Pazartesi, Aralık 2, 2024

Ukrayna, hangi savaş ve barış?

Ağlayan çocuk, yaralı kadın, patlayan bomba görüntüleri eşliğinde barışın aciliyetinden bahsediliyor. “Uygar“ Avrupa kapılarını açmış-siyahlar hariç-Ukrayna’dan gelecekleri bekliyor. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’den Avrupa Komisyonu Başkanı Leyen’e ve ülkemiz yöneticilerine kadar herkes üzüntülü yüz ifadeleriyle bu trajedinin bir an önce bitmesini istiyor. Sanki savaş öldürüyor da, barış ömrümüze ömür katıyormuş gibi…

İster savaş olsun ister barış; yoksullar tabur tabur, zenginler teker teker ölüyor. Ukrayna’da “insani koridor” açılmasını isteyenler, 2014’ten bu yana Akdeniz’i geçmeye çalışırken boğulan 20 bin göçmen[1]için üzülmediler bile. Onlar da Afrika’dan Afganistan’a, Yemen’den Irak’a savaşlardan kaçıyordu. Dünya Sağlık Örgütü salgın yüzünden 6 milyon kişinin öldüğünü söylüyor, gerçek sayıya ulaşmak için bunu rahatlıkla üçle çarpabiliriz. Eğer zengin ülke yönetimleri aşıda patenti kaldırsalar ve kendi yurttaşlarını birkaç kez aşılayacak kadar stok yapmasalardı, bu ölümlerin belki yarısı görülmeyebilirdi.

Savaş silahların patlamasından ibaret değil, asıl zenginin yoksula karşı bitmeyen saldırısıdır. Dünyanın en yoksul yüzde 50’si toplam gelirin yüzde 8,5’ini, en zengin yüzde 10 ise gelirin yüzde 53’ünü alıyor.[2] Durum, Türkiye’de de aynı. Deprem, yangın, iş cinayeti, tecavüz, hastalık, açlık, yersiz yurtsuz kalmak gibi ölümcül dertler bütün ülkelerin yoksulları arasında kol gezerken; çareler bir avuç zenginin elinde toplanmış. Savaş özel bir durum değil, kapitalist yaşam düzeninin olağan bir parçasıdır. Burjuva basınının olayı bire bin katarak aktarışının nedeni, bizi “barış” zamanlarının kangrenleşmiş yaralarına razı etme arzusudur. İşin tuhafı “insanlık, Marksizm, sosyalizm, ezilen halklar, güzel bir gelecek vs.” adına solun önemli bir bölümünün de bu barış korosuna düşünmeden katılmasıdır. Daha kısa süre önce kendi iktidarının savaşına karşı çıkan “Barış Akademisyenlerini”[3] bile bu kadar şevkle sahiplenmeyenler, şimdi ne oldu da bütün savaş kışkırtıcılarının dilinden düşürmediği “barış” sözcüğüne sıkı sıkıya sarılıyor? Bu, bağımsız siyasi güçten yoksun ve egemen ideolojinin peşine takılmış olmanın ifadesidir. Dünya siyasetinin trafik polisliğine soyunmadan, ordusuz generaller gibi ona buna akıl vermeye kalkışmadan, teori niyetine kimi ezberleri tekrarlamadan ve gelecek üstüne düşler kurmadan; bu durumun dışına çıkabilir miyiz?

Ukrayna savaşının bizim için başka bir anlamı daha var: emperyalist dünya düzenine yanıt ararken, Ekim Devrimi ile başlayıp Yeltsin’le biten tarihimiz üstüne daha çok düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Bunun için önce gerçekliğimizin ayırtına varmalı ve olayları dışarıdan izler gibi değil, yok sayılanlar, hiçleştirilenler, ezilenlerin de ezilenleri hizasından görmeliyiz. Tarihçi değil, devrimciyiz. Dünyayı hayallerle değil, ancak gerçeğin olanaklarından yararlanarak değiştirebiliriz. Bu yüzden tarihi öğrenmeye kendi tercihimize göre başlamak yerine, bir parçası olduğumuz gerçeklerin bizi yönlendirdiği doğrultuda yürümeliyiz. Bu sırada bizi gerçeğe sadık kalıp sonuna kadar izini sürmeye zorlayacak tek şey;  Rusya, Ukrayna, Türkiye ve bütün dünyaya yayılmış ezilenlerin sessiz öfkesidir.

Rusya Ukrayna’yı 24 Şubat 2022’de işgal etmeye başladı

Ukrayna savaşının ortaya çıkış koşulları

Ukrayna’da “çıkmaz” dememizin birkaç saat sonrasında savaş çıktı. Depremin olacağının kesin ama ne zaman gerçekleşeceğinin bilinemeyişine benzer bir durumda tahminde bulunduk ve yanıldık.[4] Sonuçta savaş bir tarafın iradesiyle başlıyor ama bitirilmesi için karşılıklı ve ortak irade gerekiyor. Rusya tarafının iradesini kimin temsil ettiği belli: Putin. Peki, Ukrayna’nın iradesini kim temsil ediyor? Bu ülkede adeta biri önde duran “gerçek” ve diğeri onu sürekli arkasından ileri doğru itekleyen “arttırılmış gerçek” misali iki ayrı irade var. Putin, öndeki Zelenski gerçeğine karşı somut olarak; ABD, İngiltere, NATO’nun arttırılmış gerçeğine karşı sanal bir savaş yürütüyor. Gerçek savaşta şehirler yıkılıyor, insanlar öldürülüyor. Sanal savaşta NATO’ya karşı nükleer silahların hazırlanması emri veriliyor ve komşu ülkeler Ukrayna uçaklarına havaalanlarını açarsa hedef haline gelecekleri tehdidi dile getiriliyor. NATO mu Rusya’yı bir savaş bataklığına çekiyor, yoksa Rusya mı NATO içi rekabetleri körükleyerek çatlakları büyütmeye çalışıyor? Geriye gidip, her şeyi önceden biliyormuş gibi değil ama anlamaya çalışarak gözden geçirelim:

Savunma amacı dışında savaşmak, kapitalizm açısından az maliyetle yüksek fayda sağlamak için yapılan herhangi bir iş gibidir. Ama eski sömürgecilik ya da dünyayı paylaşma rekabetinin dorukta olduğu emperyalizmin ilk dönemlerinde yaşamıyoruz, dolayısıyla kısaca “çıkarları için savaşıyorlar” demek, durumu anlamaya yetmiyor. İki paylaşım savaşı ve iki büyük devrimin ardından kapitalistlerin küresel ve ülkeler düzeyinde kendilerini koruma önlemleri aldığı ama düzenin yapısal kriz eğilimi yüzünden dönemsel/bölgesel bunalımların önüne geçemedikleri bir dünyada yaşıyoruz. Savaşa ve silaha yapılan her zamanki yatırımlar, bu koşullarda tekrar gözden geçirilerek ve yeni politikalar doğrultusunda arttırılıyor. Kâr oranlarının düşmesinden kaynaklı kriz eğilimi kapitalistleri sürekli yatırım maliyetlerini düşürmeye, düşük maliyetli ve yüksek kârlı alanlara yönelmeye ve buralardaki mülkiyet haklarını var güçleriyle korumaya zorluyor. Bu da adeta “hepsini al” mantığıyla tek seferlik büyük savaşlar yerine, sürdürülebilir küçük savaşlar çıkartmalarına zemin hazırlıyor. Üstelik silah fuarına dönüşen bu savaşları gördükçe, başka ülkelerin kaygılarıyla birlikte silah talebi de artıyor. Savaşlarla yakılıp yıkılan ülkeler ise, topraklarının ve iyice yoksullaşmış emek gücünün ucuza kapatılması karşılığı tekrar imar ediliyor. Ayrıca silah diğer dayanıklı tüketim malları gibi değil, tüketilmesi için ille de savaşmak gerekmiyor, tatbikatlar bile kârlı bir tüketim alanı. Dünyayı dolaşan savaş ateşinin, 2018’de ABD’nin orta menzilli füzeleri sınırlandırma anlaşmasından çekilmesinin[5], anlaşmalara rağmen devletlerin silahlanmayı sürdürmesinin arkasındaki yapısal nedenler bunlardır. Dolayısıyla yakın gelecekte daha da artabilecek kriz dinamiğinin etkisiyle iktidarlarını koruma kaygısına düşen kapitalist güçlerin, sınırlı ölçüde zarar veren taktik nükleer silahlar kullanılabileceğini de düşünmeliyiz.

