Cuma, Mayıs 17, 2024

“Emekçi sınıflar içinde ortak bir örgütlenmenin gerçekleşmesi her şeyin önündedir” – Ercüment Akdeniz

Her seçimde seçim aparatı olarak kullanılan göç ve göçmen meselesi 31 Mart yerel seçimlerinde de düzen güçlerince sıkça kullanıldı. Göçmenler yoksul halkın yaşadığı ekonomik sorunun kaynağı olarak gösterildi, halkın karşısına “öteki” olarak çıkarıldı. Göçmen karşıtlığının bu topraklarda resmi ve ideolojik sözcülüğünü yapan Zafer Partisi’ne, seçim sürecinde CHP’nin içindeki faşist unsurları da büyük oranda eşlik etti. Öyle ki, bu unsurların yönetime gelir gelmez ilk icraatları emeğiyle geçinen göçmenlerin dükkanını kapatmak, daha pahalı ulaşım yapmalarını sağlamak oldu. Zafer Partisi’nden CHP’ye, sandıkta oyları gerileyen AKP ve MHP’ye kadar siyasi partilerin göç politikalarının seçim sonuçlarına etkisini, Ümit Özdağ’ın işçi grevleri üzerinde durmasının anlamını, göçmenlere yönelik eşitlikçi belediyecilik anlayışının imkanları üzerine sorularımızı göç çalışmalarıyla yakından tanınan yazarımız Ercüment Akdeniz’e sorduk.

31 Mart yerel seçim sonuçları, düzen partilerinin göç politikaları ve bu politikaların halkın oy tercihi üzerindeki etkisi bağlamında bize ne söylüyor?

Suriye savaşı ve göçüyle birlikte, Türkiye son yıllarda en çok mülteciyi bünyesine alan ülke oldu. Savaşların, vekalet savaşlarının, zulmün ve göçün sorumlusu olan emperyalist devletler göç yükünü paylaşmaktan kaçıyor. Üstelik Geri Kabul Anlaşması’yla birlikte Türkiye Avrupa Birliği’nin mülteci deposu haline getirildi. AKP bir göç politikasına sahip olmamakla eleştiriliyor. Oysa ekonomik/sınıfsal bağlamda AKP’nin göç politikası merkez kapitalist ülkelerin göç stratejisine bütünüyle entegre olmuş durumda. Siyasi açıdan bakıldığında, göçmenleri tebaa toplumu olarak gören, onları demografik pazarlık enstrümanı ve demografik muharebe gücü olarak ele alan bir iktidar anlayışı görüyoruz. Aynı zamanda yerli ve göçmen yoksulların işgücü piyasasında rekabete sokulduğu, derin yoksullukta yarıştırıldıkları acımasız bir sömürü ortamı söz konusu. Saha araştırmalarında göç/göçmen sorununun hâlâ ilk üç dört sorun arasında görünmesi boşa değil. Bu sosyolojik tablo kendini seçim ve sandıklarda da belirli ölçüde gösterdi. 

Kanımca halkın bir bölümünün sandığa gitmemesi, AKP oylarından YRP’ye geçişler ve yerel seçimlerde birinci parti çıkan CHP’de toplanan oylar içinde AKP iktidarının 13 yıllık göç politikasına duyulan tepki de var. Dolayısıyla göç politikasına yönelik tepkisel seçmen davranışını sadece sağ milliyetçi partilerle ölçmek yanlış olur. 

Toplumsal muhalefet içinde uzun yıllardır AKP’den kurtulma isteği ve AKP’yi geriletme çabası var. Seçim sonuçları bu bakımdan nefes aldırmış görünüyor. Fakat sorun şu ki yoksulluk, özgürlük, demokrasi, göç gibi temel meselelerde halkın yönelimi sermayeden bağımsız, sınıf mücadelesini eksen alan siyasal bir güç odağına olmuyor. Doğrusu, böyle bir güç merkezi henüz yaratılabilmiş değil. Karşıt iki burjuva blok dışında emekçilerin ve halkın cephesi yerel seçimlerden güçlenerek çıkması gerekirken bunu gözlemleyemedik. Örneğin göçmen karşıtlığının amiral gemisi durumundaki Zafer Partisi tek başına tüm sosyalist partilerin oyunu ikiye katlayabiliyorsa oturup düşünmek lazım. (Burada DEM Partiyi ayrı tutuyorum. Çünkü Kürt halkının taleplerinin belirli oranda sandığa yansıması, kayyumlara son verilmesi bakımından orada bir başarıdan söz edebiliriz). Sosyalist/sol partilerin ve örgütlerin hem yoksulluk hem de göç politikalarında ve bu iki temel meseleyi birbirine bağlayarak sınıfsal zeminde çok daha cüretkar bir politika sergilemeleri gerekiyor.

