Cuma, Kasım 1, 2024

BM’nin IPCC raporu iklim değişikliğine dair ne demiyor?

Bu yazıda BM’nin IPCC’in 6. Değerlendirme Raporu’na 2. Çalışma Grubu’nun eki olan “İklim Değişikliği 2022: Etkiler, Uyum ve Kırılganlık” başlıklı raporu değerlendireceğim. Bu değerlendirme esnasında “kırılgan” kelimesinin bizleri, yani emekçi, işsiz, güvencesiz, geleceksiz olanları kast ettiğini düşünerek okuyabilirsiniz. “Kırılgan gruplar” olup olmadığımıza ve “uyum” meselesine ise yazının gidişatı içerisinde bakacağız.

Biraz sondan başa doğru gitmek istiyorum, yani bu kişilerin önerdiği reçeteyi önden paylaşıp sonra raporun içeriğine bakmak. IPCC 2. Çalışma Grubu Eş Başkanı Debra Roberts “…büyük şehirler, iklim değişikliğinin etkileri için sıcak noktalar olsa da küresel ısınmanın en kötü etkilerinden kaçınmak için gerçek bir fırsat da sunuyor. Şehirler büyümeye devam ettikçe yenilenebilir enerji sayesinde daha temiz enerjiyle ulaşım ve bina ısıtması, milyonlarca insan için yıkıcı iklim etkilerini sınırlayabilir. Dünya şehirlerini seferberlik için kilit noktalar olarak çok net bir şekilde işaret ediyoruz” diyor ve ekliyor: “En savunmasız insanlardan bazıları kıyı kentlerinde bulunuyor. Bu yüzden kıyılardaki kentsel gelişimi düzenleyerek seçeneklerinizi değiştirebilirsiniz” diyor rapora ilişkin değerlendirmesinde[1]. Bu reçete öncesinde şehirlerin iklim krizinden çok sert etkileneceğine de değiniyor. Zaten raporun karar alıcılara öneriler niteliğindeki kısmında da şehirlere oldukça odaklanan bir bakış var.

Bu odaklanmayı iklim krizi başlıklı sermaye akışında da sıklıkla görebiliyoruz. Yerel ve merkezi yönetimler kanalıyla yürütülen iklim krizi temalı pek çok proje ve buraya akan yeşil kapitalizm sermayesi mevcut ve bu projelerin tanıtımlarına baktığımızda kentsel nüfusun artacağı vurgusu ile birlikte kentlerdeki parklara, yeşil alanlara yönelik bir yatırım furyası dikkat çekiyor. Kent yaşamı ve bunun bizim için anlamı başka bir tartışma olmakla beraber kent kapitalizmin kendini var ettiği, yeniden ürettiği önemli bir meta. Dolayısıyla ondan vazgeçmek istememesi, iklim değişikliğinin olası etkilerini de kapitalist kenti riske atmadan kotarmaya odaklanması anlaşılır. Kapitalist kentleşme sürecinin, 18-19.yy dönemlerinin en önemli özelliklerinden birisi merkez ile çeperi altyapı vasıtasıyla birbirine bağlama işinin büyük ölçekte yapılması ve doğal kaynakların kenti beslemek adına merkezlere yönlendirilmesi. Bu durum kapitalizmin farklı evrelerinde değişen biçimlerde bir süreklilik içerisinde devam ediyor. İçinde yaşadığımız dönemde de kır-kent çelişkisi sürüyor ve önerilen pek çok “yeşil çözümün” (örneğin elektrikli araç, güneş paneli vb) kırsalda/çeperde maden açılması vs etkileri olacağını biliyoruz. Dolayısıyla burada kenti konsolide etme gayesi söylendiği gibi bütüncül bir iklim değişikliği derdinden çok bu sorunlarla birlikte kentteki sermaye akışını sürdürebilecek yeni yollar aramaktan geçiyor[2].