Konunun siyasi boyutuna gelince: Yalnızca bu savaş değil, günümüzün belli başlı bütün sorunları bir ucundan ABD-ÇHC arası gerilimlerle ilişkilidir. Dolayısıyla bu iki ülke arası çelişkinin, küresel siyasi konjonktürde belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. ÇHC her ne kadar askerî güç bakımından ABD’nin gerisinde olsa da, ekonomik düzeyde bu ülkeyi yakalamış görünüyor. Dış politikada çatışmalara taraf olmama ve ülkelerin iç işlerine karışmama anlayışı doğrultusunda küresel etkisini arttırmaya çalışıyor. 2013’te başlattığı “Bir Kuşak ve Yol Projesi” bu politikaya dayalı bir uygulama olarak kabul edilmelidir. ABD buna ancak geçen yıl, İngiltere’de düzenlenen G7 toplantısında “Dünyayı Yeniden İnşa Et” adlı ve yetersiz olduğu gerekçesiyle eleştirilen bir projeyle yanıt vermeye çalıştı.[6] ABD daha çok Asya-Pasifik ülkeleriyle ikili ilişkiler üzerinden Çin’i kuşatmaya ve müttefiklerinin bu ülkeyle ticaretlerini sınırlandırmaya odaklanmış durumda. Bunun bir örneği geçen yıl görüldü; AB’nin 7 yıl süren görüşmeler ardından ÇHC ile büyük önem vererek imzaladığı ikili ticaret anlaşması, AB parlamentosunda onaylanmadı. [7] Bu sürpriz gelişmede Biden’ın başkanlık koltuğuna oturmasının ardından Trump’ın Çin’e dönük politikalarını daha da katılaştırmasının ve Avrupa ülkelerine bu yönde baskı yapmasının etkisi olduğu düşünülmelidir. Diğer bir örnek, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde Çin’i kuşatma politikalarına uyumlu davranmadığı gerekçesiyle Fransa’ya karşı alınan tavırdır. Avustralya hükümetinin Fransa ile imzaladığı nükleer denizaltı anlaşması iptal ettirilmiş, İngiltere ve ABD ile başka bir anlaşma imzalaması sağlanmıştır.[8] Bu yalnızca ticari rekabet amaçlı bir davranış değildir, Fransa’nın Asya-Pasifik bölgesindeki askerî faaliyetlere mesafeli durmaya zorlanması anlamı da taşır.

Doğal olarak Rusya da küresel siyasetin bu temel belirleyenine uygun davranıyor ve Çin’e yakın duruyor. Putin ve Çin Devlet Başkanı Şi, Pekin Kış Olimpiyatları öncesi ortak açıklamalarında adeta Ukrayna savaşına ilişkin politikalarının ipuçlarını vermişlerdi.[9] Kısaca yeni bir döneme girildiğini belirtiyor ve ABD’nin iki ülkeyi kuşatmaya çalışmasını eleştirerek aralarındaki dostluk ilişkisinin soğuk savaş döneminden daha üstün olduğunu vurguluyorlardı.

NATO Ukrayna’da iç savaş çetesi neo-nazileri kullanıyor

Ukrayna savaşında ABD-ÇHC çelişkisi ekseninde, ABD-İngiltere koalisyonu öncülüğündeki NATO ile Rusya karşı karşıyadır.  NATO 1949’da Sovyetlere karşı kurulmuş bir dış savunma örgütü değil, asıl olarak dünya halklarını ezmek, sömürmek ve devrimlerin önünü kesmek amacıyla ülkelerin içinden çalışan bir saldırı örgütüdür. SSCB dağıldığı halde NATO’nun misyonunu sürdürerek eski Sovyet topraklarına doğru genişlemeye devam etmesi, bu amacın somut ifadesidir. ABD’nin girişimleriyle bugüne dek, eskiden sosyalist olan 14 ülke NATO’ya katılmıştır. 2008 Romanya zirvesinde Ukrayna ve Gürcistan ittifaka alınmak istenmiş ama Almanya ve Fransa karşı çıktığı için bu gerçekleşmemiştir.[10] Ukrayna’nın NATO’ya katılmak isteyişini saldırgan bir tutum olarak değil de “bir ülkenin kendi tercihi, kim ne karışır” misali değerlendirmeler, en hafif ifadeyle siyasi aymazlıktır. NATO destekli darbeler ve iç savaş çetelerine rağmen, ülkemizin son üç kuşak devrimcileri bu siyasi gerçekleri binlerce can bedeli dile getiriyor.

ABD, savaşın yol açtığı gerilimleri Fransa ve Almanya’nın yanında yer alması ve NATO içi çatlakların giderilmesi için kullanmaya çalışıyor. Bunu başarabilirse Rusya’yı daha kolay baskı altına alacak ve ÇHC’yi kuşatmasına engel olabilecek bir güç olmaktan çıkartacaktır. ABD küresel hegemonyasını sürdürebilmek için bu amacına şu ya da bu yoldan ulaşmayı tekrar tekrar denemek zorundadır. Çünkü geri adım atarsa yalnızca hegemonyasını kaybetmeyecek, bugüne kadar dünya halklarını ezip sömürerek elde ettiklerinin hesabı sorulmaya başlanacak ve hızla yıkıma sürüklenecektir. Dünyada 2020’de silahlanmaya harcanan yaklaşık 2 trilyon doların 758 milyarının bu ülkeye ait oluşu boşuna değildir.[11] Buna karşılık Rusya’nın silahlanma harcamaları genellikle ABD’nin onda birinden daha az olsa da Sovyet döneminin mirası silah teknolojisi sayesinde dünyada ABD ile savaş alanında boy ölçüşebilecek tek güç durumundadır. Bu koşullarda ABD uzun yıllardan bu yana Rusya’yı kuşatmaya ve Rusya da ABD’nin bu girişimini elindeki güçle durdurarak bölgesel konumunu korumaya çalışıyor. Genel durum açısından ABD ve NATO saldırı, Rusya savunma pozisyonundalar. Rusya Ukrayna’yı yalnızca NATO’ya katılmak için yanıp tutuşan ülke yönetimine bir ders vermek için işgal etmiyor, aynı zamanda ABD’nin uzun süredir izlediği kuşatma politikasına kesin sınır çekmeyi de amaçlıyor. Dolayısıyla bu savaşın biri NATO’ya, diğeri Ukrayna yönetimine dönük iki hedefi var. Putin halka seslendiği 21 Şubat konuşmasında NATO’dan taleplerini şöyle sıraladı: “Birincisi, NATO’nun ileride genişlemesinin engellenmesidir. İkincisi, NATO’nun silah sistemlerini Rus sınırlarında konuşlandırmaktan vazgeçmesidir. Son olarak, ittifakın Avrupa’daki askeri potansiyel ve altyapısının, ‘Rusya-NATO Anlaşması’nın imzalandığı 1997 yılındaki haline getirilmesidir.”[12] Ukrayna’dan talepleri ise 1) Donbas’ın bağımsızlığının tanınması, 2) Kırım’ın Rusya’ya ait olduğunun kabul edilmesi, 3) Ukrayna’nın hiçbir askeri ittifakta yer almayacağının anayasasına yazılması.

