Pazartesi, Nisan 29, 2024

2023, öncesi, sonrası

Biten yılı değerlendirmek tek başına kritik bir anlam taşımasa da, böylesi bir değerlendirme geride bıraktığımız yılın hem daha önceki yılların devamı ve sonucu hem de bundan sonra yaşanacak yılların nedeni olması yoluyla yani tarihsel bakış açısıyla ele alınırsa o denli faydasız olmayabilir de.

2023’ün başlarında yaşadığımız büyük deprem ve binlerce insanın kaybı karşısında yaşadığımız çaresizlik, sonrasında geliştirilen dayanışma faaliyetleriyle aşılabilir düzeyde değildi. Aşılamadı da. Kuşkusuz ki jeolojik olgular doğa yasaları aracılığıyla açıklanmalı ama sonuçlarının toplumsal olduğunu hepimiz biliriz. İnşaat sektörünün geldiği noktada güvenli teknolojilerin kullanıldığı ve süreçte ileri bilimsel araştırmaların yapılabilmesi ve bu yolla konutların sadece aylar içinde bitirilebilmesi mümkünken binlerce insanın öldüğü, binlercesinin göç etmek zorunda kaldığı ya da güvensiz ve sağlıksız, en temel insani ihtiyaçlarını bile gideremediği koşullarda yaşamak zorunda bırakıldığı bir süreç kaçınılmazmışçasına yaşandı ve yaşanıyor. Türkiye’nin herhangi bir yerinde ve her an benzer bir durumun yaşanmaması için hiçbir bilimsel ve toplumsal neden yok, hatta tam aksi söz konusu. Yaşananlara bizim cepheden baktığımızda ise; hem bölgede dayanışma kültürünü tesis edecek hem de bölgedeki sorunları yine bölgedeki insanlarla birlikte çözebilecek kalıcı politik bağlar üretebilecek öncelikli kesim sosyalistler olmasına rağmen, sosyalist hareketin her açıdan zayıf durumda olması bu süreçte başka paradoksları da açığa çıkardı. Deprem gündemi hızlıca yerini depremden bir süre sonra gerçekleşecek seçimler için “bu sefer hükümet gider”, “bu zayıf anı hükümete karşı kullanmalıyız” gibi kendi gerçekliğinden ve toplumun gerçekliğinden bihaber söylemlere bıraktı. Bölgede kalan ‘dayanışmacıların’ tamamına yakını ya ulusal/uluslararası fonlarla desteklenen projelere dahil oldu ya da teşkilatlarını büyütme çabası içinde olan kimi sol gruplar, solcu ya da Alevilerin ağırlıklı olduğu ve toplumsal mücadelede örnek gösterilen “kurtarılmış bölgelerin” tarihsel durumlarından yararlanmaya çalışarak bölgeyle bu yönde ilişkilenme eğilimini benimsedi. Nedenleri açısından da sonuçları açısından ortaya çıkan tablo, hükümetten, depremde binlerce kayba neden olan müteahhitlerden, yerel yönetimlerden ve diğer unsurlardan ziyade çok temel devrimci değer olan dayanışmayı bile süreklilik içinde tesis edemeyen sol ve sosyalist hareket açısından fecaatti. Feci tablonun devamı seçimlerle geldi.