Burada işçi hareketi ve sendikalar için de bir parantez açmak gerek. Çünkü Türkiye’de işçilerin ve halkın bu kadar yoksullaştığı, adeta açlığa itildikleri ve sermaye saldırılarının alabildiğine yoğunlaştığı bir dönemde; mücadeleci sendikal hareket ya da birleşik bir işçi hareketi istenen şekilde ortaya çıkabilmiş değil. Sendikal bürokrasinin engelleyici tavrını da not düşmek gerekir. Sendikal bürokrasinin siyasal alana etkisi küçümsenmemeli. Düzen sendikacılığı düzen partilerine adeta kan taşıyor. Düzen partileri de kolu kanadı kırılmış emekçileri popülist siyasetin peşinde koşturuyor. Göç politikalarında da durum farklı değil. Milliyetçiliğe, şovenizme ve ümmet siyasetine yaslanan bürokratik sendikacılık burjuva düzen partileriyle aynı koronun şarkısını söylüyor: “Göçmenler gitsin, göçmen işçiler yerli işçilerle eşit haklara sahip olmasın diye bizi destekleyin!” Onların kitabında yerli ve göçmen emekçilerin mücadele ortaklığı yazmıyor. Yeni ve devrimci mecra ancak bu ortak örgütlenme hattı üzerinden açılabilir.   

Son yazınızda, MHP, İYİ Parti ve Zafer Partisi’nin seçimlerde istedikleri başarıyı elde edememesinden hareketle aşırı sağın güç kaybettiğine ilişkin değerlendirmeniz var. Bu güç kaybının nedeni ne ölçüde göç politikalarıyla ilişkilidir?

Göç olgusu önümüzdeki yıllarda daha da ağırlaşan bir projeksiyona işaret ediyor. Dünyada ve Avrupa’da işçi hakları budanırken, ucuz ve güvencesiz işgücü açığı sermayenin yedek ordusu olarak geçici sözleşmesi göçmen işçi transferi üzerinden kapatılıyor. Doğrudan doğruya sınıf mücadelesini ilgilendiren küresel kapitalist göç rejimiyle karşı karşıyayız. Sınıf mücadelesi buna karşı stratejiyle yanıt vermediği sürece boşluğu neo-faşist, nasyonal sosyalist parti ve akımlar, nasyonal şoven sendikalar dolduracak. Dünya ve Avrupa seçimlerinde aşırı radikal sağ partilerin yükselişi de bize bunu gösteriyor. İş öyle bir raddeye vardı ki, haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağın güçlü bir blok kurması gündemde.

Bu süreçte 31 Mart yerel seçimleri görece ters dalga etkisi gösterdi. Sağ milliyetçi partiler oy kaybına uğradılar. 2028 seçimleri için kurgulanan “sağ milliyetçi blok iktidarı” senaryosu da ağır yara almış oldu. Ama şimdilik, çünkü 2028’e daha çok var.  

