Başkanlığının dördüncü ayında, Donald Trump sağcı bir milliyetçi rejim yaratmaya ne kadar yakın?
Donald Trump ve baş danışmanları Amerika’da sağcı ve milliyetçi bir rejim kurma çabasındalar. Bu çabalarında başarılı olmaları, Birleşik Devletler ve dünyanın geri kalanındaki sıradan insanlar için felaket olacak.
Ancak her şey yitip gitmiş değil. Rejim değişikliği süreci yeni başlamaktadır ve sonuçları henüz hiç de belli değildir. Bu tehlikeli yönelimin kökenlerini anlamak, direnmeye ve ilerici bir geleceğin inşasına yönelik stratejilerin geliştirilmesine katkı sunabilir.
Amerika Birleşik Devletleri milliyetçiliğin yükselişine tanık olan tek ülke değil. Sağcı rejimler Vladimir Putin’in Rusya’sında olduğu gibi, Türkiye, Hindistan, Macaristan, Polonya ve Filipinler’de de ortaya çıkmışlardır. Bu rejimler yurtsever temalara vurgu yapmakta, yurttaşların azınlık dinlerinden, etnik yapılarından ve diğer bastırılmış gruplardan duyduğu korkuyu kullanıp bu korkuyu azıtmaktadır. İrinleşmiş ekonomik sorunları çözmeyi vadederken, suçu yabancılar veya göçmenler gibi alışıldık günah keçilerine yüklemektedirler. Sağcı ve milliyetçi rejimler güç kazanırken, istisnasız hepsi bireylerin köklü haklarını kısıtlamakta ve hem yurt içinde hem de yurt dışında hukuki şiddetten aşırı şekilde faydalanmaktadırlar veya bu şiddetin dozunu arttırmaktadırlar.
Trump kabaca bu sağcı milliyetçi kampa giren bir figürdür. Yanındaki insanların büyük kısmı uzun soluklu neoliberal hedeflerin peşinden koşsa da (deregülasyon, özelleştirme, sosyal programlardaki kesintiler), neoliberal kapitalizmin nizami çerçevesinde temel bir değişimin yaşanma ihtimaliyle karşı karşıyayız. Bu durum Amerikan kapitalizminin hakim kurumsal yapılarını da ideolojisini de etkilemektedir.
2016 seçimleri büyük işletmelerle seçim politikaları arasındaki ilişkide yaşanan önemli bir değişimi temsil etmekteydi. Son yetmiş beş yıl içinde seçilen başkanların tümü, ekonomiye yön veren dev şirketlerle bankaların hatırı sayılır desteğine sahipti. Geçtiğimiz yılsa farklıydı.
Arkasında bazı zengin bireyler olsa da, Trump Cumhuriyet Parti adaylığını ve Beyaz Saray’ı, büyük şirketler ve finansal kurumlardan oluşan geleneksel hâkim sınıfın önemli bir diliminin desteği olmadan, anaakım medyanın muhalefetine rağmen kazandı. ABD’de, hâkim ekonomik modelde eskiden önemli değişimler yaşamasına karşın istikrarını hep korumuş olan derin politik iktidar yapısında yarılma olmuştur.
Sahneyi Hazırlama
Trump’ı başkan yapan zemin, Amerikan kapitalizminin II. Dünya Savaşı sonrasındaki düzenlenmiş kapitalizmden “neoliberal kapitalizme” geçtiği 1970 sonlarında ve 1980 başlarında oluşmaya başladı.
Bu köklü değişim, devletin ekonomideki, sermaye-emek ilişkilerindeki, şirketlerdeki ve topluma hakim fikirlerdeki konumuna yeni bir yön biçti. Devlet iş dünyası ve finans sektörü üzerindeki düzenleyici gücünü azalttı, kamusal hizmetleri özelleştirdi, refah programlarında kesintiler yaptı ve vergi yükünü şirketlerle zenginlerden alıp orta sınıflara yükledi.
Aynı süreçte küresel ekonominin kuralları, metaların, hizmetlerin ve sermayenin ulusal sınırların ötesinde serbestçe hareket etmesini sağlayacak şekilde değişti. Böylece küresel açıdan entegre bir ekonomi yarattı. Devlet ve iş dünyasının elitleri, savaş sonrasındaki sermaye-emek uzlaşmasını bıraktılar, sendikalara karşı savaş açıp toplu sözleşmeyi marjinal hale getirdiler ve yarı zamanlı ya da geçici işlerin oranını alabildiğine arttırdılar.
Önceki dönemde büyük firmaların uyguladığı ortak fiyat belirlenimi, yerini sınırsız rekabete bıraktı. Piyasa ilkeleri toplumun her katmanına nüfus etti ve finans sektörü hızla büyüdü.
Hakim fikirlerin değişimi, kurumlar ve politikalar değişmeden çok önce başlamıştı. 1960’ların sonunda ortaya çıkan ve 1970’lerde ivme kazanan klasik liberal fikirler, etkisini özellikle iktisatçılar arasında arttırdı. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemin politikası, kapitalizmi en iyi uygulanabilir sistem olarak gören ve piyasaların çoğunlukla etkin olduğunu varsayan ancak ekonominin biçimlendirilmesinde devlete etkin bir rol biçen Keynesçi ideolojiye dayanmaktaydı. Etkin devletin zorunluluğu, bunalımların önlenmesi, gelir eşitsizliğinin dizginlenmesi, şahsi ekonomik güvenliğin arttırılması ve çevre kirliliği gibi “piyasa başarısızlıklarının” engellenmesi gibi gerekçelerle meşrulaştırılıyordu.
Ancak 1970’lerin sonunda, klasik liberal yargıların uç bir versiyonu Keynesçiliğin yerine hakim ideoloji haline geldi. Egemenliğini tesis eden neoliberal ideolojiye göre, bireyin piyasada tercih yapma özgürlüğü insani refahın temeli olup, devlet bireysel özgürlüğün düşmanıydı. Özel mülkiyet için bir tehlikeydi ve bireylerin alın teriyle yaşayan bir asalaktı.
