Çarşamba, Haziran 26, 2024

Orta vadeli saldırı, orta vadeli sınıf mücadelesi

1 Mayıs günündeki ve sonrasındaki tutuklamalar üzerine yazılmış yazılarda solun tarihsel yenilgisi ya da gerilemesi anlatısıyla giriş yapmanın yaygın olduğunu fark ettim. Tabii herkes somut durumu tarif ediyor, gücümüz şu kadar ve gayret edilirse şunlar yapılabilir deniyor. Yeterince yenilgi anlatısı dinledik. Bu yenilginin bazı tehlikeleri var ama buradan çıkarılacak olumlu sonuçlar da var. Öyleyse önce potansiyel tehditlere, sonra mümkün olabilecek olumlu yönlere ve sonra odaklanmamız gereken uzamlara bakalım. 

Yaşadıklarımızın Türkiye Devrimci Hareketi’ne yönelik bir saldırı olduğunu tartışmaya gerek yok herhalde. Operasyonların üçüncü dalgası ve tekil yakalamaların ardından (tahliye edilenleri çıkarırsak) tutuklu sayısı 64 oldu. Tutuklamalar muhtemelen devam edecek. Planlanmış, istikrarlı bir saldırı bu. Hiç de hafife alınacak, “3-5 ay yatıp çıkarlar” diye düşünebileceğimiz bir saldırı değil. 1 Mayıs, uzun yıllardır Taksim iradesine ve militan direnişlere konu oluyordu. Bugün tutuklamaya neden hale gelmesi özel bir saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor. Tutuklanan her arkadaşımız alanda en militan tavrı almış, muhtemel hiçbir tehlikeden kaçınmamış, sendikal bürokrasinin ihanetine rağmen barikatlarda dövüşmeyi tercih etmiş, bizim için bir çizgi oluşturmuştur. Hepsi, aileleri, arkadaşları, sevdikleri ve onları sevenlerle bizim için ayrıca kıymetlidir. Elbette lafta kalmasın, ne kadar kıymetli olduklarını onlar için yapacaklarımızla, kampanyalarla, çalışmalarla göstermeliyiz. Öyle ki, bu çalışmalar saflarımıza yeni insanları dahil etmenin bir aracı da olmalı. Cezaevindeki arkadaşlarımızın sorumluluğunu üstümüzde hissetmeli, her birinin mücadele içerisindeki boşluğunu doldurmaya çalışmalıyız. 

Birçoğumuz bu saldırının arkasında yatan motivasyonu, bunun bir süreç olduğunu anlayabiliyoruz. Fakat tam da varsayılan yenilgi yılları içinde Türkiye Devrimci Hareketi’nin sorunlarından biri çok “anlayıp” az yapmasıdır. Burada bir teorik doygunluktan veya üstünlükten söz etmiyorum. Yazının konusu da bu değil zaten. Fakat hepimiz tarihsel olana bakarak, hem tarih bilimini hem de sezgimizi harekete geçirerek Mehmet Şimşek’in Orta Vadeli Programı’nın (OVP) bizi ezmeden gerçekleştirilmesinde karşılaşacağı zorlukları biliyoruz. Mesele, orta vadeli saldırıya nasıl bir karşılık verileceğidir. Ne kadar “aramızdan” diyebiliriz bilmiyorum ama “aramızdan bazıları” önce bu süreci bir atlatalım, hayatta kalalım, sonrasına sonra bakarız diyecektir. Bu fikir “akılcı” görünse de, tarih devrimcilerin tasfiyesinden sonra hangi siyasal yapıların bir anda ortaya çıkıp yükseldiğini ya da “hayatta” kalanların nasıl devrimcilerin siyasal-tarihsel birikimine çöktüğünü bizlere gösteriyor. Şüphesiz meseleyi devrimcilerin devletle kıran kırana mücadelesi olarak görenler de olacaktır. Böylesi bir yaklaşım, talep edilmemiş ve gereksiz bir öncülük pratiğine yol açar. Üstelik mevcut güç asimetrisi düşünüldüğünde sürdürülebilir de değildir. 

Bu çok yönlü saldırının diğer tarafında, Kürt Özgürlük Hareketi’ne yapılan sistemli saldırılar vardır. Bu saldırıları da onları yeni anayasa tartışmalarında masaya olabildiğince güçsüz oturtma gayretinin bir öğesi olarak kavramak gerekiyor.  Yine aynı yeni anayasa süreci nedeniyle ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin muhtemel kazanımları dolayısıyla belki inişli çıkışlı da olabilecek ama daha özel nitelikte bir savaş sürecinin içindeyiz. 