Katılımın yüksek oranda olduğu Türkiye’de seçimler her zaman sosyalistler açısından da kritik bir gündem olmuştur ve elbette ki bu ilginin olgusal bir anlamı var. Ne var ki toplumsal ve sınıfsal ilişkilenme düzeyinde gerileyen sosyalistlerin bir süredir parlamentarizmi, demokratizmi, otoriterlik -ve hatta zaman zaman ifade edilen kötülük- karşıtlığını mücadelenin temel hattıymışçasına benimsemesi ve bu yönde çalışmalar yürütülmesi hem onun ideolojik, politik zayıflığının bir sonucuydu hem de bu zayıflığının pekişmesinin nedeni. Diğer yandan 2023 öncesinde başlayan Rusya-Ukrayna savaşı, 2023’te başlayan Filistin kuşatması “savaşın politikanın devamı” ya da “tüm savaşların siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi” olduğu olgusunu bir kez daha hatırlattı. İsrail ile sürdürülen ticari ilişkilerin durdurulması bir yana güçlendirilmesinin buradaki politika vurgusunun temelde politik ekonomik ilişkilere gönderme olduğunu söylemeye bile gerek yok. Zira “proletarya bölünmüş ve bastırılmışken, kapitalistler kazanmayı sürdürüyorlar, savaştan servetler devşiriyorlar, ulusal önyargıları kaşıyıp bütün ülkelerde, en özgür ve en cumhuriyetçi ülkelerde bile başını göstermiş olan gericiliği besliyorlar” (Lenin). Demek ki halihazırda devam eden savaşlar söz konusu olduğunda sorunu sadece ırkçılık, soykırım gibi ithamlarla açıklayıp nedenleri yani tarihsel güç ilişkilerini ve bu ilişkilerin tarihsel seyrini ihmal etmek bizi yüzeysel bir yaklaşımdan öteye götürmeyecektir.

Şimdilerde ise yerel seçimlere doğru gidiyoruz ve burada bahsi geçen tüm sorunları aşmak bir yana sosyalistlerin yerel yönetimlere dönük seçim ittifakları sosyalist hareketin politik gündemine yön vermeye devam ediyor. Elbette ki seçimler politik tartışmaların ve çalışmaların yoğunlaştığı dönemlerdir ama uzunca bir süredir toplumun büyük bir kısmı günbegün yoksullaşırken, çocuk, genç, emekli demeden milyonlarca insan proleterleşirken bu hakikat yokmuş gibi hareket edip seçimleri siyasetin birincil gündemiymişçesine ya da “teşkilat büyütmek” olarak kullanmak sosyalizm mücadelesinin gerilemesini derinleştirmekten başka bir sonuç doğurmamaktadır, doğurmayacaktır. Milyonların yaşamı her açıdan hızlıca kötüleşmekte iken sosyalistlerin önemli bir kısmının gündemini sadece demokrasi, cumhuriyet, seçim ittifakları, parlamento gibi olguların belirliyor olması rastlantı olmadığı gibi tam da bu kesimin somut durumunun, siyasi eğiliminin ve hareket tarzının nesnel tezahürüdür. Bu açıdan şaşıracak bir şey yok, zira şaşırmak bilgisizlikten ileri gelir ve son seçim sonucunu şaşkınlıkla karşılamamız da bu saikle açıklanabilir.       

Deprem, seçim, işsizlik, öğrenciliği bırakıp çalışmak zorunda kalan binlerce çocuğun ve gencin geleceksizliği, güvencesiz çalışmanın sıradanlaşması, daha yoğun biçimde üretim sürecine katılan kadınların uğradığı her tür cinsiyetçiliğin derinleşmesi, savaş ya da yoksulluk nedeniyle göç etmek zorunda kalan milyonların üretim sürecinin en zalim biçimlerine mahkum edilirken aynı zamanda can güvenliğine bile sahip olmayacağı bir ırkçılığa maruz kalması, emekçilerin tarihsel mücadelelerle kazandıkları hakların fiilen ve hukuken bir bir geri alınması, emekçilerin öz-örgütleri olan sendikaların birçoğunun emekçilerin sorunlarını çözmek bir yana bu sorunları çoğaltacak, onları birlik içinde hareket etmek yerine bölecek ve hatta sorunların çözümleri önünde engel teşkil edecek tarzda dönüşmesi ve daha sıralayabileceğimiz onlarca olumsuzluk yaşanıyor. Evet resim bu. İster ahir zamanlar diyelim ister toplumsal çürüme istersek de kötülüğün egemenliği. Bu sıfatların tek başına hiçbir manası yok. Dahası böylesi sıfatlar tarihsel bir değerlendirmeye de engel.   