Bu yeni kapitalizm formunun son derece dinamik ve sağlam olduğu görüldü. On yıllar boyunca, halkın çoğunluğu için zararlı sonuçlar doğurmasına ve dönem dönem vaatleri neoliberal reçetelerle çatışan adayların seçilmesine rağmen, herhangi bir yönelim değişikliğine etkin bir şekilde direndi. Bill Clinton 1992’de “insanları karın önüne koyma” vaadiyle başkan seçilmişti fakat göreve gelir gelmez finansal deregülasyonun son adımlarını atıp temel refah programlarını kaldırdı. Benzer bir hayal kırıklığı, 1997’de Tony Blair’le iktidara dönen İngiltere İşçi Partisi’nde de yaşandı.
Neoliberal çığırtkanlar, işletmeleri devletin ağır elinden kurtarmanın özel inisiyatiflerin önünü açacağını, özel yatırımları arttırıp ekonomik büyümeye hız vereceğini vadediyorlardı. Yükselen deniz üzerindeki tüm kayıkları da yukarıya taşıyacaktı.
Ancak yatırımlar ve ekonomik büyüme düzenlenmiş kapitalist döneme kıyasla daha da ağırlaştı ve bu vaat edilen yükseliş asla gerçek olmadı. Neoliberal yapılanma şirketlerin karını ve zenginlerin gelirini arttırırken, işçilerin reel ücretlerini 1979’dan 2007’deki finansal krize kadar sürekli düşürme eğilimindeydi.
Nüfusun gittikçe artan bir bölümü maddi koşullarının kötüleştiğine tanık oldu; ne var ki mevcut düzene etkin bir şekilde meydan okumak imkansızmış gibiydi. Birçok birey ve aile bütçelerinde açılan boşluğu, aldıkları borçlarla, borsada aldıkları aktif balonlarla ve evlerin kağıt üzerindeki değerini geçici süreliğine arttıran gayrimenkul piyasasıyla doldurdular. Bu süreç gayrimenkul piyasasındaki dev balonun patlaması karşısında, ekonomiyi ve finansal sistemi kırılgan hale getirdi.
2007’de gayrimenkul piyasasının çöküşü, büyük bir finansal ve ekonomik krize öncülük etti. Süreç Birleşik Devletler’de başlayıp hızla dünyanın geri kalanına yayılmıştı. Dev bankalar (General Motors ve Chrysler’ın yanında) borçlarını ödeyemez hale gelince, elitler bireysel sorumluluk hakkında verdikleri ahkamları hemen bir kenara bırakıp, bunları kamunun parasıyla kurtarma telaşına düştüler. İpoteklerle karşılaşan milyonlarca ev sahibine aynı ilgi hiç gösterilmedi.
Devletin hızlı ve kapsamlı müdahalesi finansal paniği kaldırdı ancak bankaları kurtarıp ekonomik çöküşe engel olduktan sonra, politika üreticileri alışıldık neoliberal politikalara dönüverdiler. Bu sefer kemer sıkma politikaları kisvesi altında. Takip eden şey ekonomik durgunluk oldu. 2009 yazında başlayan toparlanma sürecinden beri, ABD’nin yıllık GSYH büyümesini ortalama yüzde 1-2 seviyesinde tutan bir durgunluk.
Küresel bir fenomene dönüşmüş bu durgunluk, sadece devletlerin kemer sıkma politikalarının etkisini değil, neoliberal ekonomik modelin tükenmişliğini de yansıtır niteliktedir. Bu model borçla finanse edilen ve bağımlısı olduğu tüketici harcamalarını artık sürdürememektedir.
Nitekim birçok insan son yıllarda daha da kötüleşen gelir eşitsizliğinden yakınmaktadır. ABD’de yaşanan ufak gelir artışlarının nerdeyse tamamı zenginlerin cebine girmiştir. Kar seviyelerinde toparlanma olmuş ancak şirketler ve bankalar yatırım amaçlı kullanmaktan ziyade bu gelirin üzerine oturmaktadırlar.
Yukarıdaki silsile – çoğunluk için koşulların yirmi beş yıl boyunca sürekli kötüleşmesi, ardından büyük bir kriz ve akabindeki durgunluk – birçok ülkenin politik sistemini istikrarsız hale getirdi. Banka kurtarma paketlerini alışıldık piyasa kurallarının takip etmesi, hakim serbest piyasa ideolojisini gayrimeşru bir noktaya getirdi. Sıradan insanlar zenginlere ve iktidar sahiplerine öfke duydular. Birden bire kamuoyu anketleri, özellikle genç insanlar arasında “sosyalizme” karşı yüksek bir sempati beslendiğini gösterir oldu. 2016’ya gelindiğinde, ABD nüfusunun büyük bölümü nizami politikalardan radikal bir kopuşu bağrına basmaya hazırdı.
Hakim seçkinlerin desteklediği adaylar, irinleşmiş ekonomik sorunlara hiçbir çözüm önermediler. Politikacıları hep merkez politikaya hapsetmiş iki partili sistem, temel istikrar sağlayıcı kurum olma işlevini kaybetti. Dışarıdan gelen Donald Trump Cumhuriyetçilerin başkan adayı olurken, kendisini sosyalist olarak tanımlayan Bernie Sanders Demokrat adaylığını kıl payı kaçırdı. 2016 seçimlerinde oy kullananlar, kendilerini eski solcu özdeyişin ufak bir versiyonuyla karşılaştı: Sosyalizm ya da barbarlık.
