Avrupa Parlamentosu seçimleri bazı cenahlarda yine bir alarmizmi tetikleyerek geçti, gitti. Bu alarmizmin yersizliği, hatta manipülatif karakterine dair bu sitede pek çok yazı yayımlandı. Bu nedenle bu kez pas geçmek niyetindeydik. Üstelik son seçim sonuçları kimi ülkelerde aşırı sağın tavanını ortaya koyarken, kimi ülkelerde de onlar açısından kısmen başarısızdı. “En flaş sonuç” diye nitelenen Fransa’da Ulusal Birlik (Le Penciler) küçük iki müttefikiyle birlikte, 2022 başkanlık seçimlerinin ilk turunda tek başına aldığı sekiz milyondan fazla oyun üç yüz elli bin kadar altında kaldı. Diğer dikkat çeken sonucun olduğu Almanya’da ise AfD (Almanya için Alternatif) fiilen ana muhalefet pozisyonuna geldi fakat okuyacağınız yazıda belirtildiği gibi Le Pencilerin başı çektiği Avrupa Parlamentosu’ndaki aşırı sağcı Demokrasi ve Kimlik Bloğu’ndan geçen dönem ihraç edildiler. Açıkçası aşırı sağın öyküsü iktidar havucu ortaya çıktıkça bu siyasetlerin, kuşkusuz genel siyasal ortalamayı sağa çekerek normalleşmesidir. AfD henüz normal değil, çünkü iktidar olasılığının çok uzağında. Sonuçta Melonilerle, von der Leyenlerin hatta Baerbockların bazı ayırt edici siyasal başlıkları dışında temelde bir farklarının olmadığını yaşayarak görüyoruz. Avrupa Parlamentosu’nda sağ çeşitleniyor: Neoliberal ilericiliğin muteber partner saydığı anaakım Hristiyan Demokratlık (Avrupa Halk Partisi), siyasi doğruculuğu söylemlerinde dikkate almamayı marifet sayan Muhafazakar ve Reformistler grubu (Meloni ve yakın zaman kadar Polonya’da hükümet olan Hukuk ve Adalet burada), Avrupa kuşkuculuğun kalesi Demokrasi ve Kimlik grubu (ki okuyacağınız yazı bu kuşkuculuğun günümüzde iyice sulandırılmış olduğunu ifade ediyor) ve anaakım Avrupa siyasetinin hâlâ parya saydığı ama antifaşistleri arkasına dizmek için korkuluk olarak kullanmaktan geri durmadığı yoksullaşan ve kendilerini geleceksiz hisseden beyaz Avrupalıların oy verdiği bir dizi birbiriyle ilintisiz siyasi akım. Lafı uzatmayalım, New Left Review’de son tahlilde bu alarmizme kapılmayan bir değerlendirme görünce çevirelim dedik. İyi okumalar.
Avrupa Parlamentosu seçimleri farklı insanlar için farklı anlamlar ifade ediyor. Brüksel’deki basın mensupları için bu seçimler, günlerce süren zorlu pazarlıklar ve gizli anlaşmalarının ardından “üst düzey görevlere” (konsey ve komisyon başkanlıkları, parlamento başkanlığı, dış politika yüksek temsilciliği) kimin getirileceğine dair hararetli spekülasyonlar üretmenin fırsatıdır. Üye devletlerin liderleri için bu görevler, partilerinin milletvekili sayısını artırmanın ve bir parlamento grubuna liderlik edebilmenin fırsatıdır, güç ve prestijin yanı sıra diğer Avrupa ülkeleriyle pazarlık yapabilme kozunu kazandırır. Avrupa Parlamentosu muhalif siyasetçilere kendi ülkelerinde siyasi fırsatlar ortaya çıkana kadar zaman kazanmak için faydalı (ve kazançlı) bir yol sunar. İtalya’nın şimdiki dışişleri bakanı Antonio Tajani yirmi yıldan fazla bir süreyi burada geçirdi, Marine Le Pen ve Nigel Farage da uzun süre Avrupa Parlamentosu’nda vekillik yaptı.
