Çarşamba, Haziran 26, 2024

Faşizmin hayaleti

80 yıldır Avrupa’nın (ve dünyanın geri kalanının) üzerinde bir hayalet dolaşıyor: Faşizmin hayaleti. Uzun 20. asrın en uzun 20 yılını kabuslarda görülemeyecek bir kan ve ateş gölüne çeviren, 8 Mayıs 1945’te bitti denilen ama bir türlü kurtulamadığımız, varlığı şaibeli bir hortlak gibi aramızda gezinen ve zihnimize musallat olan travmatik bir imge mi faşizm sadece? Yoksa her an dirilmeye hazır, yeraltında güç toplayan gerçek bir canavar mı?

Faşizm bugün her an kapıyı çalmasından korkulan bir heyula ise eğer, onun en çok musallat olduğu zihin tartışmasız biçimde solun zihnidir. 80 yıldır sola farklı suretlerde görünen bu hayalet bugün de bir söylem olarak yeniden dolaşımda. Bazen itildiği çukurdan yavaş yavaş yukarı tırmanan bir canavar olarak, bazen sinsice hep aramızda var olmaya devam etmiş bir yaratık olarak ya da bazen yepyeni yüzlere, yeni kıyafetlere bürünerek karşımıza çıkan yanıltıcı bir gerçeklik olarak. Hakikaten faşizm bunlardan biri olabilir mi? Peki ya bu, solun aklının ona bitmek bilmeyen bir oyunuysa? Faşizm onun kadim hayali düşmanıysa ve aslında geri gelmiyorsa? Bugün pek de popüler olmayan bu ihtimalin arkasını aramaya, Batılı yazarlar teker teker faşizm üzerine kitaplar yazarken, onun yeniden dirilişini ilan ederken bir duraksayıp solun faşizm fikriyle ilişkisine yeniden bakmaya ihtiyacımız var. 

Son 10 yılda, ama özellikle de 6 Ocak 2021’de Trump’ın ABD başkanı olarak yeniden seçilmemesi üzerine taraftarlarının gerçekleştirdiği kongre binası baskınından bugüne faşizm tartışmaları, öncelikle Batı’da akademinin ve sol örgütlenmelerin söylemlerlerinde olmakla birlikte politik tahlillerde gitgide artan bir ağırlık edinmeye başladı. Dünyanın birçok yerinde ekonomik ve toplumsal sıkışmaya cevap olarak, eski merkezden kopuşu ima eden söylemlere sahip Trump, Bolsonaro, Milei, Meloni, Wilders, Orban, Modi gibi figürlerin iktidara gelmesiyle birlikte faşizmin dönüşü ihtimali daha hararetli, buna karşı örgütlenecek siyasi arayışları da içeren bir biçimde solun gündemine yeniden yerleşti. Bir yandan Antifa örgütlenmeleri Batı merkezlerinde yeniden güç ve görünürlük kazanırken diğer yandan teorik alanda Enzo Traverso, Alberto Toscano, Alexander Reid Ross ve Neil Faulkner gibi yazarların yazdıkları1 üzerinden, sosyal medya çağının kendi dinamiklerinin, hakikat sonrası toplumu eleştirilerinin de dahil edildiği biçimde faşizmin yeni bir görüntü ve yayılım alanı edindiği iddiası gündeme getiriliyor. Bunun dışında islamo-faşizm ya da eko-faşizm gibi tartışmalı ve sorunlu bileşik kavramların da dolaşıma girmesiyle faşizm söyleminin yayılımı genişledi. Son olarak da, Alberto Toscano’nun Gazze’den Sonra Antifaşizm başlıklı yazısında tarif edilen biçimde, İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırımı da içeren bu söylem yeni bir boyut kazandı. Yine buna paralel olarak, geçtiğimiz günlerde Filistin Devlet Nişanı takdim töreninde Kolombiya devlet başkanı Gustavo Petro şöyle diyordu: “Dünyada faşizm yükseliyor ve bunun adını doğru koymalıyız: Naziler iktidara geri dönüyor, intikam için geliyorlar, insanlığı özgürlüğü olmayan köleleştirilmiş bir robota dönüştürmek istiyorlar.”

