Perşembe, Haziran 27, 2024

Hiçbir yere çıkmayan yollar

Faşizmin hayaleti” başlıklı yazıda tarihsel ve güncel olarak solun, faşizmin yükselmekte olduğuna ya da halihazırda faşizm altında yaşadığımıza dair tahlillerden hareket etmesinin nesnelliğini ve işlevini tartışmaya açmaya çalıştım. Yazı hem beklendik ezber tepkilerle karşılandı hem de aslında tahminimden daha büyük oranda olumlu karşılık buldu. Esas sevindirici olan ise bu tartışmanın sosyal medya sığlığının ötesine geçmesi ve Can Soyer’in Ayrım’da yayımlanan “Her Yol Roma’ya Çıkmayabilir” başlıklı yazısıyla faşizm tartışmasına dair önerdiğim çerçevede itiraz ettiği noktaları işaret edip tartışmayı genişletmesi oldu. Soyer’in mevzuyu taşıdığı zemine geçmeden bir önceki yazıda ifade ettiğim birkaç meselenin üzerinden hızlıca geçerek belli noktaları netleştirmek, tartışmayı doğru temele oturtmak için gerekli görünüyor. 

Öncelikle gelen eleştirilerin neredeyse tamamı kasıtlı ya da kasıtsız olarak yazının odağındaki sorgulamanın üzerinden atlıyordu. Benim için tartışmanın öncelikli zemini faşizm kavramının bugün içinde yaşadığımız koşulları açıklamak açısından yerindeliği, doğruluğu ya da tutarlılığı değil. Tam da bu yüzden herhangi bir faşizm tanımını esas almayan bir mesafede durmaya çalıştım. Tartışılmasını istediğim esas konu tarihsel olgulara yaslanan ama anlamı çelişkili biçimlerde genişlemiş olan1 faşizm kavramıyla (akademik, teorik ya da felsefi olarak değil) politik olarak ne yaptığımız. Faşizmin yükseldiği ya da halihazırda mevcut olduğu fikrinden yola çıktığımızda bu kavramın bizim siyasi pratiğimizi, stratejik ve taktik programlarımızı şekillendirmede nasıl bir etkiye sahip olduğu. Bu sorgulama tabii ki yıllardır faşizm kavramı üzerinde yapılan teorik cambazlığın ve buralardan hareketle yapılan faşizm tahlillerinin nesnelliğine dair bir şüpheden ileri geliyor. Bu şüpheye kapı aralamak istemeyenler için elde hazır ezberden bol bir şey yok, faşizme karşı omuz omuza seçim sandıklarına ve basın açıklamalarına gitmeye ya da pratikte karşılığı olamayan bir radikal söylem siyasetine devam edebiliriz. Fakat bu şüphenin üzerine gitmek isteyenler için bu sorunun solun mevcut pratiklerine dair tartışmalara doğru genişlemesi kaçınılmaz.

Önceki yazıda da belirttiğim gibi 1945 sonrası faşizm tartışmalarının hararetli ve yoğun bir biçimde ilk geri dönüşü 1968’i takip eden yıllara denk geliyordu. Bir yanda Pulancas’ın faşizmi kapitalizmin emperyalist aşamasına içkin bir olgu olarak yorumlayan yapısalcı tarihselleştirmesi, diğer yanda postyapısalcı ekolün kavramı genişleten, faşizmi herşeyleştiren teorik yaklaşımları ortaya çıkarken RAF’ın, Mahir Çayan’ın, İbrahim Kaypakkaya’nın tahlilleri de pratik bir hattın (ve gerekliliğin) zemini oluyordu. İkinci gruptaki tahliller de ilkindekiler gibi klasik faşizmin zaman içinde dönüştüğü ya da farklı coğrafyalarda farklı formlar aldığı yorumundan hareket ediyorlardı fakat istisnai bir zor rejimi olarak gördükleri faşizmle mücadelenin yolunun bunun tarihsel örneği de olan, Avrupa’nın hemen her yerinde klasik faşizme karşı örgütlenen silahlı direniş birlikleri olduğu gerçeğini es geçmiyorlardı. Çoğu siyasi mücadelelerine TİP’te başlamış olan 68 kuşağı devrimcilerini 71 kopuşuna götüren, yaptıkları faşizm tahlillerinin bu dolaysız sonucuydu. O zamandan bugüne geçen 50 yılda ise sol açısından faşizmin postyapısalcı yorumunun baskın geldiğini söylemek yanlış olmaz, zira faşizmin söylem düzeyinde herşeyleştiğini ve faşizm tahlilinin artık karşısında bir zor siyaseti inşa etmeyi dayatmadığı ortada. Peki faşizm halihazırda var ya da yükseliyor diyenler, onunla mücadele etmek için faşizm olarak görmedikleri koşullardaki mücadelelerden farklı hangi taktik ve araçları öneriyorlar? Bu ayrımın bugün pratik düzeyde bir karşılığı olduğunu söylemek güç. O halde faşizm söyleminin başka bir işlevi olabilir mi?