Bu politik konjonktür emsalsiz değildir. 1930’lu yıllardaki Büyük Buhran, serbest piyasa kapitalizminin ilk aşaması çöktükten sonra, uzun bir ekonomik durgunluk dönemini başlatmıştı. Akabinde aşırı bir politik kutuplaşma yaşanmış, üç yeni yönelim ortaya çıkmıştı: Almanya, İtalya, İspanya ve Japonya’da faşizm yükseldi. İskandinavya, Fransa, Birleşik Krallık ve ABD’de kapitalizmin tedrici olarak reformdan geçirilmesi söz konusu olmuştu. Devlet sosyalizmi ise Doğu/Orta Avrupa’yla Asya’ya yayılmıştı.
Trump’ın Tabanı
Mevcut dönem, hakim sosyo-ekonomik modelde radikal bir kopuş ihtimalini açığa çıkardı. Trump’ın başarısı aslında bu türden bir olasılığa dayanmakta.
Kampanyası sırasında, en başta neoliberalizmin belli yönlerine meydan okuyarak, mevcut düzene alternatif oluşturulması çağrısında bulunuyordu. Trump’un ideoloji, milliyetçiliğe, yabancı düşmanlığına, ırkçılığa, bilimin hor görülmesine ve hayali bir parlak geçmişin tesisine dönük bir gericiliğe vurgu yapmaktaydı. Diğer yandan politik eğilimleri, otoriterleşmeye, zorbalığa, yasalara ve düzene yönelik bir tutumu içermekteydi. Azınlıkları günah keçisi yapıyor, politik düşmanlarından intikam alacağını söylüyor, şiddet imaları yapıyor ve bütün sorunları “bir günde” çözebilecek güçlü hükümdar imgesi çiziyordu.
Trump neoliberal statükoya karşı, müdahaleci ekonomi politikalarını, büyük altyapı yatırımlarını, ticari korumacılığı ve şirketlerin ABD’de yatırım yapıp istihdam yaratmaya zorlanmasını savunuyordu. “Önce Amerika” sloganıyla (1930’lardaki izolasyon yanlısı ve Nazi taraftarı grupların şiarı) neoliberal uluslararası politikaların çeşitli yönlerine karşı çıkıyor, NATO ve Dünya Ticaret Örgütü gibi çok taraflı kurumları suçluyor, nükleer enerjinin yaygınlaşmasını arzulanır bir şey olarak görüyordu. Ve sürekli göçmenlerin engellenmesine parmak basıyordu. Nitekim ABD kapitalizmi içinde ucuz emeğe bağımlı olan belli unsurların çıkarına aykırı bir şeydi.
Bunların tümü bir bakıma, sağcı ve milliyetçi bir rejim için tutarlı bir stratejiye tekabül etmektedir. Trump ulusu yerli veya yabancı düşman gördüklerine, hatta iddiasına göre güçleri ve bonkörlüklerinden yararlanan eski dostlarına karşı savunacak güçlü bir devlet istemektedir.
Çağrısında potansiyel açıdan alternatif bir ekonomik model de yatmaktadır. Ücretlerdeki durgunluğu düzeltebilecek hiçbir şey sunmasa da, Trump’ın ekonomik platformu daha çok, devletin altyapıya ve güçlendirilmiş bir orduya kaynak ayırması için çağrıda bulunmaktadır. Nitekim bunların, büyüyen bir ekonominin artan çıktı miktarını kimin satın alacağı meselesini çözme ihtimali bulunmaktadır. Bu 2008’den sonra neoliberal kapitalizmin çözmekte aciz kaldığı bir sorundur. Hane halkı borçlanması ekonomik genişlemeyi artık besleyemiyorsa, bu boşluğu artan devlet harcamaları doldurabilir. Altyapı harcamaları neoliberal dönemde çarpıcı şekilde düşmüştür ve bu eğilimi tersine döndürmek günümüzün ortodoks ekonomik politikalarından önemli bir sapmaya işaret edecektir.
Milliyetçilik ideolojisi, böylesi bir rejime kamuoyunun desteğini kazandıracak tutkal işlevini görmektedir. Çalışan insanların elde edeceği maddi yarar sınırlı olsa da, Trump insanların ilgisini devletin artan gücüne çekerek toplumsal barışı koruyabilir. Putin süregiden maddi yoksunluğa rağmen halkın %80’inin onayını almaktadır, çünkü Sovyetlerin yıkılışını takip eden kaostan sonra kamusal düzeni yeniden tesis etmiş güçlü bir Rus devleti imajı yaratmıştır.
Trump’un sağcı milliyetçi çağrısı, Cumhuriyetçilerin arasındaki aşırı neoliberal rakiplerini mağlup etmesinde çok yardımcı oldu. Ancak adaylığını güvence altına aldıktan sonra, Hillary Clinton’u yenmesi gerekti.
2016 genel seçimleri, Reagan’ın 1980 seçimiyle ilginç paralellikler taşımaktadır. Reagan da aynı Trump gibi, Cumhuriyetçi kadrolara meydan okumuştu ve başlarda 1980 adaylık rekabetinde George H. W. Bush’u destekleyen büyük, geleneksel sermayedarların desteğini alamamıştı. Reagan’ın asıl para kaynağı, yeni zenginleşmiş Güneybatılı sermayedarlardan gelmişti. Ancak benzerlikler bunlarla sınırlı. Reagan başkan adayı olduktan sonra, korumacılık gibi politikaları terk etmiş ve büyük sermayedarların desteğini almak (ve kazanmak) için canhıraş mücadele etmişti.
Reagan’ın aksine Trump, genel seçimlerde tutumunu değiştirmedi ve neticede büyük sermayedarların desteğini kazanamadı. Aksine 2008’de McCain’i, 2012’de Romney’i desteklemiş seçmenleri çekmek için yeni çağrılarda bulundu. Trump’ın yaşam tarzı ve toplumsal meselelerle ilgili önceki görüşleri, Cumhuriyetçilerin çekirdek tabanını oluşturan muhafazakar Hıristiyanlarda tedirginlik yaratmıştı. Dolayısıyla Trump Hıristiyanlara yönelik sözde zulmün sona ermesi için çağrıda bulunup, kürtaj gibi toplumsal konularda “gelenekselciliği” dilinden düşürmez oldu. Büyük vergi indirimleri yapacağını vaat edip aşırı devlet regülasyonlarına ateş püskürdü.