Aslında faşizmin yükselişi (ya da daimi varlığı) tartışması 1930’lardan bugüne dünya solunun gündeminden hiçbir zaman tam olarak düşmedi. Faşizme karşı birleşik cephe önerisinin teorisyenlerinden Dimitrov, o zaman İtalya ve Almanya’da yükselen rejimleri “finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğü” olarak tanımlamıştı. 1925-1945 yılları egemen olan reel faşizm diyebileceğimiz bu rejimlerin sonlanmasıyla birlikte ise şöyle bir soru ortaya çıktı: faşizm artık bitmiş bir şey olarak mı görülmeliydi, yoksa öncülleri ve ardıllarıyla daha geniş zamansallığa yayılan, burjuva demokrasisi görüngüleri içinde belli düzeylerde varlığını sürdüren bir alt akıntı olarak mı anlaşılmalıydı? Solun teorisyenleri ağırlıklı olarak ikinci ihtimal üzerine yoğunlaştılar.

1930’lar faşizmi marksistler tarafından genellikle devrim tehdidiyle ilişkilendirilen bir olgu olarak ele alındı. Sanayileşmiş kapitalist ulus devletlerin, sınıf çatışmasının keskinleşmesi ve proletaryanın güç kazanması karşısında varlıklarını sürdürmek için yöneldikleri bir emniyet sübabı olarak görüldü. Kriz anlarında kendini yeniden üretmekte zorlanmaya başlayan kapitalist düzen açısından aşırı milliyetçilik ve ayrımcı ideolojiler, alt sınıf isyanlarına karşı bir savunma mekanizması olarak devreye giriyordu. Fakat 60’lı yıllarda faşizm tartışmaları yeni boyutlar kazandı. Özellikle marksizm içinde kendine belli bir alan açan yapısalcı yaklaşımın devletin egemen sınıfın mutlak bir aracı olmadığı, “göreli özerkliğe” sahip bir yapı olduğu tezi bu tartışmalar açısından belirleyici oldu. Yapısalcı marksistlerden Nikos Pulancas, 1970’de yayımlanan kitabı Faşizm ve Diktatörlük’te faşizmi kapitalizme içkin ama ortaya çıkması kriz konjonktürünün yarattığı koşullara ve sınıf çatışmasının şiddetine bağlı, istisnai bir devlet formu olarak ele aldı. Aynı yıllarda dile yoğunlaşan postyapısalcı kuramların da temel meselelerinden biri faşizm oldu. Barthes onu bir “susma değil söyleme mecburiyeti” olarak ele alırken Foucault ise bir devlet formu olmanın ötesinde gündelik hayatın kılcallarına yayılan güç ilişkileri ve biyopolitik bir mekanizma olarak tanımlıyordu. 

Aynı dönemlerde Türkiye’de de ‘71 kopuşuyla birlikte faşizm tartışmaları devrimci hareketlerin odak noktalarından biri olmuştu. Bir yanda Mahir Çayan’ın 1930’lar Avrupası’ndakinden farklı bir yapı ve görüntüye sahip “sömürge tipi faşizm” tezi, diğer yanda İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizmi bizzat faşizm olarak tanımlaması faşizme karşı mücadeleyi devrimci arayışların hem öncelikli görevi hem de itici gücü haline getiriyordu. Bu teorik arayışlar Batı ve Türkiye’yle de sınırlı değildi. Devrim veya dönüşüm arayışı olan hemen her coğrafyada CIA eliyle darbelerin desteklenip askeri cunta rejimlerinin devreye sokulması ABD’nin belli bir ekonomik programı bütün dünyaya zor yoluyla dayatmasının önünü açıyordu. Bu açıdan faşizm tartışmalarının solun teorik arayışlarına böylesi keskin ve yoğun biçimde geri gelişi neoliberalizmin küresel hegemonyasını kurmak üzere ilk adımları attığı yıllara da denk geliyor. Bu önemli bir çakışma çünkü faşizm tahlillerinin baskınlaşıp siyaseti belirlemesiyle neoliberalizmin ideolojik yayılımı arasında birbirini besleyen bir ilişki var. Türkiye’de de neoliberal programı zor yoluyla dayatmanın aracı olan 12 Eylül darbesi ve onun devrimci harekette yarattığı yıkıcı etki faşizm söyleminin Türkiye solunun dağarcığında baskın konuma yerleşmesini sağlayan etkenlerden biri oldu. Fakat bu tespiti derinleştirebilmek için önce tanım tartışmalarının sınırlarına bakmak gerekiyor.