Kavramın şu ya da bu yorumuna yaslanıp tahlile girişmeden, onun bütün farklı ve birbiriyle çelişen tanımlamalarıyla birlikte solun siyasi pratiğine nasıl yön verdiğine bakmak ve faşizmin tarihsel süreçte edindiği muğlaklığa yaslanarak propaganda edilen aciliyet hissinin bugün 50 yıl öncekinin tam tersi biçimde sol için düzen siyasetine eklemlenmeyi, kötünün iyisine rıza üretmeyi meşru kılan bir nitelik kazandığını görmek gerekiyor. Komite’nin Türkiye’nin Rejim Meselesi başlıklı broşüründe şöyle demiştik: “Ülke solunda eskiden beri, Türkiye Cumhuriyeti’nin sürekli olarak yükselen bir faşizme yataklık ettiği yaygın bir kanaattir. Eğer durum böyle ise bağrında faşizmi besleyen bir devleti bir an önce yıkmaya çalışmak gerekir. Fakat sol, tersini yaparak “faşizme karşı birleşik cephe” gerekçesiyle cumhuriyetten ve cumhuriyetçilerden yana davranıyor. Dolayısıyla keskin bir dille iktidar eleştirileri yaparak her şeye “faşizm” demek daima radikallik işareti değildir, düzen muhalefetine yanaşma arzusu anlamına da gelebilir.”

Bugün bu durum Batı solu için de geçerli.2 En doğru faşizm tanımı ve oradan hareketle yapılacak en tutarlı faşizm tahlili de bu durumu değiştirmeyecek. Arkasındaki niyet ne olursa olsun, neoliberal dönemin geneline baktığımızda faşizme (ya da tehdidine) karşı kitleleri siyasallaştırma çabasının Türkiye’de de dünyada da etkili ya da kayda değer bir sonucu olduğu söylenemez. Hatta bu yaklaşımın emekçilerin faşist addedilen partilere ciddi oranlarda rıza göstermesinin önüne geçemediği de aşikar. Bunun bir sebebi siyasal olanın ekonomik olandan yalıtarak ele alınması ise diğer sebebi de faşizm söylemlerinin kitleleri harekete geçirecek bir gerçekliğe temas edemiyor oluşu. Bu iki tespiti de derinleştirmek için ilk olarak Can Soyer’in yazısında odağa aldığı öz ile görüngü arasındaki ilişkiye bakmakta yarar var.

Hayaletler, hakikatler

Kapitalizm kavramı içinde yaşadığımız toplumsal düzenin politik ekonomisini tanımlıyor. Dolayısıyla bu ikisinin, siyaset ve iktisadın dolaşıklığının, ayrılmaz bütünlüğünün ifadesi. Kapitalizmin politik ve ekonomik görüngüleri özerk ve birbirinden bütünüyle bağımsız hareket edebilir gibi görünse de aslında bu ideolojik bir yanılsama. İkisinden birini, diğerini yok sayarak ele alanların tahlilde hata yapması kaçınılmaz. Bu noktada Kosik’ten hareketle “gerçeklik, görüngünün ve özün birliğidir” diyen Soyer’le kapitalizm bağlamında neyin öz, neyin görüngü olduğu konusunda ayrılıyoruz. Ekonomik olanı öz, siyasal olanı ise görüngü olarak tanımlamak, bu ikisi arasında bu tarz özsel bir ayrımdan, bir tür kartezyen ikilikten ya da ekonomik determinizmden hareket etmek genelde solun yanılgılarının başladığı nokta oluyor. Oysa bu ikisi de görüngülerdir. Kapitalizmin özü ise politik olanla ekonomik olanın ayrılmaz biçimde iç içe geçmiş olduğu gerçeğidir. Fakat görüngülerin, yani ekonomik ya da siyasal olanın diğerinden yalıtılmış biçimde ele alınabildiği her biçim ise gerçekliğin parçalı ifadesi olduğu için yanıltıcı olma potansiyelini içinde taşır. Buna kabaca “ideoloji” diyoruz. 