MHP ve İYİP göç yoğunluklu sınır kentlerinde de ciddi oy kaybına uğradı. Dolayısıyla iktidarın göçmen politikasına duyulan tepki bu partilere akmadı. Fakat Zafer Partisi’nin oylarını diğer sağ milliyetçi partilerden ayrı değerlendirmek gerek. Çünkü Zafer Partisi’nin İstanbul, Ankara ve İzmir’de İl Genel Meclisi seçimlerinde aldığı oylara bakıldığında yüzde 3-4 bandına geldiği görülüyor. Yani radikal göçmen karşıtlığının üç büyük kent gençliği üzerinde belirli etkisi hâlâ var. İstanbul’daki sonuçlar da çarpıcı. Göçmen-yoğun nüfusa sahip Fatih, Esenyurt, Küçükçekmece, Bayrampaşa, Esenler, Bağcılar, Üsküdar gibi ilçelerde Zafer Partisi ilçe genel meclislerinde yüzde 4-5 bandına geldi. Bence Zafer Partisi Türkiye genelinde oylarını korudu, büyük kentlerde ve ilçelerde de biraz artış gözleniyor. Bu tablo göç politikalarında hem sosyalist sola hem de mücadeleci sendikalara uyarıcı bir etkide bulunmalı. Zafer Partisi’ni bir isimden çok bir figür olarak düşünmeli. Aşırı sağ tehdit hâlâ güncel, ileride bunu başka isim de bir parti de devralabilir.

Ümit Özdağ’ın Lezita Grevi ziyaretinde olduğu gibi işçiler arasında göçmen düşmanlığını körüklemeye dönük özel çabası oldu. Zafer Partisi’nin gençlerin yanı sıra işçilere böyle yönelim göstermesinin temel nedeni sizce ne?    

Tarihsel ve küresel olarak baktığımızda aşırı sağ, neo-faşist parti ve akımlar sadece göçmen düşmanlığı yapmazlar. Aynı zamanda şovenizmi işçi hareketini yedeklemek için kullanırlar. Çünkü işçileri arkasına alamayan iktidar olamaz. Ekonomik kriz ve buhran günleri onlar için paha biçilmez dönemlerdir. İşçilerin tepkisini sermaye yerine göçmen işçilere yönlendirmek ise her daim kullanışlı argüman.

Lezita ve Gedik Piliç son dönemde Hindistan ve Afrika’dan göçmen işçi transferleriyle gündem oldu. Amaç elbette daha ucuz ve güvencesiz işçi çalıştırmak. Özellikle de göçmen işçileri uzun saatler çalıştırmak. Patronlar göçmen işçilerin çaresizliğinden yararlanıyor ve gerektiğinde onlara grev kırıcılığı dayatıyor. Çoğu durumda göçmen işçi bunun da farkında olmuyor. Özdağ’ın Lezita çıkışı şovdan ibaret. “Grevin başarısı için ne yaptın, sermaye karşısında işçilerin mücadelesinin yanında ne kadar durdun” diye sorarlar adama. Ama yine de hafife almamak gerek. En az o kadar cüret göstermek, ısrarla yerli ve göçmen işçilerin eşit haklarda birleşmesini savunmak gerekir. Sorun göçmen işçilerin Türkiye’de çalışması, çalıştırılması değil yerli işçilerle eşit haklara sahip olması ve sendikalı çalışabilmesi. Şovenizmi kıracak talep budur.

Doğrusu, ben radikal sağ siyasetin merkezine göçmen düşmanlığını aldığını ama Batı’daki aşırı sağdan farklı olarak işçilere henüz mesafeli durduğunu görüyorum. Zafer Partisi’nin Lezita gibi girişimleri çoğalırsa şovenizm daha hızlı yayılma potansiyeline sahip. Dolayısıyla şovenizme karşı mücadelenin ön cephesi bence fabrikalar. Örneğin, 1 Mayıs bu prensipten bağımsız ele alınabilir mi? Göçmen işçilerin taleplerinin olmadığı 1 Mayıs düşünülebilir mi?  

Göç ve belediyeler üzerine yayınlanan bir kitabınız bulunuyor. Bu kitabın hazırlanma aşamasında yaptığınız araştırmalara ve son seçim sürecindeki gözlemlerinize dayanarak CHP’nin göç ve göçmen konusuna yaklaşımını nasıl değerlendirirsiniz? Bolu belediye başkanı Tanju Özcan negatif bir simge olarak sivrilmişti, şimdi Afyon’da seçilen Burcu Köksal’ın da benzer bir yönelimi benimsediği görülüyor bu örneklerin özellikle CHP içinde artacağına dair bir öngörünüz var mı?