Faşizm karşıtı bir mücadeleyi örgütleme iddiası, böylesi bir siyasi pratiğin taktik çerçevesini çizebilmek adına öncelikle faşizmin ne olduğu sorusuna cevap vermekle yükümlü. Bugünden geriye doğru bakıp bu cevabı aradığımızda ise karşılaşacağımız tanımların oldukça çeşitli ve büyük oranda da birbiriyle çelişkili olduğunu yukarıda bahsedilen örneklerden bile anlayabiliriz. Milliyetçilik ve ırkçılıktan beslenme biçimi, tabandan mı yukarıdan mı örgütlendiği, emperyal anlamda merkezde ve çevrede ortaya çıkışları, bir istisna rejimi olup olmadığı, küçük burjuva ve işçi sınıfıyla ilişkisi, korporatizme yaslanması, devrimci tehdidin etkisi, kullandığı rıza ve şiddet mekanizmaları, gündelik hayatı örgütleme biçimleri ve benzeri konular açısından pek çok farklı yorum ve tanımlama mevcut. Hatta tarihsel olarak 1920’ler Avrupası’nda ortaya çıkmış, dolayısıyla her zaman o döneme ve coğrafyaya referansı içinde taşıyan bir kavram olmasına rağmen gündelik kullanımda zamandan ve mekandan bağımsız bir anlam yüklendiğini de söyleyebiliriz.

Faşizmin ne olduğuna dair böyle çeşitli ve birbiriyle çelişen yaklaşımlar olsa da üzerinde genel olarak uzlaşılan nokta onun burjuva demokrasilerinin rıza ve zor arasında kurduğu dengede zordan yana bir kaymayı işaret ettiği. Bu noktada özellikle Pulancas’ın yanıt aradığı faşizmin otoriterlikle farkı ile ürettiği zor ve şiddetin kapitalizm açısından istisnai olup olmadığı soruları kavramı yeniden bulanıklaştırmaya alan açsa da, faşizm karşıtı mücadeleden bahsettiğimizde siyasi faaliyetin öncelikli hedefinin zor mekanizmasını dağıtmak olduğunu da dile getirmiş oluyoruz. Bu açıdan pratikte kapitalizmin en yaygın siyasal formu olan burjuva demokrasilerinin faşizme kıyasla zor ve şiddette daha az başvurduğu önkabulüyle de hareket etmiş oluyoruz.

Burada bizim için önemli olan faşizmin neyle tanımlandığı ya da hangi karakteristiğinin belirleyici olduğu değil onun bir tür kapitalist normun dışına çıkma, düzenin krize karşı aldığı uç önlemler olarak algılanması ya da kapitalizmin kendisini yeniden üretmeye dönük çabasının aşırıya varan bir sonucu gibi görülmesi. Hemen hemen bütün faşizm analizlerinin, onu kapitalizme içkin ve ayrıştırılamaz gören yorumların bile, satır aralarında ortaklaştığı nokta onun kapitalizmin vahşileşmiş, sivrilmiş ve olağandan daha yıkıcı, daha tehlikeli hale gelmiş bir görüngüsü olduğu. Bu açıdan faşizm kavramını her kullandığımızda karşısında her zaman üstü kapalı biçimde kapitalizmin faşizm denemeyecek, daha az vahşi bir normu da olduğu varsayımını koymuş oluyoruz. 