Örneğin ücret mücadelesi, zam talebi, iş ve sosyal hak mücadeleleri kendi başlarına ele alındığında ekonomik olanın siyasal olandan ayrı, kritik düzeyde yaşamsal olduğu için de öncelikli olduğu izlenimini yaratır. Bu tarz bir ekonomizmle yola çıktığımızda direnişteki birçok işçiden duyabileceğimiz “burada siyaset yapmıyoruz, hakkımız olanı talep ediyoruz” ifadesini onaylar hale gelmemiz kaçınılmazdır. Bu yaklaşım kapitalizmin işleyişini gizler, dolayısıyla ideolojiktir. Burada devrimciler açısından önemli olan yüzeyde ekonomik görünümlü bu mücadelelerin içindeki politik muhtevayı, siyasetle ekonominin birliğini ortaya çıkarmaktır. Fakat bu çabayı “marksizm […] sınıf mücadelesini olabildiğince siyasallaştırmakla ilgilenir”3 şeklinde ifade ettiğimizde, sözlerimiz sınıf mücadelesinin siyasal olmayabileceği anlamını da içerdiği için marksizmin politik ekonomi eleştirisiyle çelişir. Bu, solun ekonomik mücadeleleri genellikle ikincil ve siyasal olarak düşük getirili gören tutumunun bir çıktısıdır.

Faşizm söylemi ise bize madalyonun diğer tarafını gösteriyor. Nasıl ki siyaseti dışlayan ekonomizm bizi ideolojik bir kapalılığa sürüklerse, siyasal olanı ekonomik olandan yalıtık olarak ele almak da aynı hatayı tersinden işlemekten başka bir şey olmaz. Bu açıdan faşizmin birbiriyle çelişen tanımlarında dahi ortak olarak var olan “istisnai zor rejimi” düşüncesi, toplumu ekonomik nedensellikten arındırılmış bir sıradışı siyasi baskı ortamından çıkarmayı mücadelenin öncelikli hedefi haline getirir.4 Can Soyer “birbirinden koparıldığında sadece görüngüler değil, özler de hayli yanıltıcı sonuçlar doğurabilir” diyor ve bu sonuçları da şöyle tanımlıyor: “Her ikisi de kapitalizmin birer biçimi olduğu için, örneğin parlamenter bir rejim ile faşizm arasındaki farkların mücadele taktikleri açısından önem arz etmediğini ileri sürmek gibi yanıltıcı sonuçlar.”5 İlginçtir ki bu benim dediklerimle değil ama Soyer’in parçası olduğu siyasetin pratiğiyle çelişiyor. Ben de tam olarak bunu, farklı siyasal görüngülere karşı inşa edilecek mücadelelerin araçları ve tarzları da kaçınılmaz biçimde farklı olması gerekeceği için faşizm tahlillerinin nesnelliğini sorgulamak gerektiğini söylüyorum. Önceki yazıda kurmaya çalıştığım çerçeveden hareketle bu ayrımın önemsiz olduğunu söylediğim sonucuna varmak zor. Tahminim bu ifadelerin başka bir yazıya cevaben de yazılmış olabileceği, bu noktaya ileride döneceğim.