Geçmişte “Yapısal Uyum Süreçleri” olarak bilinen, darbeler ya da askeri diktatörlüklerle gerçekleştirilen neoliberalizme geçiş evrelerinde bugünden çok daha güçlü olan devrimci yapılar, sendikalar ve doğrudan doğruya işçi sınıfı hareketi bastırılabilmişti. Bugün bizim böyle bir kapasitemiz dahi bulunmuyor. Oysa böylesi bir saldırıyı karşılayabilecek tek şey yaygın, güçlü bir sınıf hareketidir. Elbette askeri diktatörlüğün gerçekleştirdiği saldırıyla faşizan bir sivil siyaset bloğunun gerçekleştirdiği saldırı bir olmayacaktı. Üstelik her zaman sopa olmaz, bu yolda muhakkak havuçlar da olacak. Fakat artık DİSK ve CHP’nin oyununa asla gelmeyecek bir çizgiyi keskinleştirmek başlıca görevlerimiz arasında. Her ikisi de işçilerin açlıkla, bizim de zindanla sınandığımız bir restorasyonun baş aktörleridir. 

Bu yenilgi sürecinin en olumlu yanı, DİSK’in artık bir ihanet şebekesine dönüştüğünün eskisinden çok daha fazla tartışılabilir, hatta ayırt edilebilir hale gelmesi, “mücadeleci sendikalar” zemininin genişlemesi ve bu konudaki arayışların kuvvetlenmesidir. 

DİSK artık geri döndürülemez bir durumdadır. Bu konuda yıllardır sürdürülen polemiğin sonucu nesnel olarak açıktır. Elbette DİSK mücadeleci bir yapı olması yine de iyi olur. Devrimcilerin meşrebinde “bu iş bitti” demek pek yoktur. İşçi mücadelesinin mümkün olduğunca büyümesi için rekabetçiliğe düşmeden bu faydayı beklemek gerekir. Ama DİSK’in geri getirilmesinden daha önemli olan, mücadeleci sendikaların ivmelenmesi, hem teorik hem de pratik açıdan DİSK’e yönelik tenkit eden tavrımızın yoğunlaştırılmasıdır. Belki o zaman özlenen ve beklenen DİSK geri dönebilir, dönerse ne âlâ. 

Bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de neoliberalizm “alternatifsiz bir proje” olarak dayatılıyor. Recep Tayyip Erdoğan, herhangi bir toplumsal ayaklanmaya seferberlik ilan edilerek müdahale edileceğini ifade etti. Bu program uygulanacak, başka alternatifiniz yok demeye getirdi. Böylesi bir ortamda halka yeni seçenekler gösterebilmek ve bunu gerçekleştirmek bizim siyasal kapasitemizi ortaya koyacaktır. Bunun ilk adımı da Temmuz’da asgari ücrete zam ve hak talebiyle işçi sınıfını temsil etmektir. Bu yola girmek, mümkünse onlarla birlikte bu yolu yürümektir. Üstelik bu merkezi önemde bir sorundur. Bu dönemde siyasal başarılar elde edemezsek bu sorunlar örgütsel sorunlara dönüşecektir. Son yıllarda yaşadığımız gibi. 

Bununla birlikte zam verilmeyecekse ve verilmezse bunun nedeninin rejimin ve sermayenin emperyalist güç hiyerarşisine olan bağlılığından kaynaklandığını ileri süren, anti-emperyalist siyasi müdahaleler arayışında olan bir hat da kaçınılmaz bir şekilde inşa edilmelidir. 

“Tam Bağımsız Türkiye” sloganı, 1970’lerde hem iktidar perspektifi içeriyor hem de halk kitlelerini bir mücadele sürecine dahil ediyordu. Bugün “Tam Bağımsız Türkiye” sloganı etkili değil, zira dünya gerçekliğine uymuyor. Bu konudaki muhtemel tartışmaları burada açmıyorum. Fakat bize de bir slogan lazım: güncel, işçi sınıfı iktidarına yol gösteren, sınıf mücadelesini içeren ve halkı sürece dahil eden, siyasi bir slogan. 

Orta Vadeli Saldırı’nın attığı her adımda, her saldırı girişiminde karşısında gördüğü direniş, Orta Vadeli Sınıf Mücadelesi’ni oluşturacaktır. Saldırı her zamanki gibi özeldir, bu kez sınıf mücadelesi de özel olmalıdır. Üstelik bu, mücadelenin bütünlüklü olması bakımından da önemlidir. Bu saldırıya vereceğimiz her güçlü cevap, egemenlerin OVP ile başlattıkları sınıf mücadelesinde mevziler kazanmamızla sınırlı kalmayacak, siyaseten bir güç oluşturarak tutuklularımız için de olumlu sonuçlar yaratacaktır. 

Biz, proletaryanın sınıf bilincinin gözle görülür cisimleşmesiysek eğer, bunu bir sınama olarak görelim ve hakkını verelim. Cezaevindeki arkadaşlarımız çıktıklarında bize “helal olsun” desin.

Son Eklenenler