Bugün içerisinde yaşadığımız kapitalist kent mekanı ilk anından itibaren yoksulun, evsizin, çiftçinin, mülksüzün şerh düştüğü, meşruluğunu sorguladığı bir mekan oldu ama kapitalizmin kendini de bu mekanda üretip durmasından aldığı güçle bugüne kadar geldi. Toprağın sermayede bir meta olarak dolaşıma girdiği kentin kapitalistleşme sürecinde çeperde, kırsalda yaşayan halktan yana çokça itiraz, isyan kaydı arşivlerde mevcuttur. Fakat kapitalizm her döneminde kurumlarını da arkasına alarak bu itirazları kıyıda köşede bırakıp yoluna devam edebiliyor, bu esnada da gözden çıkaramadığı kadarımızı ikna etmek için türlü yollar kullanıyor. İçinde yaşadığımız dönemde de BM gibi oluşumların devletler ve şirketlerle uzmanları, akademiyi bir araya getiren zeminlerde ürettiği metinleri bu açıdan düşünmek gerekir. Bu yazıda tek bir rapor üzerinden bakacağım fakat burada bahsedilen her şeyin somut örnekler üzerinden analizi, ilişki ağlarının teşhiri, önerilerin somut sonuçları gibi başlıkların detaylı irdelenmesi derdimizi anlatabilmek açısından çok hayatidir. Dolayısıyla IPCC raporuna bakıp yorum yapmak adına Yeşil Kapitalizm dediğimiz  olgunun ancak çok küçük bir noktasını tutmak olabilir. Bu ölçekte en azından bize önerilen bunca şeyin tamamının masrafının yine bizim üzerimize yıkılıyor olması gibi basit somut gerçekleri düşünmeye başlayabiliriz. Nasıl bilimsel veriler ışığında hazırlanan deprem yönetmeliklerine ancak ve ancak sermayesi yetenler müteahhitler kanalıyla ulaşabildiyse, güneş panelleri, elektrikli araçlar gibi “çözümler” için de durum aynı olacak. İyi niyetle ehven-i şer demek, hiç yoktan iyidir diye düşünmek mümkün ve yaygın bakış açısı bu gibi duruyor. Peki, bu “hiç yoktan iyidir” ne demek, “hiç yok” dediğimiz şey nedir ve neden yoktur, razı edildiğimiz bu “sürdürülebilir” sürünme hali gerçekten bir şeyleri bir nebze de olsa düzeltir mi yoksa uzun vadede daha mı kötüleştirmektedir gibi soruların hepsini detaylı açmak lazım.

Bu ve benzeri raporların söyledikleri şeyler bilimsel olarak doğrudur. İklim değişikliği denilen şey olmaktadır ve sebebi sermaye devletlerinin daha çok kar etme arzusudur. Bu yüzden IPCC raporu ve benzeri metinleri okurken “bize ne demiyor?” diye sormak, onun bilerek demediğini aramak, sadece iklim değişiyor demekten öteye gitmek gerekiyor. Az önce dediğimiz gibi, kapitalizmin kentlere ihtiyacı var. Yine tarihe bakarsak sefaletimizin gün geçtikçe artması da bizlere kendiliğinden değişip bizim istediğimiz gibi bir gelecek vermeyecek. Kapitalizmin krizleri de durduğu yerde yok olup gideceği anlamına gelmeyebilir. Tam da BM’nin şu anda iklim değişikliği ile yaptığı gibi kendini sürdürmeye odaklı bir siyaseti sürdürerek krizi evirip çevirebilir. Tabii ki devam etmek için bize ihtiyacı vardır ama hem hepimize hem de bizim en iyi halimize ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla durumu kendimiz için iyi olacak bir şekilde değiştirme işini bizden başka yapabilecek kimse yok, bunun üzerine düşünmeliyiz. Bu noktada “ekolojik kriz” denilen duruma dair pek çok metin gibi bizi çok da düşünmeyen, başka siyasi alt metinler ve ajandalar kapsamında üretilen raporlardan birinin ürettiği söylemi ve bizi neye razı etmek istediklerini irdelemek basit de olsa bir giriş olabilir.