Peki, kapitalist normun ya da burjuva demokrasisinin bitip faşizmin başladığı çizgi nereye çiziliyor? İçinde olduğumuzdan daha kötü, daha zorlu bir döneme geçmenin eşiğinde olduğumuzun göstergeleri neler? Bunlara yanıt ararken karşılaştığımız temel sorun faşizmin mevcut neoliberalizm süreçlerinden nasıl farklılaştığının tam olarak açıklanamaması. Genel olarak karşılaştığımız kültürel çıktıların (faşist olarak adlandırılan belli bir popülist estetiğin ve söylem rejiminin) yanı sıra ortada şiddetin hedefi ve yoğunluğu ile tarif edilen bir faşizm var. Yapısal şiddetin (ya da belli bir şiddet türünün, örneğin toplama kampına benzeyen fabrikalar değil de, kitlesel tutuklamalar ve polis şiddeti gibi şiddet biçimlerinin) bunlara maruz kalması daha az muhtemel olan bazı grup ve toplulukları (örneğin egemen ulusal karakterde, gelir düzeyi yüksek, eğitimli toplumsal grupları) etkileyen bir ölçeğe genişlemesinin faşizm tartışmalarını harladığını söyleyebiliriz. ABD’li siyahi işçi ve şair Langston Hughes daha 1936’da faşizmi “Amerika’daki zencilerin oldum olası maruz kaldığı türde bir dehşete verilen yeni bir ad” olarak tanımlıyor ve bunun nedenlerini anlamaya çalışıyordu. Hughes’un sorgulaması bize daha klasik aşamasında bile faşizmin şiddetin kullanımı, yaygınlığı ve yoğunluğu üzerinden tanımlanmasının ortaya çıkardığı kafa karışıklığını gösteriyor.

Bugün faşizmin yükselişi tartışmalarının merkezindeki coğrafyalarından biri olan ABD taşrasını ve orada yeşeren yeni sağ akımları 2018 yılında yayımlanan Hinterland isimli kitabında inceleyen Phil Neel de kavramın kullanımının yersiz olduğunu söylüyordu: “Geleneksel anlamıyla faşizm veya Nazizm dediğimiz şey bilinen biçimiyle geri gelmiyor, çünkü bu aşırı sağ fenomenler bugün artık yok olmuş bir kitle siyasetinden doğmuşlardı; programları ve estetikleri, 20. yüzyılın işçi partilerinin hem birer taklidi hem de onların romantik reddinin bir bileşimi yoluyla geliştirilmişti. Günümüz aşırı sağının “faşist” ya da “neo-faşist” olarak nitelendirilebilmesi için, bu terimlerin tarihsel içeriklerinin içinin boşaltılmasından ve siyasi bir programa ırkçı ya da kadın düşmanı unsurların dahil edilmesinden biraz daha fazlasını ifade etmeleri gerekiyor. Bir kısaltma olarak “faşizm” yeterince isabetli görünse de teorik düzeyde yanlış bir tarihsel analojiyi ima etme eğiliminde.”2 Faşizmi paramiliter yapılanmalar ile devlet baskısı ve terörünün belli bir yoğunluk eşiğini baz alarak (bunların kimleri, ne şiddette hedef aldığı üzerinden) tanımlamak ve politik ekonomiye dair bir analizi neredeyse bütünüyle bu tanımın dışında bırakmak ciddi bir sorun. Kapitalizmin ve onun 50 yıldır egemen biçimi olan neoliberalizmin zaten belli bir zor gücünü farklı alanlarda, farklı gruplara uyguladığı ortadayken bu zorun daha geniş bir alana yayılması ya da şiddetinin artması rejimin karakterine dair bir değişim olduğunu iddia etmek için yeterli değil. Böyle bir çıkarım sonuçtan sebebe doğru hareket etmek anlamına gelir. Mevcut politik ekonomi içinde hangi faktörlerin rızadan zora doğru bu genişleme ya da şiddetlenmeye yol açtığını anlamaya çalışmak, içinde yaşadığımız süreçleri tarihsel faşizmin bir yeniden çevrimi ya da güncellenmiş bir faşizm formu olarak tanımlamaktan daha öncelikli bir ihtiyaç.