Tartışmasız biçimde farklı pratikler dayatan bu ayrım yüzünden solda hakim olan faşizm tahlillerinin, mesela “Emekçi mahallelerini AKP ve MHP faşizmine teslim etmeyeceğiz!” ya da “Bu ülkeyi faşistlere terk etmek yok!” gibi ifadelerin ekonomizmin tersi yönde, siyaseti ekonomiden soyutlayıp ele alan tarzda yanıltıcı bir sonuç yarattığını söylüyorum esasen. Önceki yazıdaki iddiam, Soyer’in çizdiği çerçeveyi esas alırsak eğer, parlamenter bir rejim ile faşizm arasındaki farka, mücadelenin taktik düzeyini de belirlemesi gereken bu ayrıma dair bilginin sol açısından öznel bir koşul yaratıp yaratmadığını sorgulamamız gerektiğiydi. Daha düz bir tabirle söylersek, sol, şu ya da bu sebeple işine geldiği için, mevcut durumu ya da gelmekte olanı faşizm diye adlandırmayı tercih ediyor olabilir mi? Keyif kaçırıcı ama sormaktan da çekinilmemesi gereken soru bu.

Bu noktada “bir hayalet olarak faşizm” ifadesini açmakta yarar var. Hayalet, varlığı tamamen öznel koşullara bağlı, herhangi bir özle ilişkisi şaibeli olan bir görüngüyü, bir çeşit sanrıyı ifade eder. Maddi gerçeklikle, yani canlı bedenle bağı kopmuştur. Bir hayaletin varlığını, ölmüş birinin ruhunun dünyayı terk etmeyebileceğine inanıp inanmamamız belirler. İnanırsak (bizim için) vardır, inanmazsak yoktur. Hayalet ve benzeri hurafeler tam olarak bu tarz inanç ya da telkinler yoluyla işler. Benim faşizmin bugün bir hayalet olma ihtimalini sorgularken kast ettiğim ise ne onun asla var olmamış bir şey olma ihtimali (zira hayaletlerin artık mevcut olmayan maddi kökenleri, o ruhların terk ettiği bir zamanlar canlı olmuş bedenler vardır ve faşizm açısından bu 1920-45 arası Avrupasıdır), ne de onun kapitalizmin bir görüngüsü olarak yanıltıcı olup olmamasıdır. Benim sormaya çalıştığım soru 20. yüzyılda yarattığı tarihsel yıkımın da etkisiyle faşizmin solun bilincine yerleşmiş, onun maddi gerçekliği çarpıtmasına yol açan (ve bu açıdan kullanışlı da görülen), somut durumun nesnel tahliline yaslanmayan, tamamen öznel bir yorumlamaya yol açıp açmadığı. Hayalet kelimesiyle anlatmaya çalıştığım ve aslında önceki yazıda gayet açık olan sorgulama bu.

Dolayısıyla Soyer’in “hayaletlerden kurtulduğumuzda gerçeklere erişeceğimiz fikrinin kendisi bir hayal olabilir”6 cümlesini okuduğumda hayalet kelimesinin gündelik dildeki anlamını ister istemez yeniden sorguladım. Hayaletlerden, yani nesnel temelleri olmayan metafizik varlıklardan kurtulduğumuzda gerçekliğe daha yakın bir yerde olmayacağımız iddia edilebilir tabii ki, ama o noktada artık bilimdense inancın sahasındayızdır. Soyer’in siyasetin böyle bir metafiziğe bel bağlaması gerektiğini iddia ettiğini zannetmiyorum ama iddia ve beyanlarının ötesinde ortaya koyduğu akıl yürütmenin ve önerdiği pratiğin vardığı yer maalesef burası. Gayet anlaşılır olarak “parlamenter bir rejim ile faşizm arasındaki farkların mücadele taktikleri açısından önem arz ettiğini”7 söylese de, sadece TİP özelinde değil, faşizm tahliline yaslanarak propaganda yapan solun neredeyse tamamı açısından bu farkın taktik ve pratik düzeyde bir karşılığını görmüyoruz. Beni önceki yazıda açmaya çalıştığım “faşizm solun mevcut siyaset tarzını devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu bir hayalet mi?” tartışmasına götüren tutarsızlık tam olarak bu. 