Rapora göre 2010-2020 arasında yaşanan sel ve fırtına felaketlerinde yoksul bölgelerde ölüm oranları 15 kat daha fazlaymış. Burada biraz tarihsel bir hat çizmek iyi olabilir. Zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki refah düzeyi farkı 1820’de 3 kat iken 1950’de 35, 1973’te 44, tam da çevre duyarlılığının söylemsel düzeyde arttığı son otuz yıllık süreçte 72 kat olmuş[3]. IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) 1988’de, yani 34 sene önce kurulmuş. Yani raporda sayıklanıp duran “yoksul ülkeler” bu dönemde kat kat yoksullaşmış. Bu esnada üçüncü dünya ülkelerinin borçları sekiz kat artarken kişi başına düşen gelir hızla düşmeye devam etmiş. Kapitalizmin ucuz emek sömürüsü için kentlere yığdığı nüfusun barınma sorunlarını çözmek gibi bir niyeti olmadığını bir milyar civarı insanın gecekondularda yaşamaya mahkûm oluşundan biliyoruz. En hızlı büyüyen 50 şehirden 40’ı deprem bölgesinde bulunuyor. 10 milyon insan ise sürekli sel tehdidiyle karşı karşıya olan bölgelerde yaşıyor. Kapitalist kentleşme ise doğası gereği zaten toprağın ve doğal kaynakların sermaye lehine gasp edilmesi, organize edilmesi ve bizlerin bu organizasyondan en az faydalanmamız şeklinde bir tarihe sahip.

Kent demek zaten yoksulluğun çoğunlukta olduğu bir gerçeklik demek. Buna ek olarak kıyı şehirleri/ deniz seviyesi altında şehirler uyarısı dikkatimizi çekiyor. Rapora göre 1 milyar insan deniz seviyesi altında yerleşimlerde yaşıyor, şehirler ve şehir dışı alanlar dahil. Benzer şekilde enformel yaşam alanları, dar gelirli yaşam alanları olarak belirtilen alanlarda iklim değişikliğinin etkilerinin çok daha sert yaşanacağı defalarca söyleniyor. Yani tam olarak da bir önceki paragrafta bahsettiğimiz üzere dünya nüfusunun çoğunluğunun bulunduğu kentlerden bahsediyor. Raporu okumak, takip etmek zorluyor insanı, bunun en önemli sebebi aşağı yukarı aynı şeyleri tekrar ediyor olmasından. Örneğin altyapı, sağlık, gıda erişimi sorunları pek çok maddede yineleniyor. Bu esnada uluslararası tedarik zincirlerinin ve doğal kaynak akışlarının bozulacağı uyarısını da yapıyor ve zaten eşit dağılım yokken daha eşitsiz bir durum oluşacak diyor. Çok yakında yaşanan ve bedeli emekçiye ödetilen gaz kesintilerini vs. düşünerek, bilgilendirme için teşekkürler diyerek okuyor insan. Ya da gig ekonominin yarattığı sefaleti, depo işçilerinin direnişlerini, çiftçilerin mahkum edildiği sefalet koşullarını bilerek.[4]

En baştaki açıklamayı hatırlarsak, seferberlik için kilit noktaları olarak kentleri işaret eden ve duymaktan usandığımız “bir şeyleri düzenlerseniz seçenekleriniz de değişebilir” şeklindeki sözde akıl verme (bunun siyasi bir metin olduğunu, bizim bu felakette ne yapacağımız gibi hakiki bir derdi olmadığını hatırlayarak) işi ne kadar akla yatkın düşünelim. Öncelikle raporun kendisine göre kentlerde mevcut kentleşme sorunları ile iklim krizi etkilerinin çakışması çok ciddi altyapı, barınma, gıda, sağlık vs gibi temel haklara erişim krizlerine sahne olacak. Yine rapora göre sıcak hava dalgalarının, hava kirliliğinin yoğun etkisini kentliler yüksek düzeyde görecek ve enformel barınma/ çalışma koşullarında yaşayanlar iklim krizi sonucu öngörülen toplu taşımaya, temiz suya, kanalizasyona, kentsel hizmetlere erişimde yaşanacak krizden en çok etkilenenler olacak. Pek tabii bizlerin bu bilgiye vakıf olabilmemiz için bu rapora ihtiyacımız yok. Evlerimizi ısıtamadığımız, elektriğe (eskinin rakamlarıyla) kira paraları verdiğimiz bir kışı çoktan yaşadık. Benzer bir hisle ısı kaynaklı ölüm oranları artacak bilgisine geçtiğimiz yaz tarımda, şantiyede, şehirlerde havalandırması berbat ofislerde mesai yapan kimsenin ihtiyacı var mı diye düşünelim. Dünya üzerinde ormanlarımızın pek çoğunun yandığı 2021 Ağustos ayında hepimiz “fiziksel ve mental sağlık üzerinde şiddetli olumsuz etkileri olacak” vurgusunu ciddi şekilde idrak etmiştik zaten. Dolayısıyla ne bu tür raporlarda ne de merkezi ya da yerel yönetimlerin billboardlarında güzel duran iklim krizi mücadelelerinde sahici bir yerimiz, önemimiz olmadığını çok iyi anlıyoruz gün geçtikçe.