Siyaset özü itibarıyla hem taktiksel hem stratejik anlamda meseleleri önceliklendirme işi. Bu da, mücadelenin esas olarak neye karşı, hangi araçlarla verileceğinin ve neyin işe yarayacağının belirlenmesi anlamına geliyor. Faşizmin yükselişine ya da halihazırda mevcut olduğuna dair tahliller de bu önceliğin belirlenmesi açısından kritik, çünkü aciliyet arz eden bir aşırılık durumuna işaret ediyorlar. Faşizm var ya da geliyor dediğimizde yapılması gereken ilk iş bu aşırılığın ortadan kaldırılması ya da engellenmesi oluyor. Bu yaklaşım mücadeleleri asgari bir müşterekte buluşturan ve aciliyet çizgisine çeken bir güç potansiyeli yarattığı için birçok sol yapı tarafından tercih ediliyor. Faşizm tehdidi örgütlenmeyi kolaylaştıran, muhalif kitleleri birleştiren bir harç gibi kullanılıyor. Sol açısından bu aslında daha uzun erimli ve zamana ihtiyaç duyan bir siyasi çalışma gerektiren sınıf mücadelesinin örgütlenmesi önceliğini atlamanın da bazen bilinçli bazen gayriihtiyari bir yolu. Örgütlenecek kitleler açısından ise aciliyet duygusunun ve kısa vadeli çabanın daha motive edici bir yönü olduğu düşünülüyor.3

Tam da bu sebeplerle hem Batı’da hem Türkiye’de sol mevcut gidişatı bir faşizm tehdidi olarak görme eğiliminde ve bunu gitgide daha yoğun biçimde dile getiriyor. Ne var ki ekonomist Sabri Öncü’nün de yaptığı bir video sohbette dediği gibi “Faşizmin ne olduğu konusunda fikir birliğine varmak çok zor. Hiçkimse bir başkasının faşizm tanımını beğenmiyor.” Peki, ne olduğu üzerinde bu kadar uzlaşılamayan bir düşmana karşı ortak mücadele örgütlemek mümkün mü? Bütün muğlaklığına rağmen bu kavramda ısrar edilmesi bu tahlillerin nesnel olarak değil de öznel sebeplerle, iradi olarak yapıldığı izlenimini veriyor. 

Faşizm karşıtı cephenin sahip olduğu iddia edilen birleştirici karakteri faşizmin tanımına ve o tanımla içerilen sınırlara bağlı. Üzerinde uzlaşılamayan (ve aslında uzlaşılamayacak olan) bir faşizm çerçevesi Almanya’daki gibi kendisini antifaşist olarak tanımlayan İsrail taraftarı yapılanmaların ortaya çıkmasına kadar genişler. Bunun da diğer ucu İsveçli Antifasciskt Aktion Stockholm grubunun Almanya’daki antifaşistler için yazdığı “Yoldaşımız değiller” başlıklı yazıdakine benzer karşı karşıya gelmelere kadar uzanır. Tam da bu nedenle faşizm tartışmalarına daha dikkatli ve temkinli yaklaşmak gerek. Onu tanımlamaya çalışmayı bırakmak, muğlaklığı içerisinde yanıltıcı ve siyaseten pek de işlevli olmayan bir kavram olduğunu görerek mücadeleyi ne olduğu konusunda daha kolay uzlaşılabilir olan kapitalizme karşı örgütlemek, bu birbiriyle örtüşmeyen farklı faşizm tanımlarıyla topyekün savaşmanın da yegane yolu olabilir.

Bu aşamada soruyu tersinden de sorabiliriz: Kapitalizmin, özellikle onun bütünleşik güncel aşamaları olan neoliberalizm ve emperyalizmin yarattığı, her geçen gün artan küresel dehşete bakıp buna başka bir isim verme ihtiyacının arkasında ne var? Dehşeti ve şiddeti politik ekonomiden soyutlayıp mücadeleyi esas değil de görüngüler üzerinden kurarak daha birleştirici ya da harekete geçirici olunacağı düşüncesi mi? Kapitalizmin, özellikle 50 yıldır süregiden neoliberal formunun kendine içkin yapısal şiddeti neden mücadele açısından yeterli gelmiyor da mobilizasyon için faşizm tahliline ve ona karşı bir retoriğe ihtiyaç duyuluyor?