Böylelikle Trump, McCain ve Romney’e oy vermiş seçmenlerin çoğunun desteğini sağlamlaştırdı. Sadece değişime aç beyaz çalışan sınıfların oyunu kazanması gerekiyordu. Amerikan imalatını ve enerji üretimini destekleme vaadini sürekli tekrarlayarak, “elitlere” karşı tavrını sürekli vurgulayarak ve anaakım medyanın kendisine yaptığı saldırılardan gurur duyarak bunu da başardı. Bir zamanlar Demokratların kalesi olan Pas Kuşağı’nda Clinton’u geride bırakıp seçimleri kazandı.
Yeni Gündem
Seçilir seçilmez Trump’un yönünü değiştirmesi gerekti. Karşısında sıkı neoliberallerle ve muhafazakarlarla dolu güçlü bir Cumhuriyetçiler Kongresi vardı.
Atamaları sağcı ve milliyetçi bir rejim inşasına bağlı olmayı sürdürdüğünü göstermektedir, ancak aynı zamanda yurt içindeki ekonomi politikalarıyla ilgili tutumunda ufak bir değişikliğin de sinyalini vermektedir. Muhtemelen buradaki amaç, kendisine şüpheyle bakan Cumhuriyetçilerin kongredeki çoğunluğunu kazanmaktır.
Trump’ın üst kademelere yaptığı atamalar masaya yatırıldığında, ortaya bir tür kümelenme çıkmaktadır. İlk olarak sağcı milliyetçi ideologlar vardır: Baş danışman Steve Bannon ve politik danışman Stephen Miller bunlardandır. Ardından generaller gelmekte: Trump emekli generalleri ulusal güvenlik danışmanı, savunma bakanı ve ulusal güvenlik bakanı yapmıştır. Ayrıca eski bir Deniz Komandosunu içişleri bakanı olarak atamıştır.
Bu isimleri Trump’ın büyük sermayeden müttefikleri takip etmektedir: ExxonMobil CEO’su Rex Tillerson’un dışişleri bakanı olması; fon milyoneri Stephen Mnuchin’in hazine bakanlığı; bir özel sermaye şirketinin başı olan Wilbur Ross’un ticaret bakanı olması; ve Goldman Sachs başkanı Gary Cohn’un Ulusal Ekonomi Konseyi’nin müdürü olması.
Trump içe dönük ekonomik vizyonuyla bağlantılı olarak, ticari milliyetçileri ABD ticari temsilcileri ve Beyaz Saray Ulusal Ticaret Konseyi’nin başkanı olarak atamıştır. Ve köprüler kurmak adına, bazı eski Cumhuriyetçi politikacıları yüksek mevkilerle ödüllendirmiştir. Jeff Sessions adalet bakanı, Rick Perry enerji bakanı, Reince Priebus özel kalem, Mike Pompeo CIA müdürü, Dan Coats ulusal emniyet müdürü, Sony Purdue tarım bakanı olmuşlardır.
Son olarak Trump takımını, önemli düzenleyici, ekonomik ve toplumsal kurulların başına koyduğu sıkı neoliberallerle doldurmuştur: Scott Pruitt Çevre Koruma Ajansı’nın başı, Walter Clayton Menkul Kıymetler ve Borsalar Komisyonu müdürü, Ben Carson Barınma ve Kentsel Gelişme sekreteri, Mick Mulvaney Yönetim ve Bütçe Dairesi müdürü, Betsy DeVos ise eğitim bakanı olmuştur.
Aşırı neoliberalleri temel düzenleyici, ekonomik ve toplumsal kurumların başına koymak yeni bir şey değildir. Ancak bu neoliberal atamalar, Trump göreve geldikten sonra kampanya çağrısında önemli tavizler verdiğini gösterdiği için açıklayıcıdır.
Trump kampanyasında sosyal programları sürdürme vaadi vermişti. Deregülasyonları desteklese de, bunu vurgulamamıştı. Ancak kongredeki Cumhuriyetçileri hizada tutup bir isyan çıkmasını önlemek isteyen Başkan Trump, ülke ekonomisi ve toplumsal politikalar konusunda neoliberal politikaların büyük bir kısmını benimsemiş durumdadır.
Bu durum onun sözde popülist çizgisinin yanı sıra sağcı ve milliyetçi programının ekonomik tutarlılığına da zarar vermektedir. Görünüşe göre artık bu program, ülke içinde müdahaleci ekonomik politikalardan arıtılmış durumdadır.
Ne Tür Bir Milliyetçilik?
Trump’ın atamalarını, Reagan ile George W. Bush’un ilk dönemlerinde yaptıkları atamalarla kıyaslamak aydınlatıcıdır. Bu ikisi de aynı Trump gibi, deregülasyondan yana uç isimlerle çeşitli sağcı Cumhuriyetçileri önemli konumlara getirmişlerdi. Ancak bazı açılardan Trump’ın atamalarından önemli farklılıkları da vardı.
İlk olarak Trump, büyük sermaye temsilcilerinin çok farklı bir kesimini bu görevlere atadı. Reagan ve Bush kabinelerini kurarlarken, Amerikan şirketlerindeki ve bankalarındaki meşhur isimleri seçmişlerdi. 1981’de Reagan büyük sermayeyle güçlü bağları olan altı kişiyi görevlendirmişti: Bunlardan ikisi inşaat sektöründen, ikisi köklü Wall Street şirketlerinden, biri imalattan biri ise endüstriyel tarım sektöründendi. 2001’de Bush da altı sermayeye bağlı görevli seçti: İkisi ilaç sanayisi, biri General Motors, birisi Lockheed, birisi alüminyum tekeli Alcoa, diğeri de petrol sektöründendi.