Bu konuda hiçbir şey yapmayacağı çok açık olan BM raporunda tarihsel olarak sömürgeleştirilmiş ülkeler için de tüm bu etkilerin daha sert yaşanacağı bilgisi de mevcut. Kai Heron’un çok yerinde uyarısını hatılarsak: “başımıza gelecek en kötü şey soyumuzun tükenmesi değil. İklim krizinin dünyanın sonunu getirmektense mevcut süreçleri şiddetlendirmesi daha olası.”[5] Bu noktada, bu cümlenin “kriz” kavramıyla yükseltilen “sonumuz geliyor” telkinine önemli bir müdahale olduğunu düşünüyorum. Zira iklim değişecek, buna bağlı pek çok şey değişecek ve BM’nin “adaptasyon” kavramını kullanması tesadüf değil, çünkü bazı sınıflar bu duruma adapte olabilecek. İklim, savaş, yoksulluk gibi sebeplerle çoktan milyonlarca insanın göç yollarında, denizlerde canından olduğu bir dünyada iklim değişimine adapte olmayı gerektiren manevra alanına sahip olmayan çoğunluk ne olacak? Heron’un yazısının çok güçlü bir şekilde ifade ettiği üzere BM raporu dünyanın pek çok yerinde yoksulluğun, evsizliğin, sömürü ve mülksüzleştirmenin dibinde yaşayanlara kendi gerçeklerini bilimsel, bürokratik bir dille yeniden anlatıyor.

Burada önemli bir başka manipülasyon da tabii ki merkezi ve yerel yönetimlerin hatalarının bilimsel eksiklikten kaynaklandığı ama bu tür raporların ışığında bu sorunun çözülmesi ve işlerin “olması gerektiği gibi olması” umudunu inşa etmek. Rapor, politika yapıcılara tavsiyeler için yazıldığını iddia ediyor ama bu propaganda dünyasının dışında, milyonlarca insanın insanca bir hayat yaşamasına şu anda dahi karşılık gelemeyen kentlerin içinden metni okurken insan ortada tavsiye niyetinin dahi olmadığını rahatlıkla hissediyor. Metinde dahi felaket bir gelecek karşısında bize atılan sözde can yelekleri olan güneş panelleri, yeşil sokaklar, fotoğraflarda poz vermesi güzel olan ağaçlandırma etkinlikleri gibi ‘çözümlerin’ “karbon emisyonu durmazsa” hiçbir işe yaramayacağını söylüyor birkaç defa tekrar ederek. 1988’den bu yana küresel karbon emisyonunun %71’ini 100 fosil yakıt şirketinin gerçekleştirmiş olduğunu düşünürsek bu “durdurma” işini biz zaten üstümüze alınmıyoruz. Tarihsel emisyonların %52’sinden yine bu şirketler sorumlu. 1883 gibi erken bir tarihte bile küresel karbon salımının yarısından fazlasına Britanya sebep olmuş. Günümüzde 28 AB ülkesi %20, ABD %26 ve Çin %13’lük oranlarla iklim krizinin asıl failleri olarak öne çıkıyor[6].  Dolayısıyla raporun kapanışında vurgulamayı tercih ettiği “kamu bilinci” konusunda ne yapabiliriz, bir düşünmek gerekiyor. Zira biz yaşadığımız ve her geçen gün yükünü daha ağır hissettiğimiz gidişatın oldukça bilincindeyiz. Kaldı ki o kamu bilincinin karşılığı da tüm bu uygulamalar gerçekleşirse muhtemelen omzumuza binecek daha yüksek vergi yükü olacak. Burada bize ücretsiz içme suyu vaadi yok, ucuz toplu taşıma vaadi yok. Tüm hizmetlerin üzerine “ekolojik” etiketi eklendiğinde bunların fiyatının artacağını deprem yönetmeliğine uygun konutlar ile eskiler arasındaki akıl almaz fiyat farklarına bakarak tahmin etmek zor değil. Aslında bizim geleceğimize dair bir derdi yok. Daha ziyade yeni “kentsel hizmet/ ürün” tanıtımı yapıyor gibi, buna da “sonumuz gelmesin” diye ikna olmamız bekleniyor. Çözümler bunlar ise pek ala merkezi ve yerel yönetimler daha kârlı işleri bir kenara bırakıp vergilerimizle bize bu çözümleri sunabilir. Sunarlar mı sorusuna değinmiyorum. Bir “hiç yoktan iyidir” olacaksa en düşük seviyesinde bu olmalıdır demek istiyorum.