Tabii ki şiddet ve baskının aşırılaşmasını, dezavantajlı gruplara karşı ayrımcı nefretin körüklenmesini ve bunlara verilen onayın mevcut düzen içindeki ideolojik yayılımını küçümseyip göz ardı etmemek gerekiyor. Fakat bunları “faşizm” adı altında sınıflandırıp düzenin anomalisi olarak ele aldığımızda hem kapitalizmin faşizm denemeyecek formlarının (mesela birçok analize göre henüz faşizme evrilmemiş olan neoliberalizmin) daha evla, kötünün iyisi olduğundan hareketle üretilen örtük rızayı yaygınlaştırma riskini taşıyoruz, hem de bu yolla kurulacağını düşündüğümüz bir ittifakın ya da birleşik cephenin aslında pek de mümkün olmadığını gözden kaçırıyoruz.

Şu bir gerçek, küresel sermaye bugün yaşadığı ekonomik sıkışmayı ve kendini yeniden üretmeye dönük zorlanmayı aşmak için toplumsal alanda bir tür ideolojik sıkılaşma yaratmaya mecbur. Her an düzen karşısında konum alabilecek kitleleri nefret ve ayrımcılık üreterek bölmek, oyalamak ve kendine rıza gösterir hale getirmek zorunda. Fakat solun gerçekten bütün bu eğilimlere bakarak bunlardan bir faşizm hayaleti üretmesine, kapitalizm denen gerçek canavar karşısındayken, onun daha da beteri olduğunu iddia ettiği bir heyulanın geleceği fikriyle korkuya ve endişeye kapılmasına gerek var mı? Yoksa bu, solun örgütlemesi gereken daha uzun erimli ve meşakkatli mücadelelerden kaçmasının yöntemlerinden biri mi? Öyleyse vahim, çünkü bugün hayaletlerle değil gerçeklerle dövüşmeye ihtiyacımız var.


  1. Enzo Traverso’nun The New Faces of Fascism: Populism and the Far Right kitabı ve Evrensel faşizm? makalesi, Alberto Toscano’nun Late Fascism: Race, Capitalism and the Politics of Crisis kitabı, Ugo Palheta’nın Fascism, Fascisation, Antifascism makalesi, Samir Gandesha’nın derlediği Spectres of Fascism: Historical, Theoretical and International Perspectives, Routledge yayınevinin Faşizm ve Aşırı Sağ serisi, Kültürel Antropoloji Cemiyeti’nin Amerikan Faşizmi üzerine yazı dizisi, Neil Faulkner’ın Tırmanan Faşizmin Kitle Psikolojisi kitabı ve The politics of the sewer are back: creeping fascism and the rise of the far right makalesi, Alexander Reid Ross’un Against the Fascist Creep kitabı ve Anti-Fascism and Revolution makalesi, Türkiye’den ise Yaşar Ayaşlı’nın Eski ve Yeni Faşizm, Ergin Yıldızoğlu’nun Yeni Faşizm, Merdan Yanardağ’ın İslamo-Faşizm kitapları ve Fatih Yaşlı’nın Yahudiler, göçmenler, köpekler gibi yazıları son dönemde artan faşizm tartışmalarına örnek gösterilebilir. ↩︎
  2. Hinterland: America’s New Landscape of Class and Conflict, Phil Neel, Reaktion Books, s.48 ↩︎
  3. Siyasi aciliyet ihtiyacının devrimcilik ve insanın ölümlülüğüyle ilişkisine dair tartışmalar için birartibir.org‘da yazdığım “Ölümlülük Üzerine” yazı dizisine bakılabilir: I- “Son”dan sonra, II- Gelecek krizi, III- Benerci kendini niçin öldürdü?, IV- Ölümlülük politize edilebilir mi?, V- Ölülerimiz toplanacaktır ↩︎

Son Eklenenler