Oysa Trump’ın büyük sermayeden yaptığı dört atamanın ikisi (Hazine Bakanı Steven Mnuchin ile Ticaret Bakanı Wilbur Ross) spekülatif sermayeden gelmektedir. Bu sektör öncesinde bu kadar yüksek devlet makamlarına gelmemişti. Bu firmaların karları üretimden veya geleneksel finansal faaliyetlerden değil, sermaye kazançlarından çabuk kar elde etmek amacıyla yapılan alım-satımlardan gelmektedir. Ekonomik rolü kapitalizmin mantığı için bile yıkıcı olan bu sektör, devletin soğuk savaş sonrasında yaptığı gibi etkin düzenlemeler getirdiği dönemde marjinal bir konumdaydı. Ancak neoliberal dönemde, eskiden marjinal olan bu grup kısmen özel sermaye firmaları ve serbest fonlarla mantar gibi büyüdü.
Trump’ın kabinesindeki en yüksek konum Amerika’nın en büyük petrol firmasının başı Rex Tillerson’a gitti. ExxonMobil CEO’su olarak, küresel petrol keşfi ve üretimi gibi konularda anlaşmalar yapmakta uzmanlaşmıştı. ExxonMobil doğal maddeleri çıkarma sektörüne ait bir firmadır ve Trump Amerikan ekonomisini kalkındırmak için sürekli petrol ve kömür çıkarımını vurgulamıştır.
Hidrolik kırma teknolojisi, ülkenin petrol üretiminde yaşanan uzun süreli gerilemeyi tersine çevirmiş, ABD’yi en büyük üç petrol üretici ülkeden biri yapmıştır. Belki Trump, artan petrol ihracatıyla küresel güce kavuşacağını düşünüyordur. Nitekim bu strateji, fosil yakıt sektörüyle sıkı bağların kurulmasını gerektirmektedir. Tillerson’un Rus hükümetiyle kurduğu sıcak ilişkiler de bu göreve gelmesinde etkili olmuştur, çünkü fiyatları azamiye çıkarmada beraber çalışabilirlerse bundan petrol üretici firmalar kazançlı çıkacaktır.
Yönetimdeki dördüncü büyük sermayedar yani ekonomi danışmanı Gary Cohn, öncesinde Goldman Sachs’ın başındaydı. Sadece kendisi köklü finans sermayesinin temsilcisi konumundadır, ancak şimdiye dek Trump yönetiminde merkezi bir rol oynamamıştır.
Bazı analizciler kabinenin Goldman Sachs’tan insanlarla dolu olduğunu, bu sebeple fazla bir şeyin değişmediğini söylüyorlar. Gerçekten de devletin üst katmanları bu firmadan gelenlerle dolu: Goldman’da çalıştığı yirmi beş yıldan sonra, Robert Rubin Clinton’un en etkili ekonomi danışmanı ve nihayetinde hazine bakanı oldu. Bir diğer Goldman Sachs CEO’su Henry Paulson da, Bush’un ikinci döneminde hazine bakanı olmuştu. Tam da devletin eski işverenleri için kurtarma paketi çıkardığı bir dönemde. Cohn da bu geleneği takip etti ancak görünüşe göre pek bir gücü yok.
Başka atananlar da bir zamanlar Goldman’da çalışmışlardı ancak bu onları firmanın yaşam boyu temsilcisi yapmamaktadır. Mnuchin Goldman’de on yedi yıl geçirmesine rağmen, 2002’de kendi fonunu işletmek üzere şirketten ayrılmıştı. Ardından yönetimi altında kötü şöhretli bir ipotek firmasına dönüşen batık bir mortgage firmasını devraldı. Şirket avukatı Walter Clayton, sayısız büyük bankayla şirketin avukatlığını yapmıştı. Goldman’ın geçmişte Clayton’un eski müşterilerinden biri olması, onu bugün de şirketin vekili yapmaz.
Trump’ın baş stratejisti Steve Bannon da Goldman’da çalışmıştı, fakat 1990’da ‘sağcı’ websitesi Breitbart News’a geçmeden önce bir dizi farklı işin peşinde koşmak üzere şirketten ayrıldı. Bannon sermayenin çıkarlarını temsil etmek yerine, ciddi bir ideolog görünümüne sahiptir artık. Trump’un sağcı ve milliyetçi bir rejim kurmasına yardım etmeyi ummaktadır.
Bulguların gösterdiği şey, başkanın spekülatif ve doğal kaynak çıkarma sektörlerinde bir sermaye tabanı oluşturma arzusunda olduğudur. İmalat sektörünü temsil eden hiç kimse kabineye girmemiştir ve sadece tek bir geleneksel finans sermaye temsilcisi kabinededir. Onun da pek etkisi yoktur.
Doğal kaynak çıkarmaya dönük sermaye, özellikle gerici nitelikte olup büyük sermayenin toplum karşıtı kanadını meydana getirmektedir. İklim değişikliğinin inkarında güçlü çıkarları vardır. Spekülatif sermaye ise yıkıcı, açgözlü ve verimsizdir. Trump emlakçılık kariyerini, iflas yasalarını kurnazca kullanarak çalışanlar ve tedarikçilerden çaldıklarıyla inşa etmişti – bu pratik spekülatif sermayenin çalışma prensiplerine benzemektedir. (Doğal kaynak çıkarımından sorumlu sermaye ile spekülatif sermayenin birliği, Rusya’da Putin hükümetinin tabanını oluşturan oligarkları da tanımlayan bir durumdur.)