Sözde “tavsiyeler verme” konusunda bir başka “ilginç” nokta ise mevcut çözümleri “parçalı, küçük ölçekli, sektör odaklı ve sadece mevcut/ kısa vade etkileri odaklı” olmakla eleştirmesi. Bütün iş alanlarını ve kamu yönetimini parçalara bölüp birkaç senelik ve hatta artık o kadar bile olmayan sözleşmeler, projelerde oluşan bir kaosa dönüştüren sermaye siz değil misiniz diyesi geliyor insanın. Yine de bunu bir itiraf olarak kabul edebiliriz. Evet, BM’nin İklim Değişikliği Paneli doğru söylüyor, küresel ve yapısal bir sorunun çözümü bu şekilde olmaz. “Peki, nasıl olur?” diye soracak olursak, rapor bize kentsel adaptasyon için fizibilite, bürokrasi, finans, teknoloji ve kapasite kaynaklı sorunlar olmasa aslında olur diyor. Biz bu sorunlar bütününe zaten kapitalizm diyoruz ve tabii ki bunların olmadığı bir durumun kapitalizm koşullarında mümkün olmadığını da çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla bunu da bir itiraf olarak kabul edebiliriz. Evet, sunduğunuz hiçbir reçetede bize hayat yok. Sistemin semptomlarını kapatmaya yetecek bir reklam sloganı, kaçacak bir köşe kalmamış dememek için “politika yapıcılarla işbirliği ile çözeriz aslında” şeklinde bitiriyor. O politika yapıcılar kısmında da biz yokuz bu dünyada. Katılımcılık diyecek olan çıkacaktır pek tabii. Müteahhit olanlarımız belki bir nebze katılımcı olabilir kentlerin geleceğinde, kalanlarımız içinse hayatta kalma işi dışında pek bir katılım alanı yok. Kentsel dönüşümde pazarlık yapabilen sınıflar için deprem yönetmeliği “hiç yoktan iyidir” geri kalanımız içinse pek bir şey ifade etmez. Rapordaki pek çok öneri de bu çerçevede okunmalı. Sınıf için katılımcılığın yolu buralardan geçemiyor, rapordaki konumu ise “olumsuz etkilenecek” olan bir sabit!

Buraya bakarsak, “sınıf” BM raporunun dilinde “kırılgan gruplar” olarak ifade ediliyor diyebiliriz ve sınıf adına çizilen çerçeve olacak her şeyden daha beter etkilenilecek bir kabus. Peki bizler bu kırılgan gruplar telkinine ikna olacak mıyız? Biz emeğiyle bu dünyayı var edenleriz ama bu felaket senaryosu çerçevenin içinde felç olmuş bir şekilde durduğumuz sürece sermayenin gözden çıkarılabilir, yerine yenisi konulabilir bir “kırılgan grup” stoğu olmaktan öte gidemeyeceğiz. Bu noktada Walter Benjamin’i anarsak, iklim krizine dair bütün bu olağanüstü hal raporlarının ve benzer bütün bilimsel imajlı siyasi metinlerin yaşattıklarını bire bir etimizde, kemiğimizde hissediyoruz, olağan üstü hal bizlerin rutini ve yine Benjamin’in dediği gibi gerçek bir olağanüstü hali yaratmak bizlerin görevi. Görev olmaktan öte kaçınılmazı da diyebiliriz. Bir yandan bakınca dereleri için jandarmaların önüne kendini siper edenleriz, zeytinlerini canı pahasına savunan, Limak gibi koskoca şirketlere kafa tutan,[7] patronların şatolarının önlerinde “bize ait olan ne varsa alacağız!” diyenleriz. İnsanlık tarihi sömürüye karşı itiraz etmenin örnekleriyle dolu, bunu biliyoruz. Ama “kırılgan olmadığımızı” kendimize hatırlatmak için tarihe, arşivlere bakmak zorunda kalmayacağımız bir gücü, iradeyi inşa etmediğimiz sürece de salt bir hayatta kalma seviyesinde değişen iklimle ve Kapitalizmin türlü veçhesi ile tarihin nesnesi olmaktan kaçmamız mümkün olmayacak. Bütün bu karanlık tabloda suçlunun adını anmamak için atılan tüm taklaların boşa gittiğini, BM kuruluşu IPCC’nin dahi bu çözümlerin hiçbiri bu gidişi durduramayacak demesinden görüyoruz ama bunu görmenin ötesinde ne oluyor?