Bu talepler, dünyada hüküm süren devlet düzeni çerçevesinde meşrudur. Devletler kendi güvenliklerini canlarının istediği gibi değil, komşularının güvenliğini tehdit etmeden sağlarlar. 1962 Küba krizi bu uygulamanın çarpıcı örneklerinden biridir.  SSCB Küba’ya balistik füze yerleştirmiş, ABD bunu tehdit olarak gördüğü için hemen sökülmelerini istemiş, SSCB Türkiye’ye yerleştirilen benzer nitelikteki füzelerin sökülmesi karşılığı bunu yapacağını belirtmiş ve taraflar anlaşıp silahlarını geri çekerek sorunu çözmüşlerdir.

Bu ve sonraki olası çatışmalardan ABD üstün çıkarsa, emperyalist dünya düzeni tek merkez altında devam edecek. Rusya amacına ulaşırsa, birden fazla gücün rekabet ettiği bir dünya düzeni geçerli olacak. Dünya ezilenlerinin baş düşmanı ABD ve NATO’dur. Gelişmelerin çok kutupluluk yönünde ilerlemesi bizim açımızdan olumludur. Ancak savaş bölgesinde, ülkemizde ve dünyada bu siyasi gerçeklerden toplumsal pratiği etkileyecek ölçüde yararlanabilecek bir devrimci, komünist ya da Marksist gücün olmayışı da başka bir siyasi gerçektir. Bu yüzden yapılan birçok değerlendirme gibi burada söylenenler de ideolojik etki yaratma sınırları ötesine geçmiyor. Bu da bizi başka bir sorunla yüz yüze bırakıyor. Bir yandan düşüncelerimizin bugün için pratik bir karşılığı olmasa bile başka zaman ve yerde kullanılabileceğini hesaba katarak doğruluğa önem vermeliyiz. Diğer yandan tefriti ifrata vardırıp, doğruculuk üstünde tepinerek genel doğrular vaaz etmeyi bir siyaset pratiği haline getirmemeliyiz. Materyalistiz; düşünceleri düşünen varlıktan ve insanları toplumsal varoluş koşullarından ayrı ele almıyoruz. Tüm zamanlar ve yerlerde geçerli olduğu iddiasıyla savunduğumuz fikirlerimiz yok. Hangi savaş ve barıştan bahsettiğimizi belirtmeden “savaşa hayır, barış hemen şimdi” demek, somut koşullarda güçlüye hizmet eder ve bu ABD’dir.

Putin’in Rusyası

Putin, bugünkü Rusya’nın mimarıdır. Elbette dünya siyaset sahnesine kendi kendini kolundan tutup getirmedi, Sovyetler Birliği’nin dağılışının ardından yaşanan toplumsal kargaşa döneminde, devlet kalıntılarının kendi içinden çıkardığı bir siyasi seçeneğin temsilcisi olarak önümüze geldi. O bugün yaptıklarını her ne kadar Çarlık Rusyası ile ilintili amaçların hayata geçirilmesi gibi göstermeye çalışsa da, bu yalnızca dayandığı toplum kesimlerini Rusçu, baskıcı, tutucu kimlik altında birleştirerek siyasi güce dönüştürmek için yararlandığı ideolojik bir söylemden ibarettir. Putin her ne yapıyorsa öncelikle SSCB’den kalan zengin tarihsel miras koşullarında, emperyalist dünya düzeninin olağan işleyişinin-tüm siyasi iktidarlar gibi ona da irade dışı-sunduğu hizmetler yardımıyla ve baskı altında tuttuğu emekçi kitlelerinin sömürülüp yoksullaştırılması karşılığı biriktirilen sermaye ile gerçekleştiriyor.

Burada elbette SSCB değerlendirmesi yapmaya kalkışacak değiliz, yalnızca Sovyetler sonrası ülkelerde yaşananları anlamayı zorlaştıran bazı önyargılardan kurtulmamız gerektiğini hatırlatacağız. Çünkü bunlar günlük mücadelelerimizi olumsuz etkiliyor.

SSCB’nin bürokratik ve otoriter devlet yapısı yüzünden dağıldığını söylemek yaygın bir kanıdır. Ve bunun ayrılmaz bir parçası da Stalin eleştirileridir. Otoriterliğe karşı çıkmak haklı olabilir ama bu her karşı çıkış düşüncesinin doğru olduğu anlamına gelmez. Toplumsal yaşamın sürebilmesi için şöyle ya da böyle bir otorite gereklidir. Unutulmasın ki SSCB otoriter yönetim altındayken değil, 1985-91 arası Gorbaçov yönetiminde ve geçmişin baskıcı uygulamalarına son verip demokratik bir düzen yaratma denemeleri sırasında dağıldı.[13]

Genellikle söylendiği gibi dağılmanın nedeni Afganistan yenilgisi değildir, SSCB yenilmedi, Gorbaçov politikaları gereği ve 1988’de iktidar Afganistan Demokratik Halk Partisi’ndeyken ülkeden çekildi. Mücahitler Kabil’e ancak 1992’de girebildiler. (Taliban ise iktidarı 1996’da Mücahitlerden aldı.) Bu sırada SSCB başta Afrika Boynuzu olmak üzere dünyanın pek çok yerinden askerlerini çekti. Birlik üyesi ülkelere yardımlar kesildi. Doğu Almanya’ya talep ettiği halde yardım yapılmayarak, Batı Almanya ile birleşmesi desteklendi. Körfez Savaşı’nda Saddam’a yardım edilmedi. Ülkede “demokratikleşme” adı altında atılan adımlar sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği ve temel gereksinimleri karşılamak bile zorlaştığı için otorite boşluğu oluştu. Yolsuzlukların üstüne gidilse de sorumluları cezalandırılamadı. Önce Ağustos 1991’de Ukrayna ve ardından diğer ülkeler birlikten ayrılmaya başladılar. Dünyada liberalleşme rüzgârları eserken, aralarında eski KP üyesi yöneticilerin de yer aldığı pek çok fırsatçı, yapılan özelleştirmelerden yararlanarak kamu kurumlarını ele geçirip ülkelerini yağmaladılar.

Dağılmaya yalnızca SSCB’yi yönetenler değil, Batı ülkelerinin yöneticileri de hazırlıksız yakalandılar. Belki bunun şaşkınlığıyla, belki o yıllarda dünya ekonomisinin nispeten iyi durumda oluşunun rehavetiyle; Rusya 1994’te “Barış için Ortaklık” programına dahil edildi. 1997’de NATO ile Rusya arasında “İkili İlişkiler, İşbirliği ve Güvenlik Kurucu Senedi” imzalandı. Ancak 1999 sonrası bu politikalardan dönülerek eski sosyalist ülkeler NATO’ya alınmaya başlandı. Ve Putin’in yıldızı bu yıllarda parladı.