Ayrıca Trump ordu dışında hiçbir politik deneyimleri olmayan emekli generalleri, ulusal güvenliğin üst makamlarına getirmesiyle de farklılaşmaktadır. Özellikle Trump’un kampanya sırasında ‘generalleri’ aşağıladığı düşünülünce, bu tuhaf değişikliğin sebebi net değildir. Trump’ın ulusal güvenliğin kilit noktalarına generalleri koyarak, yönetiminin ortodoks olmayan yönelimiyle ilgili politik bir restleşme olması durumunda silahlı güçlerin desteğini almayı umduğunu düşünmek zorlama olmaz herhalde. Veya belki de, askeri bir arka plandan geliyor olmaları (yani yukarıdan gelen emirlere uymayı öğrenmeleri) ona cazip gelen şeydir, çünkü görünüşe göre içerde muhalefet oluşmasından korkmaktadır.
Bazı ticari milliyetçilerin yüksek konumlara getirilmesi, yakın zamanda Amerikan politikaları için bir ilk olup, Trump’ın hala milliyetçi retoriğinin arkasında olduğunu göstermektedir.
Atadıkları insanların içinde niteliksiz tiplerin sayısı olağandan fazladır. Örneğin Amerikan kamu eğitimi hakkında hiçbir şey bilmediğini ulusal televizyonda gösteren Eğitim Bakanı Betsy DeVos ve bakanlığının aslında ne yaptığını öğrenince şaşıran Enerji Bakanı Rick Perry bu tiplerdendir.
Son olarak Trump’ın atadığı isimler arasında hiç ılımlı Cumhuriyetçi yoktur. Bu da yönetimini önceki Cumhuriyetçi yönetimlerden ayıran başka bir unsurdur.
Yukarıda aktardığım şey, kongredeki Cumhuriyetçilerin politik gücü sebebiyle, Trump’ın popülist ve müdahaleci ekonomik tutumlarından vazgeçmeye zorlanmış olmasıdır. Sürekli ağzından düşürmediği altyapı yatırımı programının 2018’e ertelenmesi ve yönetimin San Francisco’nun banliyö trenlerine yapacağı ufak iyileştirmeye kaynak ayırmaktan vazgeçmesi, bu yönelime işaret ediyor gibidir.
Bu gelişmeler göstermektedir ki, Trump’ın sağcı milliyetçiliği yurt içine dönük aşırı neoliberal ekonomik politikalarla iç içe geçmiş haldedir. Bazı sağcı ve milliyetçi rejimler (Hindistan’daki Modi veya Türkiye’deki Erdoğan rejimleri gibi) sosyal refah programlarını desteklerken, diğerleri desteklememektedir. Putin’in Rusya’sı sağcı milliyetçiliği, neoliberal ekonomi politikalarıyla birleştirmektedir. Bu en kötü kombinasyondur.
ABD’de böyle bir kombinasyon, ekonominin merkezindeki durgunluğu kalıcılaştıracak ve sosyal programları kaldırması sebebiyle sıradan insanlara çok daha büyük sıkıntılar yaşatacaktır. Yükselen petrol fiyatları ekonomik çürümeyi gizlemeye yetecek büyüklükte gelir akışı sağlayabilir (aynı 2000’lerde Rusya’da olduğu gibi) fakat ekonomik kalkınma açısından ümit verici bir rota sunmamaktadır.
Bu Değişmez Demek Değil
Ekonomik ve politik koşullar ABD’de sağcı ve milliyetçi bir rejimi mümkün kılmış olsa da, kendimizi buna kaptırmamalıyız. Solun gayet iyi bildiği üzere, elverişli koşullar her zaman beklenen politik sonucu doğurmaz. Neyse ki Trump ile böyle bir rejimin başarıyla tesisi arasında hala ciddi engeller vardır.
İlk engel kendi partisinden gelmektedir. Birçok Cumhuriyetçi Trump’ın zaferini hoş karşılasa da, sağcı milliyetçiler Kongrede çok az destekçiye sahiptirler. Burada Cumhuriyetçi çoğunluk, deregülasyon yanlılarından, serbest piyasacılardan, refah devletinin düşmanlarından, vergi indirimden yana olanlardan, militaristlerden, dengeli bütçe fanatiklerinden ve eski tip merkez politikacılarının yanı sıra gerici toplum mühendislerinden oluşmaktadır.
Ucu ucuna sahip oldukları bir kongre çoğunluğuyla, bu ayrımların geldiği anlam bir kördüğümdür. Trump veya onun gibi birinin sağcı ve milliyetçi bir rejim inşa etmesi için, Kongreye hâkim olması, onu bu politikaları benimseyip uygulamaya mecbur bırakması gereklidir. Bunun olması pek muhtemel değil.
Dahası, Trump’ın büyük sermaye içindeki desteğinin ne kadar sağlam olduğu da belli değildir. Şimdiye dek büyük sermayenin, medyanın ve geleneksel iktidar elitinin büyük kısmı desteklerini esirgemiş durumdadır. Görünüşe göre ekonomik çıkarları için sorun teşkil eden sağcı milliyetçiliği yemiş yutmuş gibi değillerdir. Ayrıca Trump’un kendine has tuhaflıklarını (öngörülemez oluşu, tuhaf açıklamaları ve uzun süredir ABD’nin hakimiyetinde olan uluslararası kurumları terk etme çağrıları) kaygı verici bulmaktadırlar.
İçeriden de direniş gelmektedir. Milliyetçi bir şef gibi yönetmesi için Trump’ın, politikalarını uygulayan örgütsel bir araca ihtiyacı vardır. Bugün elindeki tek araç yürütme kanadıdır, ancak Trump kadroları federal bürokrasiyi doldurabilecek sağcı bir partiye veya harekete sahip değildir. Doğrusu birçok bürokrat, Trump’un politik yönelimlerine karşı öfkelidir.
Trump yürütmeyi kendi gibi sağcılarla doldursa bile, Kongre ve mahkemelerin elinde hala önemli bir politik güç vardır. Her şeyden önce yasama kanadı, başkanı belli koşullar altında görevden alabilir. Eyaletlere bakıldığında, yönetimler belli konularla ilgili olarak kendi politikalarını üretebilirler. En büyük üç eyalet yönetiminden ikisi (Kaliforniya ve New York) şimdiden Trump’un politikalarına karşı durmaktadır.