Araştırmamda örnekler verdim: Merkezi bütçeden belediyelere ayrılan payda göçmenler yok. Bu durum kentler arasında eşitsizlik yaratıyor. İş cinayetlerini önlemek üzere belediyeler önemli yetkilere sahip, ruhsat iptal etmek gibi. Gettolaşmanın önlenmesi ve yerli/göçmen yoksullar için yaşanabilir mekanşar ve alanlar, sosyal hizmet dalları açısından da sosyal belediyecilik büyük önem taşıyor. Keza mülteciler için dil bariyerinin aşılması da öyle. Fakat CHP’de ve CHP’li yerel yönetimlerde bu talepler çok geride kalıyor. En baskın ses Tanju Özcan’a ait. O’na Burcu Köksal gibi isimler eşlik ediyor. Kürt ve göçmen düşmanlığı sosyal demokrasi içinde de güçleniyor. Nefret suçlarına yönelik cılız itirazlar olsa da parti içinde caydırıcı bir pratik göremiyoruz.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Sosyalist Enternasyonal’de yaptığı konuşmayı iyi okumak lazım. Çünkü Özel, dünyada aşırı sağın yükselişini tehlike olarak değerlendiriyor ama partisinde Tanju Özcan ve Burcu Köksal gibi Avrupa’nın aşırı sağı ile yarışan figürler var. İnandırıcı olamıyor. Ama burada bir başka paradoks daha var: Bugünkü Sosyalist Enternasyonal’in sadece kabuğu sosyalist, içi ise burjuva sosyal demokrat. Onlar şimdi el ele göçmen düşmanlığını aşırı sağın elinden alarak kendileri için bir kılıca dönüştürmek istiyor. O platforma baktığımda CHP’nin Tanju Özcan gibi figürlere yol vermesi beni şaşırtmıyor. Sosyalistlerin işi zor çünkü aşırı sağ sosyal demokrasinin içine de sızdı ve aynı zamanda onunla ideolojik olarak mücadele etmek gerekiyor.   

Son soru olarak, kitabınızda da bahsettiğiniz göçmenlere yönelik eşitlikçi politikalar için somut pratik önerileri hayata geçirmeye niyeti olan bir yerel yönetim örneği şu an görüyor musunuz? Yakın gelecekte böyle bir örnek oluşabilir mi?

Göç ve Belediyeler kitabında bir yol haritası vermeye çalıştım. Öncelikle 140 ülkeyi kapsayan Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Teşkilatı (UCLG) içinde bir muhalefet blokunun oluşturulmasına kafa yormak lazım. DEM Parti’nin aldığı 78 belediye, CHP’li bazı belediyeler ve sınırlı da olsa sosyalistlerin kazandığı belediye mevzileri bunu tartışmalı. Belediye meclis üyeleri de bu bakımdan önemli. Dünyaya soldan, sosyalizmden, emekten ve göçmen haklarından bakan diğer ülkelerdeki kardeş belediyelerle bir araya gelinmeli.   AKP küresel kapitalizme kendini kanıtlamak için yerel yönetimlerde Antep Modeli’ni ortaya attı. Bu modelde göçmenler bir tebaa toplumu, göçmen işçiler ise azami sömürülecek proleter topluluk olarak kodlanmış. Karşı bir modeli nasıl oluşturabiliriz, buna birlikte kafa yorabilmeliyiz. İşçiler, işçi örgütleri, işçi sağlığı ve iş güvenliği kurulları ve sendikalar yerel yönetimleri nasıl denetler, göç politikalarında hangi çalışmalara yönelirler. Bu da önemli bir diğer tartışma başlığı. Böylesi bir yönelim için belediye imkanları önemli ama ille de belediye yönetimlerinde olmak gerekmiyor. Emekçi sınıflar ve halk içinde ortak bir örgütlenmenin gerçekleşmesi her şeyin önündedir. Kanımca küresel kapitalist yerel yönetim anlayışına karşı illerde ortak çalıştaylar ve sempozyumlar örgütlenebilir. Evet, bütün bunlar yakın vadede gerçekleşebilir. Yeter ki istek ve irade olsun. Burjuvazi, işçileri “yönetişim” adı altında patron örgütlerinin peşine takmak istiyor. Türkiye işçi sınıfının tek paydaşı, kendi parçası da olan göçmen işçilerdir. Sınıf kardeşliği ve sınıf mücadelesinde paydaşlık kapitalizme karşı ortak mücadeleden başka bir şey değildir.

Son Eklenenler