Blok vatandaşları için seçimlerin önemi de genelde ulusal siyasi mücadelelerin bu seçimlerle kristalize olmasında yatıyor. Podemos ve Beş Yıldız Hareketi’nin atılım yaptığı 2014 seçimleri, Syriza’nın Pasok’u kenara iterek Yunanistan’ın soldaki lider seçim gücü haline gelmesini sağladı. Birleşik Krallık’taki 2019 oylaması Brexit konusunda fiilen ikinci bir referandum işlevi gördü. 2024’te kıta ölçeğinde popülistlerin ve aşırılık yanlılarının parlamentonun anaakım siyasi oluşumlarını yıkacağı gerici üstünlüklerine tanık olmamız bekleniyordu. Komisyon Başkanı olarak ikinci kez aday olan Ursula von der Leyen, merkezciler ve liberallerden oluşan “büyük koalisyonunu” koruyup koruyamayacağından şüphe duydu, oylama öncesinde Giorgia Meloni’yle temasa geçerek aşırı sağ ile bir anlaşma ihtimalinin sinyalini verdi.
Ne var ki, yapılan oylamada ezici bir üstünlükten söz edilmesinin abartılı olduğu ortaya çıktı. Hollanda’da Geert Wilders’in Özgürlük Partisi 6 sandalye kazandı ancak merkez sol ve Yeşiller koalisyonu tarafından yenilgiye uğratıldı. Almanya’da AfD 9 sandalyeden 15 sandalyeye yükseldi ama 29 sandalye kazanan CDU-CSU ittifakının çok gerisinde kaldı. İspanya’da Vox 2 sandalye kazandı ama oy oranı yüzde 10’un altında kalırken, Partido Popular iktidardaki PSOE’nin dört puan önüne geçerek zafer kazandı. Gerçek Finler de oyların yüzde 10’undan azını alarak bir sandalye kaybederken, İsveç Demokratları bir sandalye kazandı ama ülkenin anaakım partileri ve Yeşiller’in ardından dördüncü sırada yer aldı. Avrupa Parlamentosu’ndaki baskın gruplar da nispeten dirençli olduklarını kanıtladılar. Merkez sağ Avrupa Halk Partisi (EPP) 9 sandalye kazanarak toplam sandalye sayısını 185’e çıkarırken, merkez sol Sosyalistler ve Demokratlar (S&D) sadece 2 sandalye kaybederek 137’ye geriledi. En büyük kaybedenler ise sırasıyla 23 ve 19 sandalye kaybeden liberal Renew Europe ve Yeşiller oldu.
İki ana aşırı sağcı oluşum sadece 13 sandalye kazandı, artık Avrupa Muhafazakarları ve Reformistleri’nin (ECR) 73, Kimlik ve Demokrasi’nin (ID) ise 58 sandalyesi var. Bu ikilinin birleşme ihtimali düşük, ikisine de bağlı olmayan AfD’nin kim uyum sağlayacağı ise hâlâ belirsiz. ECR, 2009’da EPP’nin fazla Avrupa yanlısı olmaya başladığını düşünen İngiliz muhafazakarları tarafından kuruldu. Aşırı sağın daha ılımlı kanadını temsil ediyorlar, radikal sağ milletvekillerini parlamentodaki güçlü pozisyonlardan dışlayan cordon sanitaire (işbirliğini reddetme) ile karşı karşıya değiller. Üyeleri arasında Meloni’nin Fratelli d’Italia’sının (İtalya’nın Kardeşleri) yanı sıra Polonya’nın Hukuk ve Adalet partisi de bulunuyor. Buna karşın ID, Le Pen’in Ulusal Birlik’inin ve Matteo Salvini’nin Kuzey Birliği’nin yanı sıra Estonya’nın Muhafazakar Halk Partisi’ne ev sahipliği yaparak aşırıya kaçmış kabul ediliyor.