Dolayısıyla Bannon idari yapıları söküp parçalamaktan bahsedip dursa da, ABD’nin adem-i merkeziyetçi kurumları karşısında sağcı ve milliyetçi bir projeyi gerçekleştirmesi güçtür. Peş peşe gelen iki göçmen karşıtı önlemin mahkemeler yoluyla engellenmesinde, bunu zaten görmüş durumdayız.
Bu iktidar ağlarıyla bürokratik kanalların dışında, yurttaşlar da direnmektedirler. En basitinden, Amerikan kültürünün aşırı bireyci, anti-otoriterliğe varan damarı tek adam rejiminin dayatılmasını zorlaştırmaktadır.
Ancak daha da önemlisi, Trump’ın sağcı milliyetçi politikalarının, kitleleri harekete geçirmiş ve canlandırmış olmasıdır. Devasa protestolar ve kızgın seçmenlerin işgal ettiği devlet daireleri, Trump yönetimini savunmaya çekmiştir. Bu eğilimler Demokratların Kongredeki ve eyalet yönetimlerindeki konumunu güçlendirmiştir. Halk muhalefeti böylesi yüksek bir düzeyde devam ederse, seferber olmuş halkın çıkarları için getireceği potansiyel tehlikelerin hep farkında olmuş büyük sermaye temsilcileri endişelenmeye başlayacaktır.
Sola Düşen Rol
Bugün Amerikan solunun ne yapacağı çok önemlidir. Trump’ın zaferi ABD ve dünya için önemli bir dönüm noktası. Bu somut duruma ilişkin tahlillerden edinilen bilgiler, tarihin verdiği derslerle birlikte, bu zorlu ve tehlikeli anda Sola kılavuzluk edebilir.
Özetleyecek olursak, durum basitçe şöyledir: Sağcı milliyetçi şeflere özenen biri başkanlık görevine gelmiştir. Neoliberal kapitalizmle geçen uzun yılların yarattığı ve ekonomik krizle durgunluğun şiddetlendirdiği genel sıkıntılar, seçilmesini mümkün kılan etmenlerdir. Nüfusun büyük bir bölümü artık yönetici elite güvenmemektedir. Başkan Trump muhtemelen sağcı ve milliyetçi bir rejim kurmakta başarısız olacaktır ve birçok alanda neoliberal politikaların derinleştirilmesine dönük çabalar olduğunu görmekteyiz. Bu çabalar kördüğüme yol açabilir fakat başarılı olursa durgunlukla ekonomik gerilemeyi şiddetlendirmekten başka bir şey yapmayacaktır.
Büyük ihtimalle mevcut sistemi istikrarsızlaştıran koşullar, Hillary Clinton seçilseydi de varlığını sürdürecekti. Mevcut eğilimler devam ederse, dört yıllık bir iktidar dönemi için başka ama çok daha tehlikeli bir sağcı milliyetçi aday çıkabilir – belki bu aday Trump’ın sevimsiz şahsi özelliklerini taşımayan ve iktidarın nasıl uygulanacağını çok daha iyi kavramış biri de olabilir. Trump’ın politikaları önünde bir dolu engel olsa da, onu Beyaz Saray’a taşıyan koşullar sürdükçe tehlike varlığını sürdürecektir.
Neyse ki sağcı milliyetçilik, bugünkü koşulların önünü açabileceği tek yol değildir. Aynı koşullar solcu bir başkan adayının çıkma olasılığına da kapı aralamaktadır. Bernie Sanders’in sosyal-demokrat, reformist tutumu önseçimlerde kendisine büyük destek kazandırmıştı. Fox News’ın Mart ayında yaptığı bir ankete göre, Sanders onay oranı %61’le %50’den fazla olan tek politik figürdü. Demokrat Parti’nin 2020 adayı, yüksek ihtimalle ya Sanders’in kendisi ya da onunla aynı politik cenahtan biri olabilir.
Peki, sosyalist sol bu koşullarda nasıl yol alabilir? Sosyal demokrasiyle sosyalizm aynı şeyler değildir. Kapitalizmin yerine insani ihtiyaçların çevresel açıdan sürdürülebilir bir tarzla karşılanmasına dayalı bir sistemin konmasına mı odaklanmalıyız? Yoksa solcu bir Demokrat başkanın arkasına takılıp, tedrici reformlara mı destek vermeliyiz?
Tedrici reformlar, aynı 1930’larda olduğu gibi, neoliberal kapitalizmin sistemik krizlerine çözüm getirebilir. Ücretlerle emek verimliliğini birlikte arttıran başka bir emek-sermaye uzlaşması sağlanabilirse (teknolojik gelişmelerden doğan kazançların sermaye ve emek arasında paylaştırılması) ekonomi istikrarlı bir büyüme dönemine girebilir; tüketicilerin artan talebi, neoliberalizmdeki borçlanma yerine vergi sonrası gelirlerle finanse edilebilir. Devlet ciddi bir altyapı programını başlatıp, yenilenebilir enerji ile kaynakların etkin kullanıldığı bir üretim ve taşımacılık biçimine dayalı, ekonomik açıdan sürdürülebilir bir ekonomiyi teşvik edebilir.
Tarihin bize söylediği, kapitalizmi ileriye taşıyan reformların asla önlerini göremeyen kapitalist sınıftan ve onun temsilcilerinden gelmediğidir. Bu tür reformlar, ancak kapitalistler çıkarları karşısında ciddi bir tehditle karşılaştığında ortaya çıkar. Böylece reform ve uzlaşma, alternatif seçeneğe göre daha cazip hale gelir.