Epeydir sosyalizmin yenilgisinden bahsediliyor. “Reel sosyalizm” yergileri, “elveda proletarya” naraları, “tarihin sonu” icatları önceleri epeyce karşılık bulsa da her hakiki olmayan argüman gibi tarihin hakikatine yenik düşüyor. Ne var ki eski argümanlara alternatif argümanlar geliştirme çabası henüz sosyalizm mücadelesi cephesinde gerçekleşmiyor. Toplumsal mücadelelerde tarih dışı ve sınıflar üstü ideolojiler, kuramlar hâlâ egemenliğini sürdürüyor. Peki geçtiğimiz yıla ve öncesine tarihsel nedenlerle baktığımızda ne görüyoruz? 

Öncelikle şunu söyleyelim ki tarihsel bakış açısı nedenselliği esas alır ve bu açıdan tarih geçmiş, şimdi ve gelecekle ilişkisi içinde düşünülür. Geçmişe ve şimdiye dönük değerlendirmenin birincil boyutu ise bu sürece yön veren toplumsal üretim ilişkiler bağlamında temel çelişkinin anlaşılmasıdır, zira “bütün toplum biçimlerinde, diğer üretim tarzlarına baskın çıkan ve bu yüzden sahip olduğu koşullar geri kalanların hepsinin kademesini ve nüfuzunu belirleyen bir üretim tarzı vardır” (Marx). Yukarıda da kısaca bahsettik; bir yıla ve öncesine geriye doğru baktığımızda farklı biçimlerde de olsa dünyadaki çoğunluğun yararına bir tablo görmüyoruz. Yüzyıllardır zaman zaman kısmen ve yerel düzeylerde ekonomik, politik vb. iyileşmeler görülse de -ki bunlar mücadele neticesinde kazanılmış iyileşmelerdir- milyarlarca insan için geride bırakılan her sene bir öncekinden daha kötü sonuçlar doğuruyor. -Şunu kapitalizmi övmek için söylemediğimiz kuşku götürmez ama- nasıl ki feodal üretim ilişkileri köleci üretim ilişkilerinden ileri kapitalist üretim ilişkilerinden geri ise ve kapitalizmin feodal üretim ilişkilerinden doğduğu gibi sosyalizm de ancak ve ancak kapitalist üretim ilişkilerinden doğabilir -bu açıdan “saf bir negatif hiçbir şey değildir” (Marx)- ve bu nedensel bakış açısı bizi sadece kapitalizme karşı sloganlar üretmek yerine onu yıkacak unsurları ve olanakları yine onun içinde aramakla, onun tarihsel hareketini ve eğilimini anlamakla mümkün olduğunu gösterir. Elbette ki bu hareket ve eğilim çelişkilerin ve sömürünün arttığı, yaş, cinsiyet, milliyet gibi unsurların hiçbir hükmü olmadan üretimin toplumsallaşmasını ve buna bağlı olarak da sermayenin ve devletin baskılarının yoğunlaşmasını beraberinde getirmektedir ve bu durum kapitalizmin tarihsel doğası gereği böyledir.

Artan toplumsal sömürü ve toplumsal değere el koyma edimi ekolojik sorunların da artmasına neden olurken gezegen ötesi enerji kaynakları arayışları hızlandırılıyor. Çelişki ortada; bir yanda üretim ilişkilerine ve insanlık tarihine yeni biçimler, olanaklar sağlayacak teknolojik ve bilimsel gelişmeler ve tüm bunların mülkiyetine el koymuş sermaye sınıfı diğer yanda geçmişten gelen nesnel-toplumsal emeğin uzantısı olan canlı emeğin bu ilerlemeye rağmen mahkum bırakıldığı her türlü gericilik. İleri teknolojilerin beraberinde getirdiği yoğun üretime rağmen temel ihtiyaçlarını bile kısıtlamak zorunda kalan milyonlar; en ileri teknolojilerle hızla yükselen lüks konutlara rağmen usulsüzce yapılmış ya da gidecek yeri olmaması nedeniyle eski ya da ödeyebileceği kiralık binalarda oturmak zorunda kaldığı için depremlerde ve diğer doğal afetlerde ölenler; tıp, genetik biliminin çığır açıcı çalışmalarına ve başarılarına rağmen varoluş ve çalışma koşulları itibarıyla hastalıktan kurtulamayan, bunca başarıya rağmen sağlık hizmeti bile alamayanlar; sırf dini, milliyeti, mezhebi ya da cinsiyeti nedeniyle yok sayılan, aşağılanlar; “geleceğimiz” diye nitelendirilen ama eğitim almak bir yana eğitimden bile koparılıp çocuk yaşta çalışmak, iş peşinde koşturmak zorunda bırakılan çocuklar, gençler; emperyalist sömürü ilişkilerinin hakim olduğu topraklarda yaşamlarını sürdürmek için direnişle, dirençle yaşamaya çalışan ama çağdaş teknolojiyle geliştirilmiş ve kendi ürettikleri silahlarla yok edilen uluslar; kaçak madenlerde, atölyelerde hiçbir iş güvencesi olmayan ve iş cinayetlerinde öldürülenler… 

