Salı, Nisan 30, 2024

Savaş Düzeni: Şuursuz Ricat Sürüyor

İktidarın aktif göz yummasıyla Suriye’de rejim değişikliği operasyonunun aparatı olan tekfirci bir kalleş çetenin Ankara’da barış mitingine saldırmasının üstünden altı yıl geçti. Birinci patlamanın sesini duyup arkamı dönüp ikinci patlamanın insanın kanını donduran sarı siyah ateşini görmemin üzerinden altı yıl geçti. Düzen duruma hâkimdir. Serdar’ın, Tekin’in, Tayfun ağabeyin emaneti İnşaat İş canını dişine katarak onların anısına layık bir mücadele yürütmeye çabalıyor, Gökmen’in kendi adını taşıyan hiç göremediği oğlu büyümeye devam ediyor, 10 Ekim Dayanışması devletin çoğu zaman acımızla alay etmek anlamına gelen baskısı altında adalet arayışını sürdürüyor. Düzen duruma hâkimdir ve at değiştirmeye hazırlanıyor. 10 Ekim’in hemen ardından “Sınıf savaşı sıkça kullandığımız bir kavram, kavramı biz sıkça kullanıyoruz burjuvazi fiilen uyguluyor ve kavramın adını ağzına bile almıyor” diye yazmışım. Durum aynıdır.

1 Mayıs 96’da yükseklik avantajıyla silahsız insanların üzerine ateş açıldığında da oradaydım. Eminönü Karaköy iskelesinin köşesine dehşet içinde büzülmüştüm. Sabah beri bizzat gördüklerimin Babamın o zamanlar beğenerek okuduğu ana akım basında hatta kimi “solcu” gazetelerde bile nasıl çarpıtıldığını ertesi gün okuduğumda sermaye düzeninin ve egemen ideolojinin gücüne dair acı ama vazgeçilmez bir ders aldım. Sadece okuyarak asla öğrenemeyeceğiniz, medyadan izlerseniz (bugünlerde sosyal medyadan da demek lazım) zaten yanlış öğreneceğiniz, ama bir daha hiç almak istemeyeceğiniz bir ders. Türkiye’de devrimcilik arayışında olanlar böyle isteklerine hiç ulaşamaz.

O gün katliama yol veren iktidar seçim kazanmakla başlayan bir takım kısa vadeli siyasal hedeflerine ulaştı. Muktedirliklerinin keyfini yarın yokmuş gibi sürdüler. Altı yılda yarattıkları siyasal iklimin rahatlığında nasıl zalim ve nobran bir pişkinlikle istedikleri politikaları uyguladıklarını, bu arada müstehcen bir biçimde zenginleştiklerini gördük. Bugünlerde ise meşhur türküde olduğu gibi aşağıdan yukarıdan yolun sonu görünmeye başladı. Devlet mekanizması su sızdırır gibi bilgi sızdırıyor. Mesela aynı süreçte ve benzer örgüt bağları ile iki TSK mensubunu yakarak öldürülmesine adı karışan yabancı uyruklu bir kişinin Gaziantep’te yıllardır yaşadığı, rahatça esnaflık yaptığı ve örgüt üyeliğinden tutuksuz yargılandığı basına yansıtıldı. Kimsenin şüphesi olmasın bu ve benzeri haberlerin kaynağı olanlar katili şimdiye dek koruyan, şimdiyse sermayenin sınıf savaşında oyun planını değiştiği için bu türden bazı bilgilerin şimdi kamuoyuna yansımasının gerektiğini düşünenlerdir.

Tam da bu yüzden üzülerek söylüyorum ki 10 Ekim akşamı sırıtarak demeç verenler iktidar makamlarından ayrıldığında adalete yaklaşmış olmayacağız; bir ihtimal belli bir süre barış mitinglerine canlı bomba endişesi taşımadan gideriz o kadar. Altı yıl önce “Zor bir mücadele dönemine kurumsal ve moral yönden yıpranmış olarak gireceğiz. Esas kötü haber şu dünyada sonu görünmeyen bir kriz ortamına paralel olarak yerleşik siyaset düzeyinde otoriterleşme ve yurttaş haklarının her düzeyde budanması norm haline gelmekte. Buna sağ popülist çizgiden başlayarak faşizan karaktere kayabilen siyasal akımların her yerde görüldüğü de eklenmeli. Mezhepçilik coğrafyamız özelinde bu sorunun bir veçhesi. Dolayısıyla Reis’in siyaseten etkisizleşmesi (ki muhtemel gözüküyor) bu otoriterleşmede bir çarpan etkisini ortadan kaldırsa da genel eğilimi tersine çevirmeyecek.” diye yazmışım. Hala aynı kanıdayım. Tabi altı yıldır, “Allah’ın lütfu” darbe girişimi de kullanılarak, etkisizleşmenin bugüne ertelendiği gerçeğinin de üstünden atlamayalım.