1900-16 yılları arasındaki İlerici reformların arkasında, küçük köylülerle orta sınıfın belli bir kısmında yaygın olan güçlü tekel karşıtı hareket vardı. Bu reformları mümkün kılan diğer şeyse, yerel seçimleri kazanan ve üretim araçlarının toplumsallaşması için çağrılar yapan Sosyalist Partilerin büyümesi gibi çok daha büyük bir tehdidin varlığıydı. Theodore Roosevelt Sosyalist tehditten korktuğu için, ateşli bir reformcu olmuştu.
Otuz yıl sonra aynı sülaleden başka biri, Franklin D. Roosevelt, içinde Komünistlerin önder konumda olduğu militan bir sendikal hareket tarafından, sermaye-emek arasında uzlaşmanın yapıldığı, işçilere toplu sözleşme hakkının verildiği, refah devletinin kurulduğu ve işsizlik oranını düşük tutacak Keynesçi politikalara geçildiği büyük bir kapitalizm reformunu başlatmaya zorlandı. Birkaç istisna dışında büyük sermaye, II. Dünya Savaşı’nın sonuna dek New Deal politikalarına sıcak bakmadı. Ne zaman sosyalizm savaş sonunda tüm dünyaya yayılır gibi oldu, o zaman kapitalistler onun önüne geçmek için bunları yapmak zorunda olduklarını fark etti.
Sağcı milliyetçiliğin ve kapitalizmin reformdan geçirilmesi dışında, üçüncü olası yönelim her sosyalistin istediği şeydir: Kapitalizmin ötesine, küçük bir mülk sahibi sınıfının kar saikleri yerine, insan ihtiyaçlarının üretime yön verdiği bir sisteme geçmek.
1917’den bu yana öğrendiğimiz birkaç şey var. Bunlardan biri, sosyalizmin insanlara bazı metalar vermekle yetinmeyip onları güçlendirmesinin gerektiği. Diğeriyse önceliğin çevresel olarak sürdürülebilir bir ekonominin inşasına verilmesidir. Çevresel olarak sürdürülebilir bir yönelime hızla geçme ihtiyacı, kapitalizmin güçlü kar ve birikim hırsıyla dahi mümkün değildir. Bu ancak sosyalizmle mümkündür. Böylesi bir dönüşüm, sadece neoliberal kapitalizmin krizlerine değil, kapitalizm gibi gayrı-insani ve faydasını uzun süre önce yitirmiş bir sistemin çelişkilerine de çözüm getirecektir.
Serbest piyasa kapitalizminin son krizi olan Büyük Bunalım’ın bize vereceği çok ders var. Bunalım yukarıda bahsedilen yönelimlerin üçünü de açığa çıkarmıştı ve Sol bir ülkenin faşizme mi yoksa reforma mı gideceğini belirlemede kilit rol oynamıştı. Almanya’da Komünistler ve merkezdeki Sosyal Demokratlar birlikte çalışmayı başaramayıp, Hitler’e iktidarı alma olanağı verdiler. ABD’de Komünist Parti etkin bir şekilde New Deal’ı destekledi, onu daha da sola çekmek için uğraştı ve ülkenin yerli faşist hareketini marjinalleştirdi.
Birçok Yeni Sol taraftarı, ABDKP’nin Büyük Buhran sırasında sosyalizm mücadelesi veremediğini, aksine reformist girişimlere yoğunlaştıklarını söylemiştir. Ancak geriye dönüp bakıldığında, partinin bu odağı belki de az çok doğruydu. Moskova ‘halk cephelerinin’ kurulduğu dönemde merkez ve sol arasında ittifak kurulmasını dikte etmesine rağmen, doğru bir karar alınmıştı: Reformist Roosevelt yönetimi ülkedeki faşist tehdidi yok etmekle kalmadı, işçi sınıfı için çok daha iyi olduğu inkar edilemez bir kapitalizm kurdu ve üstelik Avrupa’daki faşizmi ezmek için Sovyetler Birliği’yle ittifak kurdu.
Bugün Sol dünya genelinde, sağcı milliyetçi rejimler altında (neo?) faşizmin yeniden dirildiğine tanık oluyor. Solun içinde bulunduğu zorunluluklar hem hayal kırıklığı yaratan hem de cesaretlendiren türden. “Sosyalizm” kelimesi genç insanların sıcak baktığı bir kelime olsa da, sosyalizmin entelektüel zemini güçlüymüş gibi görünse de, ABD’de ne kayda değer bir sosyalist parti ne de militan bir emek hareketi vardır. Sosyalizm henüz gündemde değildir. Dahası aşağıdan ciddi bir tehdit olmadığı için, kapitalizmin tedrici şekilde reformdan geçirilmesi de henüz söz konusu değildir.
Ancak bu bizi cesaretlendirici kısma getiriyor. Solun görevi bugün bir yanda sosyalist bir hareket inşa ederken, bu dönemde erişilebilecek en iyi şeye kavuşmak için merkezle sol arasında ittifak kurmaktır.
Bu iki hedef birbiriyle bağlantılıdır. Reform kapitalistlerin kalbine korku salan kayda değer bir sosyalist hareket olmadan olmaz. Sol da gerçek bir toplumsal tabanı olmadığında, sağcı milliyetçiliği etkin bir şekilde def etmiyorsa kayda değer bir hareket inşa edemez.
Her örgütçü, hedef ne olursa olsun belli bir ilerici yöne kaydıklarında insanların radikalleştiğini bilir. İnsanlar mücadele ettikçe, kolektif eylemin gücünü keşfederler. Birden bire boş hayal sayılan başka bir dünya mümkün olur.
Aşırı sağcı politikalara karşı yükseltilen direniş, bazıları öncesinde protestolara katılmamış milyonlarca insanı şimdiden harekete geçirdi. Sol bizi gerçek anlamıyla düzgün bir topluma taşıma hedefine adım adım yürürken, sağcı milliyetçiliğin yenilmesine yardımcı olabilir.
Bu yazı orjinalinden Gazete Hayır kolektifi tarafından çevrilmiştir.