sözlerini bu muhalefet odaklarının güçlü tepkisi sonucu az da olsa düzeltmek zorunda kaldı. Ayrıca şunu da kabul etmek gerekir ki en son Süper Kupa Finali hadisesinde gördüğümüz üzere laiklik ve cumhuriyete atfedilen ilerici değerlerle ilgili toplumsal hassasiyet hâlâ hatırı sayılır bir güce sahip. Peki, aynı duyarlılık başlığa kısaltmasını yazdığım MESEM yani Mesleki Eğitim Merkezleri ya da meslek liselerinin teşviki için var mı? Maalesef hayır.
10. sınıf öğrencisi Ömer Çakar, Diyarbakır’da MESEM kapsamında bir klimacıda stajyer olarak çalıştırılırken montaj için gittiği oto galericiler sitesinde 21 Aralık 2023’te ikincikattan düşerek ağır yaralandı. 6 gün yaşam mücadelesi veren Ömer, maalesef 27 Aralık günü hayatını kaybetti.
Haftada bir gün okula, dört gün çalışmaya gönderilen 1 milyondan fazla öğrenciden biriydi Ömer. Muhalif basın dışında pek haber değeri olmadı. Oysa MEB’in yine MESEM kapsamımda A101 ve benzeri marketlerle yapmış olduğu protokol, gelen tepkiler üzerine iptal edilmişti. Zincir marketler göz önünde bir ticari faaliyetle meşgul oldukları için bu tarz işletmelerdeki çocuk işçilik uygulamasında biraz da olsa geri adım atılması elbette olumlu, peki ya diğer sektörler?
2021 yılının aralık ayındaki kanun değişikliğine kadar sadece 159 bin öğrencisi olan MESEM’lerde bugün itibarıyla 1 milyon 107 bin öğrenci var. Mesleki eğitim kanununda yapılan değişiklik patronlara kaçırılmaz bir fırsatlar paketi sundu. İş kazası ve hastalık sigortalarının ve öğrencilere verilen ücretlerin devlet tarafından karşılandığı bu yeni sistemde öğrenci/işçi sayısındaki bu muazzam artışa şaşırmamak gerekir. Örgün eğitimden fiilen koparılan 1 milyonu aşkın öğrenci piyasanın insafına terk edilmiş durumda.
Örgün eğitimi saf dışı bırakan, öğrencilerden ucuz işgücü yaratan MESEM ne yazık ki giderek yaygınlaşıyor. Nitelikli eğitime ulaşma şansını her geçen gün biraz daha yitiren yoksul ailelerin yoksul çocukları, asgari ücretin üçte biri kadar maaş karşılığında kendilerini fabrikalarda, işletmelerde buluyorlar.
Eğitim yoluyla müreffeh bir hayat kurma hayaline tutunmuş yoksul emekçi aileler eğitimdeki piyasalaşma ve nitelik kaybı nedeniyle umudunu çok erkenden yitirip çareyi ya da çaresizliği MESEM’lerde buluyor. Patronların ucuz işgücü ve teşvik için önünde kuyruğa girdikleri MESEM’ler bugünün Türkiye’sinin çarpıcı bir fotoğrafını sunuyor bize. İstisnasız tüm bakanların “ara eleman ihtiyacı” diyerek veya “memleket meselesi” diyerek güzellemeler yazdığı bu Meslek Liseleri ve MESEM’ler, geleceğinden umudunu kesmiş yoksul kuşakların mecburi istikameti oluyor.
Bugün ülkede eğitim meselesine ilişkin bu iki alanda mücadeleyi aynı kararlılık ve güçle yükseltmek bir zorunluluktur. Bir yandan laik, bilimsel eğitime yönelik çok yönlü saldırılara karşı toplumun tüm kesimlerini kapsayan bir mücadele verirken, bir yandan da emekçi çocuklarının ucuz işgücü ve ara eleman olarak sermayenin önüne atılmasına karşı çıkmak zorundayız.
Sadakat ve itaatin “muteber değer” olarak parlatıldığı, toplumsal kutuplaşma ve muhafazakarlaştırmayla sınıfsal çelişkilerin bir sis perdesinin arkasına saklandığı böyle bir dönemde başka bir çıkış yolumuzun olmadığını bilerek mücadeleyi genişletmek ve yükseltmek zorundayız.
İktidarın eğitim alanına kendi açısından kurucu, değiştirici bir değer biçtiğini, bunu yaparken de iki ana yaklaşımından sistem ve bakan değişikliklerine rağmen taviz vermediğini biliyoruz: eğitimin dinselleştirilmesi ve piyasalaştırılması.
Bu alanda 14-28 Mayıs seçimlerinin ardından vites yükseltme hamlelerini de hep birlikte deneyimliyoruz. Memleketin birçok yerinde iktidarın bu yoğunlaşan ataklarına karşı velilerin, öğrencilerin, sendikaların, bir araya gelerek seslerini ve güçlerini umut verici bir şekilde birleştirdiğini görüyoruz. Elbette olup biteni izlemekle yetinmeyeceğiz. Umudu büyütmek, yaygınlaştırmak, okullarımızı ve öğrencilerimizi bu karanlığa karşı savunmak Eğitim-Sen olarak acil görevimizdir. Tarihsel mirasımızdan ve birikimlerimizden aldığımız güçle “laik bilimsel, demokratik, anadilde eğitim” mücadelemizden bir adım geri atmayacağız.