Raporun da ifade ettiği üzere iklim krizini aşmanın önünde “finansal, yönetişimsel, kurumsal ve politik kısıtlamalar” mevcuttur ve bu defalarca kez tespit edildiği üzere kapitalizmin ta kendisidir. Bütün bu gidişata “adapte olabilecek” gruplar dediklerinin adına sermaye, burjuvazi; her şeyin altında kalacak dedikleri gruba da “sınıf” diyoruz. Raporda gerekli kavram değişiklikleri yapılarak okunduğunda çıkan tek sonuç ise tabandan, kendimize ait bir mücadelenin kaçınılmazlığı oluyor. Kırılgan grupların nasıl “uyum sağlayacağı” sorusunun cevabı bizler için sefalet, bunu her geçen gün daha iyi anlıyoruz. Biz adaptasyon istemiyoruz, biz bu düzeni değiştirmek istemeliyiz.

“Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız “olağanüstü hal” istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir. (…) Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızım “hala” nasıl mümkün olduğuna şaşırmak felsefi bir bakış açısı değildir. Bu şaşkınlık bizi, herhangi bir bilgiye de götürmez, tek bir bilgi hariç: Kaynağındaki tarih anlayışının iler tutar tarafı olmadığı.[8]

Daha önce bahsettiğim cümleleri doğrudan alıntılayarak kapatayım. Hala geçerli olan bir ifadeyle, yirmi birinci yüzyılda bu yaşadıklarımızın hala nasıl mümkün olduğuna şaşırmak bizi bir yere götürmeyecek. Bu “şaşkınlık” bizim elimizi kolumuzu bağlıyor, durduğumuz yerin ne olduğuna, karşımızda olan şeyin, düşmanın ne olduğuna dair görüşümüzü bulanıklaştırıyor, bizi  bilimsel verilere dayanarak düzenin de istediği gibi “kırılgan” kılıyor. Ve tarihin akışını değiştirme görevini erteledikçe ertelediğimiz bir “adaptasyon”a mahkum oluyoruz. Bu “sürdürülebilir” sefalet karşısında, hayatın bizim olduğu bir durumu istemek gerçek dışı oluyor. Peki, yukarıda özetlediğim koşullarda açlık, kıtlık içinde yaşamaya adapte olmamızın beklenmesi mi daha gerçekçi? Birkaç güzide muhitte ya da zengin Avrupa kentinde birkaç yeşil sokak ve kent bostanı ile dünyanın kurtulması için aylar süren toplantılar, projeler, israf edilen zaman, dökülüp giden paralar mı daha gerçekçi? Ardı arkası gelmeyen çalıştaylarda, rulo rulo beyaz kâğıtlara yazılacak yaratıcı, parlak fikir post-it’lerinden fal bakmak kendi geleceğimizin iradesine sahip çıkmaktan daha mı akla yatkın? Evet, kapitalizm tarihsel bir olgudur ve var olmuş olduğu gibi sona da erebilir. Fakat bu raporlar gibi metinlerin bıkmadan usanmadan bize bunun imkansız olduğunu anlatır aslında. Bu propagandanın, mevcut siyasetlerin inanmamızı beklediği semptom bastırmaya bile gücü yetmeyen yara bantları bize ait bir geleceği inşa edebilir mi?