Putin Rusyası toplam sayısı 85 olan merkeze bağlı il ve çeşitli özerk yönetimlerin bir araya gelişinden oluşan bir federasyon. Stratejik açıdan önemli işletmeler kamuya ait. Özel sektörün önemli kişileri iktidarla yakın ilişki içindeler. Toplumda egemen kılınmaya çalışılan ideoloji Rusya ve Ortodoks Kilisesi değerlerine saygılı olmak. Buna uyanlar, Çeçenistan ve Azerbaycan gibi dinsel ve etnik özellikleri farklı olsa bile federasyonun muteber üyesi kabul ediliyor.  Yüze yakın etnik topluluğu çatısı altında toplayan bir devletin Rusya kimliğine önem vermesi çelişki olarak görülebilir. Bu SSCB devlet düzeninden kalma bir tutumun resmî ideolojiye dönüştürülmesi olarak düşünülmelidir. Bilindiği üzere Sovyet çatısı altında yer alan bütün ülkelerde Rusça ikinci dildi, Kiril alfabesi kullanılıyordu ve bu ülkelerin yönetim kademelerinde Ruslar da yer alıyordu. Putin, son dönem Sovyet yöneticileri gibi devletin bu geleneksel tutumunu yok saymak yerine, resmî ideolojiye dönüştürerek yönetiminin dayanağı haline getirdi. Diğer ulusları birliğe dahil etmek için baskıyla Ruslaştırmaya çalışıp düşmanlar yaratacağına, aralarında yaşayan Ruslara ve Rus kimliğine ait öğelere saygı göstermelerini istiyor. Buna uyanlar için sorun yok, uymayanlar cezalandırılıyor. Böylece topluluklar üzerinde siyasi hegemonya oluşturuyor. Örneklerini 1990’da Moldova’dan ayrılarak bağımsızlığını ilân eden Transdinyester’in korunmasında, 2008’de Gürcistan’a müdahale ederek Abhazya ve Oshetya özerk bölgelerinin oluşumunda, 2014’te Kırım geri alınırken ve son olarak Donbas’ta gördük. Anlaşmazlık yaşadığı yönetimlere karşı çıkanları destekliyor, buralarda Rusya pasaportu dağıtıyor, ekonomik yardımda bulunuyor ve bu yörelere herhangi bir baskı geldiği zaman “yurttaşlarını koruma” gerekçesiyle askerî müdahaleler yapıyor.

Rusya’da Putin’in devlet başkanlığında ve göstermelik parlamentoya sahip bir yönetim yapısı var. Geçtiğimiz Eylül ayında Putin’in partisi Birleşik Rusya, Duma alt kanadının seçimlerinde oyların yüzde 49’unu alarak birinci oldu. Düzenin ikinci büyüğü ve “majestelerinin muhalefeti” rolü oynayan Rusya Federasyonu Komünist Partisi (RFKP) oyların yüzde 20’sini aldı. Putin’in muhalifleri genellikle hapiste ya da ölü. İktidara geldiği 2000 yılından bu yana Rusya’da 21 gazeteci öldürüldü. Rusya’da sol hareket var ancak Troçkist, Stalinist, Anarşist, bağımsız gruplara bölünmüş halde ve zayıf bir durumda. RFKP Putin’in Ukrayna politikasını bütünüyle desteklerken[14], bunun dışında kalan sol kesimler büyük ölçüde işgale karşı çıkıyor. Sol Cephe, Alternatif Sol, Otonom Hareket ve RFKP içinde Putin’in desteklenmesini eleştiren “sol yurtseverler” adlı bir grup savaşa karşılar ve kitlesel bakımdan zayıf olsa da yaygın olarak yapılan eylemleri genellikle bu çevreler örgütlüyor.[15] Baskıya rağmen kendi iktidarının açtığı savaşa karşı çıkan sol yapıların bu tutumu değerlidir.

Rusya’da savaş karşıtları sokakta

“Rusya emperyalist mi” tartışması

Rusya’nın emperyalist olup olmadığı üzerinden Ukrayna’da “emperyalist bir paylaşım savaşı” yapılıp yapılmadığı tartışılıyor. Hazal Yalın “Rusya emperyalist değildir” diyerek, paylaşım savaşı yapılmadığı yönünde görüşler ifade ediyor. Karşı fikirdeki Mustafa Sönmez ise Rusya’nın emperyalist olduğunu ve paylaşım savaşı yapıldığını söylüyor.

Hazal Yalın “Bir yanlış bütün doğruları götürebilir” başlıklı makalesinde[16] Rusya’nın sermaye ihraç edebilecek güçte olmadığını, meta ihracatçısı oluğunu ileri sürerek, “ Rusya, hiç değilse Leninist emperyalizm teorisine göre (biricik bilimsel emperyalizm teorisi, hâlâ budur) emperyalist değildir” diyor. Buna karşılık Mustafa Sönmez de bu ülkenin son 20 yılda küresel kapitalist düzene nasıl katıldığını ortaya koyarak “Bir kapitalist, hatta emperyalist olarak Rusya” makalesinde[17] Rusya’yı “yeni emperyalist güç” olarak nitelendiriyor. Yalın’ın ileri sürdüğünün tersine, Sönmez’in makalesinde Rusya’nın yalnızca meta ihracatçısı olmadığı ve sermaye de ihraç ettiği, bazı kalemlerde dünya tekeli durumunda olduğu belirtiliyor. Sönmez, Ukrayna’da yaşanan durumun “küresel kapitalizmin paylaşım kavgası” olduğunu vurgulayarak şöyle diyor: “Demokrasiyi NATO’culukta arayanlar da Rusya’nın işgalini onaylayan ya da hayırhah tutum içinde olanlar da özünde, küresel kapitalizmin paylaşım kavgasına bilerek ya da bilmeyerek taraf olmaktalar.”

Rusya emperyalist bir devlettir, buna şüphe yok. Ancak savaşları tarafların ekonomik yapısına bakmakla yetinerek değil, siyasi konjonktürdeki yerlerine göre değerlendirmek gerekir. Sönmez, Yalın’ın Rusya ekonomisine ilişkin değerlendirmelerinin yanlışlığını makalesinde ortaya koyduğu verilerle gösteriyor. Ama o da Yalın’ın hatasını tekrarlayarak, ülkenin ekonomik yapısından hareketle siyasi sonuç çıkartıp savaş hakkında değerlendirme yapıyor. Gerçeği anlamamızı zorlaştıran bu tutumlar üzerinde kısaca duruyoruz:

Yalın başka yazılarında da değişik biçimlerde ifade ettiği üzere Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini ve NATO ile yaşadığı çelişkiyi bir “emperyalist paylaşım kavgası” olarak değil, ABD ve NATO’nun emperyalist tehditlerine karşı Rusya’nın kendini savunması olarak görüyor. Ve bu düşüncesini, Lenin’in emperyalizm teorisinin yanlış yorumu üzerinden ileri sürdüğü “Rusya emperyalist değildir” teziyle temellendirmeye çalışıyor. “Rusya sermaye ihraç etmediği için emperyalist değildir ve zaten emperyalist olmadığına göre tarafı olduğu çatışma da emperyalist bir rekabet olarak düşünülemez” demeye getiriyor. Yani savaşı siyasi çelişkilerin niteliğine göre değil, Rusya’nın ekonomisine bakarak tanımlıyor.

Buna karşılık Sönmez de doğru biçimde Rusya ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki yeri üzerinden yaptığı değerlendirmelerle bu ülkenin emperyalist olduğunu belirtiyor. Ancak o da Yalın gibi ekonomiden siyasete düz bir hat çekerek, Ukrayna savaşını “paylaşım kavgası” olarak nitelendiriyor ve Rusya’nın işgaline karşı “hayırhah bir tutum içinde” olanların bile bu kavgaya taraf olduklarını vurguluyor.

Bu tartışmada iki noktada karışıklık yaşandığını görüyoruz: Birincisi her iki taraf da ülkenin ekonomik yapısına bakarak siyasi sonuçlar çıkartıyor. Bunlar birbirlerine zıt yönlerde olsalar da önemi yok, asıl üzerinde durulması gereken ekonomiden siyasete yaptıkları sıçramanın yanlışlığıdır. Çünkü siyaset bu yolla belirlenebiliyorsa, “siyasi strateji, taktik, güç biriktirme, yığınak yapma, siyasi hazırlık vb” konularda kafa yormanın anlamı kalmıyor ve siyasetin sorunlarını çözmek için ekonomiyi odaklanmak yeterli oluyor.