Çocuk, genç, kadın, emekli demeden üretim için seferber edilen milyonlar. Bu açıdan 2022 gerçekliği farklı biçimlerde de olsa 2023 için de süreklilik arz ediyor: “Küresel tedarik zincirleri yoluyla uluslararasılaşan imalat sanayinin yeni biçimi, sanayileşmenin eski dönemde kalkınma ile özdeşleştirilen ne özelliği varsa hepsini ortadan kaldırdı. Kapitalist üretim tarzının eşitsiz birleşik gelişim yasası doğrultusunda küresel kuzeyin kimi bölgeleri sanayisizleşip çöküntü alanlarına döndü, küresel güneyin kimi bölgeleri sanayileşip ekolojik yıkım alanlarına döndü, her yerde sermaye sınıfının gücü artarken ezilenler ve emekçiler giderek daha bağımlı hale geldi. Siyasal karar alıcıları etkileme güçleri azaldı, yurttaşı oldukları devletlerde söz hakları iyice örselendi, güvenceli iş olanakları dolayısıyla gelirleri düştükçe borçlulukları arttı. Kırsalda kurulan sanayi ve lojistik merkezlerinde çalışan emekçiler giderek daha fazla aşırı sağın etkisine açık hale gelirken, sayıları hızla artan vasıfları değersizleşmiş güvencesiz işlere mahkûm okumuş kentliler de değerler siyasetine dayalı kimlikçi bir solculuğa saplandı. Sermaye çekme çabası ulusal hükümetleri küresel finansal kurumların da yönlendirmesiyle büyük bir dibe doğru yarışa itti. Köylü nüfusu yok olurken devasa bir küresel yedek sanayi ordusu ortaya çıktı. Bunların önemli bir kısmı mülteci olarak güvencesizliğin en dibinde yaşamaya itiliyorlar.”1

2023 Türkiye için emekçilerin mücadeleyle kazandığı hakların ellerinden alındığı, devletin zor gücünü bürokratik gücünden daha etkin kullandığı, çocukların, gençlerin ve kadınların, göçmenlerin proleterleşme sürecine daha yoğun ve daha hızlı biçimde dahil edildiği, doğanın sömürüsünün hız kazandığı, yoksulluğun artmaya devam ettiği bir yıl oldu. Bununla birlikte demokrasi, hukuk, hak gibi olguların fiilen hiçbir hükmü olmadığını da deneyimledik, deneyimliyoruz. Mesele emeğin/doğanın sömürüsü ve mülkiyet ilişkilerinde yani ücretli emek ile sermaye çelişkisinde düğümlendiği için burada bahsi geçen her olgunun, durumun tarihsel nedenlerle anlaşılması ve aslında hepimizin yaşadığı ve gördüğü ve burada kısaca ele aldığımız tablonun emekçiler lehine dönüşmesi için ise sadece varolanı değil varolandaki olanakları açığa çıkarmanın da yollarını bulmak zorundayız. En nihayetinde çelişkiye yön veren etken güç ilişkileri ve doğrudan doğruya bunun nesnel, serinkanlı çözümlemesi yapılmaksızın geliştirilecek her tür eleştiri sofistike olacaktır.    