Ekonomisiz politika

Yukarıda detaylandırdığım meseleler önceki yazıda da oldukça netti aslında. Bu yüzden Can Soyer’in şu cümlelerini şaşkınlıkla karşıladım: “Yeksan direksiyonu sert bir şekilde kırarak bize aslında faşizmin her yerde bulunduğunu, kapitalizm koşulları altında faşizmin olağan bir norm olduğunu, haliyle “faşizm olmayan bir kapitalizm”den söz etmenin (en azından siyasal mücadeledeki taktikler açısından) beyhude bir çaba anlamına geldiğini söylüyor. Her süreci faşizm olarak tanımlayan bir eğilimin karşısına, faşizmi her süreçte mevcut olarak tanımlayan bir eğilimi koyuyor.” Burada daha detaylı biçimde ifade ettiğim sorgulamalardan bu sonucu çıkarmak oldukça güç. Açtığım tartışmayı anlaşılır kılacak bir yöntem olarak faşizmin herhangi bir tanımına yaslanmaktan uzak durma tercihimi böyle yorumlamak için yazıyı belli bir önkabulle okumak gerekiyor. Tam da bu sebeple bu ifadeler beni Soyer’in yazısının bir diğer muhatabının yakın zamanda okuduğum ve önceki yazının dipnotlarında andığım başka bir yazı olabileceği düşüncesine götürdü.

Fatih Yaşlı 29 Mayıs tarihinde yayımlanan “Yahudiler, göçmenler, köpekler” başlıklı yazısında “bizde de dünyanın her yerinde de öfkenin asıl yönelmesi gereken yerin içinde yaşadığımız sefaleti bize reva gören bu sistem, yani kapitalizm olduğunu görmek, faşizmin sahte sınıfsallığının karşısına hakiki bir sınıf siyaseti koymak mutlak bir zorunluluktur”8 diyordu. Farklı sorgulamalardan yola çıksak da benzer sonuçlara varmış gibi görünüyoruz. Fakat bu benzerlik yanıltıcı. Yaşlı faşizm tartışmasını mevcut tahlillerin geçerliliği zemininde ele alıyor ve “Faşist ideoloji, kitlelerin devrimci potansiyelinin manipüle edilip karşı-devrimin hizmetine sokulması için icat edilmiş en etkili araçtır; faşizm “küçük adam”ın sınıfsal öfkesini, sınıfsal kinini alır, manipüle eder ve o öfkeyi esas yönelmesi gereken yerden başka yerlere yönlendirir.”9 diyerek günümüzde mevcut olduğuna itiraz etmediği faşizm tehdidinin devrimcileri esas meselelerden uzaklaştırıcı bir etkisi olabileceğinin altını çiziyor. Bu en temelde başka bir tartışma. Yaşlı burada görüngülerin yanıltıcılığına işaret ettiği için de aslında Soyer’in eleştirisinin tam karşısına düşüyor.10 Bense bu iki yaklaşımdan da farklı olarak, siyasi pratikte önemli bir farklılığa yol açmayan ve genellikle muğlak faşizm tahlillerinin solun kendisini yapmak zorunda olduğu aşikar olan uzun vadeli ve meşakkatli görevlerden uzak tutma bahanelerinden biri olabileceğini iddia ediyorum.

Peki, kendimizi hayaletlerle meşgul etme ihtimaline karşı ne yapmayı öneriyorum? “Kapitalizmin yapısal şiddeti neden mücadele açısından yeterli gelmiyor da mobilizasyon için faşizm tahliline ve ona karşı bir retoriğe ihtiyaç duyuluyor?”11 diye sorduğumda tabii ki kapitalizmin siyasal biçimlerini, görüngülerini dışlayan, mücadeleyi ekonomik çizgiye, ücret siyasetine gerileten bir yaklaşımdan bahsetmiyordum. Dolayısıyla kapitalizm dediğimizde salt ekonomik bir görüngüden bahsettiğimiz zannına kapılmak ancak onu eksik ve hatalı tanımlamakla mümkün.

Kapitalizmi hedefe koymaktan kasıt kesinlikle ekonomizme sıkışmak değil, siyasal biçimle ekonomik biçimi birbirinden ayrılmazlığı içinde karşımıza almak. Devrimcilerin görevi ekonomik görünümlü mücadelelerin içindeki siyasi karakteri belirginleştirmeye çalışmak kadar salt siyasi görünen (demokrasi talebine, kimliğe, insan haklarına yaslanan) mücadelelerin içindeki ekonomik karakteri de ortaya çıkarmak.12 Görüngülerle sadece görüngüler düzeyinde mücadele etmek bizi bir uçta ekonomizme, sınıfsal koşulları yeniden üretmekten öteye gidemeyen bir işçiciliğe, diğer uçta ise ekonomik düzeyi neredeyse yok sayan bir solculuğa, siyaseti ekonomiden ayıran, ona özerklik atfeden ve siyasal görüngüyü ekonomik olanın önüne koyan bir temsil ve gösteri siyasetine sürükler. İşte o zaman faşizmi sandıkta yenebileceğimizi iddia etmek gibi kendisiyle çelişen, anlaşılmaz, tutarsız bir çizgiye savrulmak mümkün hale gelir.