İkinci karışıklık ise, Lenin’in “emperyalizm” kavramı ile çeşitli yerlerde sıfat olarak geçen “emperyalist” sözcüğünün birbirleri yerine kullanılmasıdır. Emperyalizm bir ülkenin ekonomik yapısını tanımlamak için değil, kapitalizmin dünya düzeni haline geldiğini ifade etmek amacıyla kullanılan bir kavram. Öte yandan bir ülke, devlet, eylem vb. için sıfat olarak “emperyalist” denebilir, ikisi aynı şey değildir. Lenin emperyalizm döneminde daha önce meta ihraç eden ülkelerde artık sermaye ihracının belirleyici hale geldiğini söylerken “emperyalizm yalnızca sermaye ihraç eden ülkeleri kapsar” demiyor, “kapitalizmin en yüksek aşaması” diyor. Kitabın yazıldığı yıllarda (1916) ekonomisi sermaye ihraç edebilecek kadar gelişmiş ülkelerin sayısı iki elin parmaklarını geçmediği ve sermaye ihracıyla ilgili veriler bu ülkelere ait olduğundan, genellikle emperyalizm olgusu ve emperyalist ülkeler birbirine karıştırılıyor. Devamında, dünyadaki çeşitli emperyalist uygulamalar sanki gelişmiş ülkelerin yoksul ülkelere dönük dış politikasıymış gibi yorumlanıyor.

Örneğin sermaye ihracı kapitalizmin işleyişinin zorunlu sonucu olarak değil, zengin ülkelerde biriken sermaye fazlalığını yatırıma dönüştürecek yer aramanın eseri gibi düşünülüyor. Oysa yatırımların bir ülkeyle sınırlı kalması, kâr oranlarının düşme eğilimi yüzünden er geç o ülkede bunalıma yol açıyor. Bundan kurtulmanın çaresi, dünyayı bir yatırım alanı olarak görüp sürekli daha kârlı bölgelere yönelmek. Bu sırada sermaye nakit paradan ibaret değil, aynı zamanda bir toplumsal ilişki biçimidir. Dolayısıyla üretim aracı, üretici güç ve üretim ilişkisinin belli bir biçimidir. Bu nedenle Rusya’nın Türkiye’ye nükleer santral kurmasıyla buğday satması aynı “meta ihracı” kapsamında ele alınamaz.

Günümüzde sermaye ihracı, kapitalizmin küresel gelişmişliği nedeniyle sıradan bir olgudur. Emperyalizmi ülkelerin toplumsal-ekonomik yapısıyla karıştıran ve buna göre politika belirlemeye çalışanlar bu gerçeğin içinden çıkamadıkları için “altemperyalizm” kavramını kullanıyorlar. Bu çerçevede Türkiye, BAE, Suudi Arabistan, Hindistan vb. sermaye ihraç eden orta büyüklükteki kapitalist ülkeleri bu sıfatla anıyorlar.

Kapitalizmin bugün küresel bir düzene dönüşmesinin nedeni, ortaya çıktığı andan itibaren gösterdiği sınırsız yayılma eğilimidir. Bu bir iradenin değil, taşıdığı çelişkilerin yol açtığı dinamiğin olağan sonucudur. Bu sırada gösterdiği kendini yeniden üretme yeteneği, ücretli emek-sermaye ilişkisine dayanır. Bu ilişkinin gücü ise, karşılaştığı bütün toplumsal ortamlara uyum sağlayabilmesinden kaynaklanır. Örneğin kapitalizm İngiltere’de özel mülkiyetin kutsallığına, Rusya’da devletçiliğe, ÇHC’de sosyalizme, Norveç’te şirket yönetimlerinde yüzde 40 kadın kotasına, Afganistan’da Taliban’a saygılıdır. Emperyalizm, Batı Avrupa’dan başlayan kapitalizmin doğal olarak bir dünya düzenine dönüşmesinin adıdır. Bunun kitaptaki özelliklerini tek tek ülkelerde arayarak “emperyalist mi değil mi” diye karar vermeye çalışmanın işgüzarlıktan öte bir anlamı yoktur. Bütün kapitalist ülkeler ister sermaye ihracı, ister çeşitli siyasi girişimler bakımından olsun emperyalist özellikler gösterebilirler. Emperyalist sıfatını bu tekil özelliklere bakarak kullanmak yerine, ülkelerin küresel kapitalist işbölümü ve hiyerarşi içindeki yerlerine bakmak ve buna göre karar vermek daha uygundur. Ekonomik, siyasi, askeri, kültürel, ideolojik açılardan dünyayı etkileyebilenler emperyalist sıfatını hak ediyorlardır. Rusya da böyle bir ülkedir.

Rusya’da kleptokrasi mi var?

Rusya’ya ilişkin yanıltıcı değerlendirmelerden biri de ülkede “kleptokrasi” (hırsızlar rejimi) olduğu iddiası. Ahmet İnsel ve Barış Özkul’un “Emperyal Rus Yayılmacılığının Ukrayna İşgali” başlıklı makalesinde geçen “…adım adım inşa edilen Rus kleptokrasisi… kleptokrasiyle yönetilen…” gibi ifadelerde bunu görmek mümkün.[18]

Marks “mülkiyet hırsızlıktır” diyen Proudhon’a karşı “çalacak bir şey olması için önce bunun üretilmesi gerekir” diyor. Kleptokrasi için bundan daha fazlası gerekir. Eğer hırsızların sürekli çalarak yaşamasına yeterli üretim düzenli biçimde yapılmazsa, başında oldukları yönetim çabuk yıkılır. Üstelik bu üretimin, hırsızlar için üretenleri de hayatta tutacak yeterlilikte olması gerekir. Rusya’daki toplumsal yapıya “kleptokrasi” demek belki yöneticilerin sürekli hırsızlık yaptığını anlatabilir ama düzenin kendini nasıl yeniden ürettiğini açıklamaz. Biz bu yapıya kısaca “kapitalizm” diyoruz ve varlığını yalnızca Rusya’daki çabalarla değil, dünya düzeninin bir parçası olarak sürdürdüğünü düşünüyoruz.

Geç kapitalistleşmiş ülke yönetimlerini hırsızlık, yolsuzluk, rüşvetçilik, klientelizmle nitelendirmek, genellikle emperyalist çevrelerin bakış açısını yansıtır. Böylece oralarda yaşanan sefaletin asıl sorumlularının kendileri olduğu gerçeğini görünmez kılarak, suçu o ülke yöneticilerine atarlar. Ve bu “kötü” yöneticilerden son kullanma tarihi geçenler olursa, hemen gizli banka hesaplarını ve geçmişte karıştıkları suçları el altındaki medyanın manşetlerine taşıyarak itibarsızlaştırır, yeni işbirlikçilerinin iktidara gelmesine yardım ederler. Toplumların ancak uzun bir demokrasi deneyimi sonrası sosyalizme geçeceğini sanan sol liberaller de bu konudaki tezler ve bayat haberlerin üstüne atlayarak görevlerini yerine getirirler.

Şunu belirtmek gerekir: SSCB’de Gorbaçov iktidarında başlayan ve Yeltsin iktidarı altında artarak süren özelleştirmeler kapitalizmi restore etmek için değil, 1980’den beri ABD ve İngiltere’nin bütün kapitalist ülkelere dayattığı neoliberal politikalar doğrultusunda yapıldı. Türkiye’de “2. Cumhuriyetçiler” tarafından da sık sık dile getirildiği üzere bu tutumun ideolojik gerekçesi şunlardı: 1) Eğer üretimde devlet tekeli sona ererse rekabet artacak, bu da üretim kalitesi ve miktarının yükselmesini sağlayacak. 2) Ekonomideki özgürleşme topluma da yansıyacak ve demokrasi gelecek. Tabi bu safsatalar hiçbir yerde gerçekleşmedi.