Marksistler olaylara toplumsal ilişkilerin tarihsel mantığı yoluyla bakar ve buna göre strateji geliştirir. Mücadelenin ekonomik, politik ya da ideolojik bütünlüğü de bu yolla geliştirilmiştir ve yeni duruma da bu yolla uygulanabilir. Öyleyse bir Marksist için, hangi koşullarda olursa olsun, başlangıcı ya da itici gücü ne kötümserlik ne de iyimserlik teşkil edebilir. Bir yandan dönemin ihtiyaçlarını nesnel olarak tayin edebilmek diğer yandan nihai amacımızı unutmamak ve bu ikisi arasındaki bağı güçlendirmek dönemin sorunlarını tarihsel nedenleri ile ele almamıza neden olacağı gibi mevcut sorunlara ne öznel, duygusal, yenik, sinik, pasifist vb. tavırlarla ne de irrasyonel bir umutla, iyimserlikle bakmamıza izin verecektir. Öyleyse ne umut ne de korku, ne yakınmak ne de övünmek! Başlangıç noktamız sadece ve sadece tarihsel özgül duruma odaklanmak ve bu durumun özgül niteliklerini anlamaya çalışmak yani gerçeklikle olduğu gibi karşı karşıya gelmek olmalı. Bu karşılaşma mücadelenin nesnel koşullarını duyurur ama şimdilerde proletarya devrimciliği için tamamlayıcı diğer boyut yani öznel koşullar üzerine daha fazla düşünmek zorundayız. Zira esas güçsüz yanımızı bu boyut teşkil ediyor olsa da bu güçsüzlüğü aşma yönünde samimi ve devrimci bir çaba bize tarihsel görevimizi yeniden hatırlatacaktır: “Kimi zaman işçiler galip gelir, ama yalnız bir süre için. İşçilerin mücadelelerinin gerçek sonucu hemen o anda elde edilen başarıda değil, işçilerin durmadan genişleyen birliğindedir […] Hepsi de aynı niteliği taşıyan çok sayıda yerel mücadeleyi ülke çapında tek bir sınıf mücadelesinde merkezileştirmek için gerekli olan da sırf bu bağlantıdır işte” (Komünist Manifesto). Bu bağlantıların geliştirilmesi ve merkezi bir güç olarak tesis edilmesi birincil görevlerimiz arasındadır. 

Bugünlerde sıkça duyduğumuz “ama düşman çok güçlü, tüm ekonomik, politik, ideolojik araçları elinde tutuyor” benzeri saptamalar neden ile sonucu tersine çevirerek geliştirilmiş olduğu için egemen ideolojinin etkisinde üretilmiş saptamalardır. Bu “sihir ve keramet halesi”ni dağıtmayı göze alamayanlar bu etkiden kurtulamaz. Elbette ki mesele en genel anlamıyla güç ve çıkar ilişkileri temelinde düşünülmeli. Ne var ki “güç dediğimiz şeyin ekonomik ve siyasal gelişmeye göre değiştiğini de unutmamalıyız. Olup bitenleri kavrayabilmek için, güçler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle hangi sorunların çözüldüğünü bilmek gerekir” (Lenin). Bu bilgiyi proletarya devrimciliğinin inşasındaki örgütsel, ideolojik ve stratejik yetersizlikleri gidermek için kullanmadığımız ölçüde güç haline dönüştürmeyeceğimiz de aşikar. “Devrime bağlılık, kararlılık, emekçi kitlelerin en geniş kesimleriyle bağlar kurma ve sıkılaştırma, doğru siyasal önderlik ve doğru siyasal strateji ve taktikler, gerçekten kitlesel ve gerçekten devrimci bir hareketin pratik faaliyeti” olmaksızın güç ilişkilerine yön vermeyi düşünmek hayalciliktir. “Komünistler icat etmez” ve bu nedenle de tarihsel ve güncel görevlerimizi yine tarihten ve güncel koşullardan hareketle geliştirmek zorundayız. Ama şunu da hatırlayalım; devrimciler “sadece hareketin geçmiş biçimlerini değil, geleceğini de temsil eder.”


  1. https://komiteler.org/2022/12/2023-ve-otesi-dunyada-savas-ve-darbogaz-zamanlari-ve-bunlara-karsi-mucadele/ ↩︎

Son Eklenenler