O halde Avrupa Birliği’nde meydana gelen şey, beklenenden daha yavaş da olsa, büyük bölünmelerden etkilenen popülist-milliyetçi gruplarla birlikte parlamento bileşiminin sağa doğru kaymasıdır. Seçim sonuçları işlerin her zamanki gibi devam edeceğini gösteriyor. Von der Leyen “merkezin korunduğu” ve koalisyonunun belki Yeşiller tarafından desteklenerek biraz daha yaşayacağı konusunda ısrarcıydı. Bloğun ana siyasi akımları hegemonyalarını sürdürmek için farklılıklarını görmezden gelmeye istekli görünüyor. Ancak bu büyük koalisyon stratejisi, Brüksel’de birçoklarının da farkında olduğu üzere, siyasi merkezi hiç farklılaşmamış, güce aç politikacılar yığını gibi görünerek rakiplerine desteği artırabilir ve ileride sorunlara yol açabilir.
En heyecan verici ulusal mücadeleler, iç cephedeki siyasi gelişmelerin habercisi gibi görünenlerdi. Fidesz’in içinden çıkıp muhalif ve muhbir olan Péter Magyar’ın güçlü performansı, Viktor Orbán’ın hakimiyetinin azalmakta olduğunun belki de erken bir işareti olarak yorumlandı. Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi düşüşünü sürdürerek 5 sandalye kaybetti, Donald Tusk’ın Sivil Platformu’na daha fazla zemin kazandırdı. Meloni, destekçilerine oy pusulalarına “Giorgia” yazmalarını söyleyerek fazlasıyla kişiselleştirilmiş bir kampanya yürüttü, oyların yüzde 30’undan biraz azını alarak fazladan 14 sandalye kazandı. Scholz’un SPD’si hem ana muhalefetin hem de AfD’nin gerisinde kaldı, görevde daha ne kadar kalabileceği konusunda spekülasyonlara neden oldu.
Ancak ulusal düzeyde “en iyi drama” ödülünü kazanan Fransa oldu. Ulusal Birlik, seçimleri Macron’un ikinci dönemi için bir referandum olarak değerlendirdi, cumhurbaşkanının seçim oluşumunun iki katından fazla oy aldı. Sosyalist Parti’den Raphaël Glucksmann, yeni ortak listesiyle Macron’un partisi kadar sandalye (13) kazanarak merkez solda yeni bir figür olarak belirdi. Boyun Eğmeyen Fransa (La France insoumise) yüzde 10 oy ve 9 sandalye kazanmış olsa da, parçalanmış NUPES ittifakının diğer partileri genel olarak kötü performans sergiledi. Sonuçların ardından Macron parlamentoyu feshetti, 30 Haziran ve 7 Temmuz’da yeni seçimler planladı. Bu, Ulusal Birlik’in blöfünü görmeye yönelik bir girişime benziyor. Aşırı sağ hükümet etmeye hazır olduğunu söylüyor, yaklaşan oylamayı kazanmaları halinde liderleri Jordan Bardella başbakan olabilir. Macron da bu pozisyondaki birinin popülerliğini korumasının zor olduğunu biliyor.