Türkiye, Sudan, Yemen, Mısır, Suriye gibi devletçi ekonomilerde, özelleştirilen kamu mallarının ilk müşterileri iktidarlara yakın kişiler oldular. Özelleştirme yapan iktidarlar hem güvenlik gerekçesiyle, hem de ülkenin yağmalanmasından kendi bürokratlarının pay alması amacıyla bu tutumu desteklediler. Örneğin Türkiye’de özelleştirmelerle çete faaliyetlerinin nasıl iç içe geçtiğine 90’lı yıllar boyunca tanık olduk. Mısır’da özelleştirilen kurumların müşterileri, ülke ekonomisinin bugün bile önemli bir bölümüne sahip olan ordudan emekli generaller oldular. Suriye’de birçok devlet şirketini Esat ailesi ve yakınları aldılar. Ve Rusya’da da farklı olmadı, bugün “oligark” denilen kişilerin yükselişi 90’lı yıllarda böyle başladı. Daha sonra Putin devlet otoritesini yeniden kurarken bunların uyumsuz davrananlarını tasfiye etti ve önemli sektörleri özelleştirmeye kapatarak, bütün kurumların başına güvendiği kişileri getirdi. Ve ülke dışındaki ticari girişimlerini kendine bağlı oligarklar aracılığıyla yürütmeye başladı. Oligarklara yıllarca kapılarını açıp yatırım kolaylıkları sağlayarak Rusya’daki sömürüden pay alan Batılılar, bugün fırsatçılık yaparak bu kişilerin servetine çökmeye çalışıyor. Rusya’daki toplumsal yapıyı “kleptokrasi” olarak tanımlayanlar da, adeta bu çöküş eylemine ahlaken haklılık kazandırıyor. Rusya’da oligark var da Ukrayna’da yok mu? Hırsız çalarsa ahlaksızlık ve “kleptokrasi” ama hırsızdan çalmak meşru mu? İster oligarkların isterse Batılıların elinde olsun, o zenginlikler hakkında yalnızca Sovyet sorası ülkelerin emekçileri hüküm verebilir. Çünkü o servetler, onların emeği ve alınteridir.

Ukrayna, UKTH ve “halk cumhuriyetleri”

Ukrayna sözcüğü Slav dilinde “sınır ülkesi” anlamına geliyormuş. Ülkenin batısı ve doğusu arası ayrışma, farklı dönemlerde yeniden üretilerek bugüne kadar gelmiş. [19] Lenin, “ulusların kendi kaderini tayin hakkının” (UKTH) Ukrayna’da uygulanmasını, bu topraklarda Ekim Devrimi’nin düşmanlarının toplanmış olmasına rağmen savundu. Çok taraflı uzun çatışma sürecinde Bolşevikler Ukrayna köylülerini ikna ederek SSCB’ye gönüllü katılımlarını sağladılar. Ama Ukrayna’yı Lenin’in yarattığını ileri sürerek UKTH’nı eleştiren Putin yıllardan beri bu ülkenin iç politikasına yukarıdan yön vermeye çalışarak, ABD ile aynı ipte oynaya oynaya bugüne geldi.

UKTH yalnızca Ukrayna’nın değil, SSCB’nin kurucu politikası ve bugün de sayısız farklı özellikteki topluluğun birbirleri ile savaştırılarak ayakta tutulmaya çalışıldığı emperyalist dünya düzenine karşı sahiplenmemiz gereken bir ilkedir. Yalnızca etnik sorunlarla ilgili olarak değil, inanç, ırk, toplumsal cinsiyet rolleri vb. ezen-ezilen ilişkisi yaşanan her türlü toplumsal ayrışmada; talep edilmesi durumunda ezilenin lehinde ayrımcılık yaparız. Gönüllü birlikteliğin yolu buradan geçer.

Ukrayna’da Ukrayna dilinin birincil, Rusçanın ikincil dil olarak öğrenilip konuşulduğu yıllar boyunca etnik kökenli bir çatışma yaşanmadı. Nüfusun kabaca yüzde 70’i Ukraynalı, yüzde 20’si Rus kökenli ve toplumun yüzde 80’i Rusça konuşuyordu. 1991’de bağımsızlığını ilan ettikten sonra Ukrayna’da da diğer sosyalizm sonrası ülkelerdeki sorunlar görüldü. Yolsuzluk, yağma ve siyasi istikrarsızlık süreçlerinde toplumsal yaşamı düzenleyici bir devlet otoritesi oluşturulamadı. 1999’da Kravçuk devlet başkanı seçilerek enflasyonu düşürüp bazı özelleştirmeler yaptı. Ancak yetkilerinin fazla olduğu eleştirisiyle, Gürcistan’da 2003’te yaşanan “gül devriminin” bir benzeri 2004’te “turuncu devrim” adı altında Ukrayna’da yaşandı ve devlet başkanının bir kısım yetkisi parlamentoya devredildi. Bundan sonra sık sık seçime gidilen ve oyların Rusya yanlısı Yanukoviç’le Avrupa ve ABD yanlısı çeşitli adaylar arasında birbirine yakın olarak dağıldığı bir istikrarsızlık sürecine girildi. Yanukoviç 2010 seçimini, AB ile gümrük birliği anlaşması imzalayacağını söyleyerek kazandı. Bu sırada Rusya ile zaten serbest ticaret yapılıyordu. Putin eğer Ukrayna Avrupa ile gümrük birliği anlaşması imzalarsa, Rusya’nın Ukrayna ile oluşturacağı gümrük birliğinden vazgeçeceğini ve iki ülke arası ticarette vergi uygulayacağını açıkladı. Buradan doğacak maliyet fazlalığını AB karşılamayı taahhüt etmediği için Yanukoviç 28 Kasım 2013’te AB ile imzalayacağı anlaşmadan vazgeçerek yüzünü Rusya’ya döndü. Bunun üzerine faşistlerin etkili olduğu bir ayaklanma başladı ve seçimle gelen Yanukoviç, sokak darbesiyle iktidardan düşürüldü.

2014 Harkov’da faşistler Lenin heykelinin ayaklarını kesip yıkarken…

Bu gelişme Rusya-Ukrayna ilişkilerinin dönüm noktası oldu. Rusya, Ukrayna ile ilişkilerin daha kötüye gideceğini hesaplayarak, Karadeniz’i denetimi altında tutabilmek için 2014’te Kırım’ı aldı. (Rusya bu nedenle o zaman G8’den çıkartıldı ve şimdi G7’nin “ticarette en çok kayrılan ülke” statüsünden de çıkartılıyor.) Kırım zaten 1954’te Kruşçev’in kararıyla Ukrayna’ya hediye edilmiş bir toprak parçası olduğundan, Putin geri almakta mahsur görmedi ve Ukrayna’yı cezalandırmaya girişti. Önce doğal gazı ucuz satmak yerine piyasa fiyatı uygulamaya başladı. Yolsuzluklar yüzünden ekonomisi çökmüş Ukrayna bu bedeli karşılayamadı. Putin gaz vermeyi durdurdu. Kış ortasındaki bu davranışın Ukrayna halkını cezalandırmaktan öte anlamı yoktu. Bunun üzerine Ukrayna yönetimi Rusya’dan Avrupa’ya uzanan doğal gaz transit boru hattından gaz almaya başladı ve Avrupa’ya gaz akışı aksadığı için sorunlar katlanarak arttı. Rusya gaz ticaretinde Ukrayna’yı devre dışı bırakabileceği yeni boru hatları inşasına girişti. Bütün bunlar Ukrayna siyasetinde Ruslara ve muhalefete dönük baskıların artmasına yol açtı. Ukrayna Komünist Partisi, sol dernekler, televizyonlar yasaklandı. Rusça ikinci dil olmaktan çıkartıldı. Ülkedeki Ruslara ayrımcılık yapılmaya başlandı ve Rus nüfusun yoğun olduğu doğuya göç etmeye zorlandılar. Zaten suç çetelerinin kol gezdiği ve bunların işlediği cinayetlerin eksik olmadığı ülkede, çeşitli faşist çeteler de faaliyete geçip sol çevrelere ve tanınmış muhaliflere saldırmaya başladılar. Ülkede Sovyet dönemini ve Rusya’yı hatırlatan her şeyle birlikte, Ukrayna’nın doğuşunda önemli bir rolü olan Lenin’in heykelleri de yıkılmaya başlandı. Odessa’da bir sendika binası faşistlerce yakılarak, 39 kişinin ölümüne neden olundu. Bunun üzerine Rusların çoğunlukta olduğu Ukrayna’nın Donbas bölgesindeki Lugansk ve Donetsk oblastları 2014’te özerkliklerini ilan ettiler. Ukrayna ordusu ve işbirliği içinde olduğu faşist örgütler özerk bölgelere saldırıya geçtiler. Ukrayna ordusundan yaklaşık 120 bin kişilik bir kuvvet, o zamandan bu yana Donbas’a yerleşmiş durumda. Ukrayna topraklarındaki bu çatışmalara, özerk cumhuriyetlerin yanında Rus askerleri de katıldılar. Barış sağlanması amacıyla Fransa ve Almanya’nın garantörlüğünde Rusya ve Ukrayna arasında 5 Eylül 2014’te Minsk Protokolü imzalandı ama uygulanmayarak, bugünkü savaş aşamasına kadar gelindi.