Bu sefaletin içinde daha da kötüleşecek koşullara nasıl da adapte olamayacağımızı raporlamak için harcanan bütçelerdir asıl akıl dışı görülmesi gereken. Çünkü bu adaptasyon sadece bazılarımız için hayata benzer bir şeye tekabül edebilir. 20 milyona yakın nüfusu olan bir şehirde yapılacak iki elin parmaklarını geçmez parkın bizi açlıktan, artan ölümcül sıcaktan ölmekten kurtaracağına inanmaktır asıl temelsiz olan. İklim krizi projelerinin birkaç park projesinden başka bir vaatleri yok. Bu esnada çoğunluk her saniyesi “kriz” olan bir gerçeklikte, bırakın geniş, ferah parkları, temiz suya, gıdaya erişemiyor durumda. Buna rapor “adaptation gap” yani uyum makası diyor. Biz buna sınıf çatışması diyoruz, biz buna sömürü düzeni diyoruz ve burada bizler için uyum sağlanacak hiçbir durum yok. Tam da bu yüzden kapitalist kentleşmenin içerisinde kiramızı dahi ödeyemez, buzdolabımızı dolduramazken bize yüzde otuzluk kira/gelir oranı reçetesi[9] sunan BM raporu boyunca tekrar edilen “kırılgan gruplar bu felaketten en büyük payı alacak” telkinine ikna olup bizi sömürenlerin bizi kurtarmasını beklemektir asıl ayakları yere basmayan. Kendimize ait bir gelecek inşası fikri, bir kısım üst düzey grupların afili toplantı salonlarında birbirilerine anlatıp durdukları yalanları elimizin tersiyle iten, tespit ve itirazın ötesinde her alanda, her yerde kendini var edip kök salarak güçlenecek bir örgütlenme iradesi gerçekçi olan tek kurtuluştur. Dolayısıyla kırılgan olup olmadığımızı BM raporu değil, bizim neleri yapıp yapmadığımız belirleyecek. Üzerimize boca edilen rıza üretimi metinleri dışında küçük büyük demeden bütün mücadelelerin içinde bir yol yürümenin gücüne ikna olarak ifade etmekten çekinmemek lazım. Evet, aklımız en başımızda halimizle zenginlik sürsün diye sefalete adaptasyonu değil kendi güzel geleceğimizi kuracağımız bir devrimi istiyoruz.


[1] https://gastroeko.com/2022/03/02/ipccin-2022-raporu-bize-ne-soyluyor/

[2] https://umutsen.org/index.php/adil-gecis-emek-ve-ekoloji-mucadeleleri-icin-mayin-tarlasi-aykut-coban/

[3] http://umutsen.org/index.php/emegin-ve-devrimin-ekolojisi-bizim-olani-geri-alacagiz/

[4] https://umutsen.org/index.php/migros-direnisi-gig-ekonomisi-ve-gida-egemenligi-uzerine-dusunceler-alican-boynak-umut-kocagoz/

[5] https://vesaire.org/basimiza-gelebilecek-en-kotu-sey-soyumuzun-tukenmesi-degil/

[6] http://umutsen.org/index.php/emegin-ve-devrimin-ekolojisi-bizim-olani-geri-alacagiz/

[7] https://umutsen.org/index.php/tek-bir-zeytin-dali-icin-dahi-direnecegiz-pinar-eren/

[8] Benjamin, W. Tarih Kavramı Üzerine. Son Bakışta Aşk. Metis Yayınları.

[9] Bir orandan bahsederken gelirin kendisini sorunsallaştırmamış oluyoruz, bu da eksik bir mekân politikasını kaçınılmaz kılıyor. Gelir uçurumu bu denli radikal durumda iken “hangi gelirin yüzde otuzu?” sorusunu sormazsak kent mekânının gelire göre ayrışmasına istemeden de olsa razı olmuş oluruz. Asgari ücretin yüzde otuzu mu, memur maaşının yüzde otuzu mu, üst düzey özel sektör yöneticisinin yüzde otuzu mu? Bu soruya göre şehrin bölge bölge maaşa endeksli olarak bölüneceğini öngörmemek imkânsız. Kirayı gelire oranla belirlemeyi savunmak, kent literatüründe soylulaştırma dediğimiz kavramı doğrudan meşru gören bir sonuca yol açar. https://e-komite.com/2021/kentlesiyoruz-ama-barinamiyoruz/

Son Eklenenler