Tüm bunların Avrupa siyasetindeki temel bölünme olan Avrupa Birliği destekçileri ile muhalifleri bağlamında ne anlama geldiği hakkında daha az yorum yapılıyor. Siyaset bilimci Peter Mair bir keresinde bu uluslarüstü kurumun kendine özgü yapısının vatandaşların tek tek politikaları şekillendirmesini ya da bunlara itiraz etmesini zorlaştırdığını gözlemlemişti. Nihayetinde bu politikalara karşı muhalefet zorunlu olarak Avrupa Birliği’ne karşı muhalefet biçimini almıştır. Avrupa şüpheciliği savaş sonrası dönem boyunca solda öne çıkarken, 1990’lardan itibaren egemenlikçi ve milliyetçi sağ ile ilişkilendirilmeye başladı; Birleşik Krallık’ta UKIP, Avusturya’da da Özgürlük Partisi tarafından simgeleştirildi. Bu değişim hem Fransız Komünist Partisi’nin göz alıcı düşüşünde olduğu gibi kıtanın komünist partilerinin “seçim gücü” olarak çöküşünü hem de Pasok’un 1970’lerde Avrupa’ya entegrasyonun baş muhalifiyken 1980’lerin sonunda sadık bir destekçisine dönüşmesinde açıkça görüldüğü üzere solun ulusal egemenlik ilkesini terk edişini yansıtıyor.
Bu yıl, aşırı sağ partiler Avrupa Birliği tarihindeki en önemli kazanımları elde ederken, seçimler birliğe ne ölçüde uyum sağladıklarını da gösterdi. Katı Avrupa şüpheciliğinin yerini Meloni’nin kampanya sloganı olan “İtalya Avrupa’yı Değiştiriyor” ile cisimleşen “ılımlı reformizm” aldı. Bir zamanlar Avrupa Birliği’nden ayrılmayı savunan Wilders, kampanyanın başlamasının ardından bu tutumundan çabucak vazgeçti. Le Pen de 2014 Avrupa seçimlerinde Frexit’i savunmuştu ancak o zamandan beri “içeriden değişim” politikasını benimsedi.
Batı Avrupa’nın aşırı sağ partileri bu anlamda Orta ve Doğu Avrupa’daki muadillerinin stratejilerini taklit etmeye başladılar. Hukuk ve Adalet Partisi yıllardır Brüksel’le kavgalı olmasına rağmen “Polexit” fikrini hiçbir zaman ciddiyetle gündeme getirmedi. Fidesz antlaşmalardan doğan yükümlülükleri nedeniyle Avrupa Birliği’yle sık sık çatışsa da gemiyi terk etmeyi düşünmüyor. Bu reformist eğilimin bir istisnası, Avro bölgesinden ayrılma ve Alman Markı’nı yeniden yürürlüğe koyma konusunda hâlâ sert bir çizgi izleyen AfD gibi görünüyor ama bu hiçbir şekilde partinin varoluşunun ya da başarısının nedeni değil. AfD ,başarısını daha çok Almanya’daki kültür savaşlarını körüklemedeki rolüne borçlu.
Bu ılımlı eğilimin bir nedeni anayasal bir krize yol açarak ve iç göçü kesemeyerek Avrupa aşırı sağına Avrupa Birliği’nden ayrılmanın faydaları konusunda temkinli olmayı öğreten Brexit’tir. Bir diğer nedeni de üye ülkelerin çoğunun halkları arasında bloğa verilen desteğin devam etmesidir. Ulusal Birlik ve İtalya’nın Kardeşleri gibi grupların kararsız seçmenlere kur yaparak geleneksel sağ partilerin yerini almaya çalışmasının ardından Avrupa Birliği karşıtı pozisyonlar bir seçim yükümlülüğü haline geldi. Bu tür partilerin liderleri genellikle gözü kara ideologlar olarak sunulsa da esasen çoğu esnek pragmatistlerdir. AfD’nin Maxmilian Krah’ı gibi katı olanlar da kendilerini “marjinalleşmiş” halde buldular. Son yıllarda Avrupa’nın popülist güçleri Brüksel hiyerarşisinde yavaş yavaş asimile oldular. Bu seçim, bazılarının tahmin ettiği gibi onların zirveye yükselişini görmemiş olabilir. Ne var ki, Avrupa şüpheciliğinden vazgeçerek yükselişlerini kolaylaştırmaya istekli olduklarını göstermiştir.
Özgün Metin: After Euroscepticism
Çeviri: Cüneyt Bender