Zelenski Nato Genel Sekreteri Stoltenberg’le Brüksel’de

Zelenski 2019 devlet başkanlığı seçimini yüzde 73 oyla ve henüz 3 yıl önce kurulmuş “Halkın Hizmetkârı” adlı bir partiden aday olarak kazandı. Seçim öncesi barışı sağlayacağı, yolsuzluğa son vereceği gibi vaatlerde bulunarak umut dağıtmış,  örneğin rakibi Poroşenko gibi offshroe hesaplarına para yatırmayacağı sözleri vermişti. Ama Pandora belgeleri açıklandığında durumun öyle olmadığı görüldü. 3 Ekim 2021 tarihli Guardian gazetesinde verilen habere göre, Zelenski ve yönetimde yer verdiği arkadaşlarının çeşitli yurtdışı offshore hesaplarında yüklü miktarlarda paraları vardı.[20] Zelenski’nin arkadaşları, aynı zamanda eski ticari ortaklarıydı. Siyasetle ticareti bir arada götürdüğü eleştirileri geldiğinde, Zelenski onlara güvendiği için siyasi görevler verdiğini ve ticari çıkar gütmediklerini söylüyordu. Ama gizli hesaplar seçimden sonra da işletilmişti. Elbette Ukrayna’yı yönetenler arasında Zelenski’nin durumu bir istisna değil, bugüne dek ülkeyi yöneten batı ya da Rusya yanlısı Yanukoviç misali herkesin boğazına kadar yolsuzluk, rüşvet ve ülkenin yağmalanmasına katıldığı herkesçe biliniyor.

Bugün Ukrayna’nın özgür iradesiyle NATO’ya katılmaya çalıştığını düşünmek safdilliktir. Tarım ve sanayi açısından zengin bir ülkenin dar bir siyasi oligarşi içinde el değiştiren siyasi iktidarlar altında bu olanaklarını kullanamayarak yoksullaşması ve iç çatışmalar yaşaması rastlantı değildir. Öte yandan faşistlerin yüzde 1-2 gibi düşük oranda oy aldıkları için önemsiz gösterilmeleri de yanlıştır. Bu tür küçük grupların nasıl NATO uzantısı çetelerin tetikçisi olduklarını kendi ülkemizde yeterince yaşadık.

Donetsk Halk Cumhuriyeti Ukrayna saldırılarına karşı eski SSCB afişlerini kullanarak direniş çağrısı yapıyor

Bilindiği üzere Lugansk ve Donetsk halk cumhuriyetleri Ukrayna’dan ayrılarak özerk yönetimler oluşturdular.  Buralarda herhangi bir sosyalist öğe bulunduğu için değil, kendi kaderlerini belirleme hakları olduğundan dolayı ayrılmaları kabul edilmelidir. Çatışmalar öncesi yörede yaklaşık 6 milyon 600 bin kişi yaşıyorken bugün yarısının Rusya ve Belarus’a göç ettiği belirtiliyor. Ayrımcılık nedeniyle buraya gelenler, Ukrayna’daki herhangi bir kamu hizmetinden yararlanamıyorlar. Yerel ya da uluslararası herhangi bir kimliğe sahip olmayan bu insanlara Rusya pasaport dağıtıyor ve ardından yurttaşlarını koruma gerekçesiyle müdahale ediyor. Bugüne dek 800 bin dolayında pasaport dağıtıldığı belirtiliyor.

Savaşın olası sonuçları

Savaşla birlikte yeni bir döneme girildiği söyleniyor. Değişimin bazı belirtileri uzun süredir görülüyordu. Bu yöndeki gelişmelerin bir sonucu olarak da düşünebileceğimiz savaşın her nereye varılacaksa hızlandırıcı etki yaratacağını söyleyebiliriz. Yaşamakta olduğumuz değişim belirtilerine kısaca göz atarak, sonuçları hakkında düşünmeye çalışalım:

Kapitalizm 1980 sonrasında genel olarak ücretli emek tarafının etkisiz, sermaye tarafının etkili olduğu, Çin ve Rusya’nın önemli yatırım alanları arasında yer aldığı küresel atılımlar yaparak 2008’e kadar geldi ve hiyerarşinin en üstünden başlayarak bunalıma girdi. Ücretlerin düşük, çevre sorunlarının önemsiz, yatırımların devlet tarafından desteklendiği ve toplumların baskı altında tutulduğu bizim gibi ülkeler, küresel bunalıma rağmen büyümeye devam ettiler. Devlet kontrollü kapitalizmin nispeten liberal uygulamalara üstünlüğü, pandemi döneminde daha açık ortaya çıktı. Bu süreçte G7 bünyesinde temsil edilen geleneksel kapitalist çevreler, geride kalmalarının nedeninin yalnızca ÇHC’nin gelişimi yüzünden değil ama orta büyüklükteki kapitalist ülkeler üzerindeki hegemonyalarının zayıflamasıyla da ilintili olduğunu gördüler. Geleneksel olarak yaptıkları gibi kredi dağıtımını kontrol ederek, ticari sınırlandırmalar-ambargolar uygulayarak, stratejik önemi olan bölgelere askerî müdahalelerde bulunarak konumlarını iyileştiremeyeceklerini yaşayarak öğrendiler. Rakipleriyle üstün oldukları alanlarda savaşmak yerine, onları kendi üstün oldukları alana çekerek alt etmeye karar verdiler. 2021 Haziran’ında İngiltere’de yapılan iklim sorunları ve ÇHC’ye karşı önlemlerin görüşüldüğü G7 toplantısı bunun ilk adımı oldu. Buna göre fosil yakıt kullanımına son verilecek, 2050’ye kadar atmosfere karbon gazı bırakılması sonlandırılacak, iklim değişikliğinden etkilenen ülkelere yardım edilecek, Çin’in “Bir Yol ve Kuşak” projesine karşı bir proje oluşturulacak, bütün bunlar için 2035’ten başlayarak 40 trilyon dolar dağıtılacaktı. Kısacası bazı insanî gerekçeler öne sürülerek, “yeşil kapitalizm” dönemine geçiliyordu.