Toparlarsak, bir önceki yazıda söylediğim gibi, mücadeleyi siyaset ve ekonominin birbirinden ayrılamayacağının ifadesi olan “kapitalizme karşı örgütlemek, bu birbiriyle örtüşmeyen farklı faşizm tanımlarıyla topyekün savaşmanın da yegane yolu olabilir.”13 Bunun için nereye bakmalıyız diyorsanız cevabı Türkiye’nin Rejim Meselesi broşüründe vermiştik: “Saray baskıcılığının en üst noktalara vardığı ve fırsatını bulanın kapağı yurtdışına attığı bu dönemde Anadolu’nun en muhafazakâr bölgelerinde bile gerçekleşen emekçi direnişleri ve fiili hak arama mücadeleleri, Türkiye nereye gidiyor diye hayıflanıp faşizm geliyor yangını yapmak yerine buralara odaklanmak gerektiğini gösteriyor.” Roma’ya varacağız diye hiçbir yere çıkmayan yollardan tekrar tekrar gitmeye gerek yok. Gidilecek yolu görmek isteyenin direnişlerde yanan ateşlere bakması yeterli.


  1. Örneğin son haftalarda yayımlanan birçok yazıya ve twitter yorumlarına baktığımızda faşizm tanımlarının birbiriyle hiç örtüşmediği gibi neredeyse zıt konumları dahi işaret ettiğini görüyoruz. Örnek olarak Ebru Pektaş’ın Kapitalist Üretimin Nihai Sırrı ve Neofaşizm, İsmail Güney Yılmaz’ın Bir faşizm tartışması: Kurdun dişini kim sökecek?, Hazal Yalın’ın Faşizm – 1: Görüngü ve muhteva ve Faşizm – 2: Yeni ittifak yolları, Ron Jacobs’ın 2020’lerde Faşizm, Kristin Plys’in Tarihsel Faşizmin Üç Dalgası, yazılarına bakılabilir. ↩︎
  2. Batı demokrasilerinde faşizmin yükseldiği söylemlerine ilişkin M. Görkem Doğan’ın Faşisti gösterip teknokrata ikna etmek ve “Korku siyaseti” ne işe yarar? yazılarına bakılabilir. ↩︎
  3. Can Soyer, Her Yol Roma’ya Çıkmayabilir – ayrim.org ↩︎
  4. Postyapısalcıların faşizmi tarihsel bağlamından iyice koparıp burjuva demokrasisyle özdeş olduğunu iddia eden teorileri ve anarşizmin devleti özerk bir şiddet aracı olarak tanımlayan çerçeveleri zoru istisna değil norm olarak ele alsalar da siyasi mücadele açısından ona karşı mücadeleye öncelik verilmesini işaret ederler. ↩︎
  5. Can Soyer, agy ↩︎
  6. Can Soyer, agy ↩︎
  7. Can Soyer, agy ↩︎
  8. Fatih Yaşlı, Yahudiler, göçmenler, köpekler – haber.sol.org.tr ↩︎
  9. Fatih Yaşlı, agy ↩︎
  10. Yazıda ifade etmese de bana Can Soyer’in diğer muhatabının Fatih Yaşlı olabileceğini düşündüren şey Yaşlı’nın eleştirilen tarzda bir mücadele pratiği öneren 22 Mayıs tarihli yazısının başlığının Her yol Roma’ya mı çıkacak? olmasıydı. ↩︎
  11. Emre Yeksan – Faşizmin hayaleti – e-komite.com ↩︎
  12. Bu tarz bir pratik için son dönemden Filistin için Bin Genç hareketi örnek verilebilir. ↩︎
  13. Emre Yeksan, agy ↩︎

Son Eklenenler