7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından girilen devlet terörü döneminde emek, barış ve demokrasi güçleri belki son elli yıldır hiç olmadığı kadar örselendi. Aslında 2015 yılının katliamlar silsilesi 5 Haziran’da Diyarbakır’da HDP’nin seçim mitinginde başlamış, Suruç saldırısıyla da boyut değiştirmişti. Bu politika ile iktidar dış politika ile iç politikayı birleştirdiği bölgesel bir müdahaleciliğe elini yükseltirken, Türkiye solunu ülke içinde kumda oynamaya mahkûm ediyordu. Bu noktada Suriye ve Irak’ta bölgesel güç dengesinin bir parçası olan Kürt Özgürlük Hareketiyle de ülke içinin bağını kesmeye çalışıyordu. Ülke solu tüm bu sürecin sonunda bir yandan AKP iktidarına daha büyük bir kin duyarken, aynı zamanda omuzlayamayacağı kadar ağır bir yükün altında ezildiğini bütün varlığıyla hissetti. Sonuç yüksek perdeden çok bıçkın konuşan ama varlığını belli mekânlara daraltan, kendi öz gücüyle değil niteliği belirsiz bir toplumsal muhalefet söylemiyle kendini kurgulayan bir reformizm oldu. Bunun tarihimizde benzeri yoktur. 12 Eylül’den sonra kuşkusuz bir geri çekilme olmuş ama sonrasında işçi hareketi, kamu çalışanları hareketi ve öğrenci hareketi toparlanmıştı, dönemin ideolojik keşmekeşi büyük bir sorun olsa da bu problem bize özgü değildi. Bugünlerde ise kurtuluşu Millet İttifakı’nın zaferinde arayacak kadar geriye düşmüş durumdayız. Ya da Millet İttifakı’nın kalbi ve ruhu olan CHP’ye akıl öğretmeye çalışıyoruz.

Düzen muhalefeti ancak sermaye devletinin sert çekirdeği olan kontrgerilla mekanizmasını bugün içine düştüğü pespayelikten kurtarır, bizim mücadelemize bir faydası olmaz. Kamu görevinden zenginleşmenin norm haline geldiği, kara para aklama, torbacılık ve muhabbet tellallığının devlet görevlileriyle yan yana anıldığı bu koşullarda sermaye düzeninin ihtiyacı Çin çerçevelenirken küresel tedarik zincirlerini Türkiye’ye çekecek hukuk devleti ve işleyen kurumlar makyajıdır. Bir de ezilenler ve emekçiler arasından rıza devşirmek için Reis miti yerine yeni bir anlatı gerekiyor. Millet İttifakının normalleşme ve demokrasiye dönüş söylemi bu anlatıyı bir süreliğine oluşturabilirse, biz de bir süre 10 Ekimler olmadan mitinglere gideriz ama bilincimizi bütünüyle satmadıysak, madenciler de Somalar olmadan madene iner diyemeyiz. Çünkü yeni düzen vaat edenler “lojistik merkezi” Türkiye dedikleri zaman aslında işçi sınıfına daha az işyeri güvenliği, daha büyük doğa talanı ve daha büyük sömürü vaat ediyorlar.

Gökmen, Serdar, Tekin, Tayfun ağabey ve diğerlerinin hayali 10 Ekimlerin de, Somaların da, Davutpaşaların da olmadığı Türkiye’dir. Bunun için sömürü ve tahakküme karşı amansızca savaşılan bir ülkedir. Görmediği ve adını taşıdığı babasının adalet arayışının, hayalini gerçekleştirme çabasının sorumluluğunu şimdilerde beş yaşında olan Gökmen Dalmaç’ın büyüdüğü günlere bırakmayı reddediyorum. Kavga bugün de verilmelidir. Bunu söylüyorum çünkü bu hedefe, bir süreliğine de olsa Millet İttifakının peşine takılmayı kendine yediren aşamacı bir siyasal akılla ulaşamayız. Balayı dönemi bittikten sonra sermaye düzeninin 1 Mayıs 96ları, 10 Ekimleri yaratan canavarları daha büyük kan dökücülükle geri dönerler. Son altı yılın şuursuzluğu bizi bugüne getirdi, sosyalist hareketin öz gücüne değil düzen içi dizilişlere güvendiğimiz bu güne. Tam da bu yüzden, 10 Ekimden hemen sonra yazdığım yazıyı bitirirken kaleme aldığım son hala geçerlidir: “Bu kritik dönemi böyle bir siyasi sorumsuzlukla heba edemeyiz. Çünkü bedeli ağır oluyor, çünkü bedeli ağır oldu.”

Son Eklenenler