Bu kararlarla zaten gelişmiş ülkelerin sahip olduğu yeni teknolojiler aracılığıyla küresel kapitalist hiyerarşinin alt basamaklarındakileri denetim altına almak, çeşitli projeler için dağıtılacak paralarla yeni bağımlılık ilişkileri yaratmak ve rakip ülkeler üzerinde üstünlük kurmak amaçlanıyordu. Örneğin fosil yakıt kullanımına son verilecek olması başta Rusya, bir dizi petrol üreticisi ülkeyi de devre dışı bırakıyordu. (Nitekim BAE ve Suudi Arabistan’ın Rusya’ya yaptırımlar konusunu Biden ile görüşmeye bile yanaşmaması boşuna değildir.[21] )

Birçok yaptırıma maruz kalan Venezuela, İran, kısa süre önce Rusya ile çeşitli anlaşmalar imzalayan Azerbaycan da Bu tür kısıtlamalara uymayacaklardır. Enerji konusunda dışa bağımlı olmayan ABD için yaptırım kararı almak kolaydır ama Avrupa ve başka birçok ülke için durum farklıdır. Zorlukla alınan Rusya’yı SWİFT dışına çıkartma kararının ne ölçüde uygulanacağı, bunun kuşatılmaya çalışılan Çin’e ait CIPS sistemini güçlendirip güçlendirmeyeceği, sonucu bugünden kestirilemeyecek konulardır. Toplumların ekonomisi, maddi yaşamın üretim sürecinde insanların birbirleriyle iradelerinden bağımsız olarak kurdukları ilişkilere dayanıyor. Hiçbir hükümet, “yüksek ahlakî değerleri savunmak” gibi gerekçelerle Rusya’ya yaptırım uygularken ortaya çıkacak fiyat artışlarını ve ardından gelecek toplumsal protestoları yaşamak istemeyecektir. Batılı ülkeler yaptırımları sıkı bir biçimde uygulayabilmek için ya yukarıdan aşağı devlet denetimine başvuracaklar ya da bu kararın yol açacağı somut sorunlara çözüm üreterek, ülkelerin zararını gidermek zorunda kalacaklardır.

Savaşa ve yaptırım kararlarına bakarak “yeni bir soğuk savaş dönemi başlıyor” demek zordur. NATO ve sosyalist ülkeler arası soğuk savaş 1953’te ABD’nin Kore’ye müdahalesinden SSCB’nin dağıldığı 1991’e kadarki dönemi kapsıyor. Bugünle o dönem arasındaki en önemli fark, bugün kapitalizmin küresel ölçekte gelişip derinleşmesi sonucu ülkelerin birbirlerine daha bağımlı hale gelmiş olmasıdır. Soğuk savaş sürecinde sosyalist ülkeler emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarını destekliyor, buna karşılık emperyalistler aynı ülkelerin ekonomik olarak bağımlı ama siyaseten bağımsız olmasından yana taktikler izliyordu. Böylece her iki taraf da ülkelerin ekonomilerini ithal ikameci temelde geliştirmesine yardım etmiş oluyordu. Zaten bu nedenle 100 kadar ülkenin katılımıyla bir “Bağlantısızlar Bloğu” oluşmuştu. 1980 sonrası neoliberalizme geçilirken, bu dönemin ülkelerde sağladığı sermaye birikimi el değiştirdi. Dolayısıyla bugün benzer bir “soğuk savaş” politikası uygulamanın ekonomik zemini olduğu söylenemez. Siyasi gerekçelerle böyle bir kutuplaşmaya gitmek ise, son 40 yıldır sermayenin küresel dolaşımının önündeki engellerin büyük oranda kalktığı bir dünyada geriye dönük bir adım olacaktır. Böyle bir kutuplaşmanın sermayenin sınır tanımaz doğasıyla nasıl uyumlu hale getirileceğini öngörmek zordur.

Bugün yaşanan gerilimlerin niteliğini belirleyen şey farklı kapitalistler arası “paylaşım” amacı değil, toplumların nasıl yaşayacağına küresel ölçekte düzen verme çabalarıdır. Ekonomik, ideolojik, siyasi bakımdan dünyayı hegemonyası altında tutan ABD, kendisi için tehdit olarak gördüğü gelişmeleri bir kez daha etkisiz kılmaya çalışıyor. Geçmişte nasıl ki “özgürlük, insan hakları, demokrasi” vb. masum gerekçeler öne sürerek Kore, Vietnam, Afganistan, Irak gibi ülkelere saldırırken asılında küresel tehdit olarak gördüklerini köşeye sıkıştırarak hegemonyasını sürdürmeyi amaçlamışsa, bugün de herkesin kolayca kabullenebileceği “iklim sorunlarını” öne sürerek aynı davranışı gösteriyor. Nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasından çekilen ve sürekli olarak NATO’yu güçlendirmeye çalışan ABD, dünyanın en önemli saldırgan gücüdür. Buna ve devamında ortaya çıkabilecek benzer güçlere ya devrimlerle son verilecek, ya da hegemonya uğruna bir dünya savaşı yaşanacaktır. Ve böyle bir savaş da herhalde kapitalizmin çıkardığı son savaş olacaktır.


[1] https://multeciler.org.tr/son-yillarda-akdenizde-olen-gocmen-sayisi/

[2] https://www.gfmag.com/global-data/economic-data/world-inequality-ranking?gclid=EAIaIQobChMIxpbNkumx9gIVc49oCR0_EwbJEAAYAiAAEgLmN_D_BwE

[3] https://t24.com.tr/haber/baris-icin-akademisyenlerin-1128-imzayla-acikladigi-bildirinin-tam-metni,324471

[4] https://twitter.com/mehmetpolat148/status/1496432106981011456

[5] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45931917

[6] https://e-komite.com/2021/artik-yesil-kapitalizm-donemindeyiz/

[7] https://www.dunya.com/dunya/ab-cin-iliskilerinde-buyuk-bir-geri-adim-haberi-620336

[8] https://e-komite.com/2021/aukus-nedir/

[9] https://tr.sputniknews.com/20220204/putin-ve-siden-ortak-bildiri-cinden-rusyanin-guvenlik-garantileriyle-ilgili-inisiyatifine-destek-1053468144.html

[10] https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sedat-ergin/nato-2008de-aldigi-ukraynanin-uyeligi-kararini-neden-uygulamadi-42004732

[11] https://bianet.org/bianet/militarizm/243086-dunyanin-askeri-harcamasi-2020-de-2-trilyon-dolara-yukseldi

[12] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/rusya-devlet-baskani-vladimir-putin-halka-hitap-etti/2509019

[13] Kısa bilgi edinmek için bu yazı dizisine bakılabilir. https://gergedan.press/sscb-neden-dagildi-i-9395/

[14] https://www.peoplesworld.org/article/russian-communist-leader-the-west-is-backing-fascists-and-using-ukraine/

[15] https://www.rosalux.de/en/news/id/46037/russische-linke-gegen-den-krieg

[16] https://medyagunlugu.com/haber/bir-yanlis-butun-dogrulari-goturebilir-51095

[17] https://www.gazeteduvar.com.tr/bir-kapitalist-hatta-emperyalist-olarak-rusya-makale-1554739

[18] https://birikimdergisi.com/guncel/10934/emperyal-rus-yayilmaciliginin-ukrayna-isgali

[19] Ülke tarihi hakkında bilgi edinmek için bakılabilir: http://soyledik.com/tr/makale/6864/ukrayna-devriminin-100-yili–deniz-berktay.html

[20] https://www.theguardian.com/news/2021/oct/03/revealed-anti-oligarch-ukrainian-president-offshore-connections-volodymyr-zelenskiy

[21] https://tr.euronews.com/2022/03/09/wsj-ukrayna-icin-destek-aray-s-ndaki-biden-suudi-ve-bae-prensleri-ile-gorusmeyi-basaramad

Son Eklenenler