Perşembe, Haziran 27, 2024

Türkiye akademisi siyonist teröre karşı neden kayıtsız?

Türkiye akademisinin 7 Ekim 2023’te başlayan Hamas-İsrail savaşı karşısındaki tutumunu kavramak için devrimci hukukçu Selçuk Kozağaçlı’nın “Beni İlgilendirmez” başlıklı yazısına başvurmak yerinde olur. Kozağaçlı’nın yazısını, ondaki bir fragmanla özetlemek mümkündür: “Sizin meseleniz; acaba şu çömeldiğim yerden hem ısırılmamayı hem de bana solcu denmeye devam edilmesini becerebilir miyim? (…) Madem faşizme karşı parmağınızı kıpırdatmadan “solcu görünmeyi” ve zor günleri kalıcı bir hasar almadan atlatabilmek için “sıradan çıkmayı” göze aldınız, hiç değilse göz göze ayrılalım.” Kozağaçlı “solculuk” kavramına işaret ediyor. Peki solculuk nedir, bir kavram olarak nasıl oluşmuştur? 

Kavramların toplumsal ilişkilerden bağımsız ele alınmayacağını, fetişleştirilmemesi gerektiğini ve belirli bir kavramın uzamının sınıf mücadelesindeki güçlerin karşılıklı konumları dolayısıyla farklılaştığını en iyi Marksistler bilir. Solculuk kavramı da 20. yüzyıl boyunca değişmiş ve değişim genel olarak solculuğun proletarya enternasyonalizminden ve ulusal kurtuluş hareketlerinden ayrışması biçiminde gerçekleşmiştir. Bu ayrışmanın dünyada üç temel uğrağı olduğunu söylemek mümkündür. Bunlardan ilki solun Avrupa’daki 1968 hareketinin gözettiği ilkelere göre biçimlendirilmesidir. Bu hareket de “büyük bir anlatı” olarak proletarya enternasyonalizminin sözde geçersizliğine işaret eder. İkinci uğrak kapitalizmin 1970’lerde girdiği krizin ardından kapitalist dünyada sosyalistlere ve sendikalara karşı başlatılan saldırıdır. Sonuncuysa, Doğu Avrupa sosyalizminin ve Sovyetler Birliği’nin 1980’lerin sonundan başlayarak dağılmasıdır. O halde solculuk proletarya mücadelesinden ve ulusal kurtuluştan daha çok feminist hareketle, ekoloji hareketiyle, azınlık haklarıyla, LGBTİ hareketiyle, madun kültürünün muhafaza edilmesiyle ve bu hareketler arasındaki “kesişimlerle” iştigal etmenin kavramı olmuştur. 

Türkiye’deyse şüphesiz 12 Eylül 1980 darbesinden sonra solun ne anlama geldiğiyle ilgili kavrayış değişmiştir. Darbe, en militan sosyalist kadroları ortadan kaldırmış, sosyalist hareketi ve onun toplumla kurduğu bağları paramparça etmiştir. Akademide de tedricen sınıf mücadelesinin eski dünyaya ait bir kavram olduğu, toplumsal ilişkilere içsel başka karşıtlıklarla mukayese edildiğinde herhangi bir önceliği olmadığı görüşü hakim olmuştur.  

Filistin’in akademik sol tarafından göz ardı edilmesi herhalde en başta enternasyonalizm kavrayışının terk edilmesi dolayısıyla olsa gerekir. Akademik sol, post-kolonyal teoriyi temel uzmanlık alanlarından biri olarak benimsemiştir, ama siyonistlerin katliamları karşısında kayıtsızdır. Birçoğu üniversite öğrencisi olan Filistin için Bin Genç hareketinin Türkiye devletinin ve sermayesinin İsrail ile yaptığı işbirliğine işaret eden eylemlerine ve bu nedenle maruz kaldıkları devlet şiddetine karşı kayıtsızdır. Sömürgeci ve işgalci İsrail on binlerce Filistinliyi katlederken, Gazze’yi içindeki üniversitelerle beraber yerle bir ederken ve illegal yerleşimciler her gün Filistinlileri mülksüzleştirirken akademik sol tepkisiz kalmıştır.  Zaten akademik sol kendisine yönelen iktisadi ve siyasal şiddete de kayıtsız kalmış ve Kozağaçlı’nın deyişiyle ısırılmamayı becermiştir. Peki, tikel olarak akademinin toplumsal çelişkilere ve ulusal soruna karşı kayıtsızlığı nedendir? 

Kayıtsızlığı meydana getiren bir öğe olarak akademinin üstündeki iktisadi ve siyasal şiddet tehdidinin oluşturulmasının üç belirleyici uğrağından söz etmek mümkündür. Bunlardan ilki 12 Eylül darbesinin ardından YÖK’ün kurulmasıdır. İkincisi “bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza atan akademisyenlerin akademiden kapsamlı biçimde tasfiye edilmesidir. Üçüncüsü de 2016’da 676 sayılı KHK ile rektörlerin cumhurbaşkanlığı tarafından atanacağının ilan edilmesidir. Kanun hükümde kararnamelerin, kayyum rektörlerin ve onların işbirlikçisi üniversite kurullarının keyfi işlemlerinin tehdidi altındadır akademisyenin işi. Zaten bu insanlar yıllık enflasyonun neredeyse yüzde yüz olduğu bir ülkede yaşamaktadır ve akademisyen olmak ipso facto onun akademi dışında bir işi göremeyeceği anlamına gelir. O halde üniversite yönetiminin izin vermediği ya da hoş görmeyeceği herhangi bir eylem ya da etkinliğin gerçekleştirilmesi işin kaybedilmesi ve sefalete mahkum olunması demek olur.      

Akademiye içkin bir iktidar ilişkisi de kesinlikle belirleyicidir. Alfred Sohn-Rethel el ve kafa arasındaki bölünmenin özellikle bilim ve teknolojiyle ilişkisi içinde burjuvazinin sınıf egemenliği açısından üretim araçlarının özel mülkiyeti kadar hayati olduğunu söyler (1978: 37). Bilim, burjuvazinin toplumsal egemenliğinde insanın kendi yaşamını bir özne olarak üretmesinin, yeniden üretmesinin aracı olmaktan çıkıp özelleşmiş, toplumsal ilişkilerden bağımsızlaşmış, şeyleşmiş bir faaliyet haline gelmiştir. Bilimin özel, toplumsal ilişkilerden ayrı bir faaliyet olarak kavranışı Buharin’in sözleriyle,

(…) içerisinde bireysel toplumsal işlevlerin çeşitli tipler, psikolojiler ve tutkuların çeşitliliğinde kristalize olduğu derin bir işbölümü sistemi içinde, darmadağın bir toplumun koşullarında çalışan profesyonel biliminsanının öznel tutkularının, devasa pratik önemdeki bir faaliyet olarak bilimin nesnel toplumsal rolüyle karıştırılmasına neden olmaktadır (1971: 20). 

Böylece akademisyenin çok geri ideolojik konumundan söz etmemiz mümkündür, şimdi de üniversite öğrencilerinin çoğunun kol emekçisi olmak zorunda kalmaları nedeniyle akademisyen ile öğrenci arasındaki ayrım da derinleşmiştir. Böyle olunca onların kolektif olarak hareket etmelerinin temelleri ortadan kalkmış olur. Buradaki iktidar ilişkisi, basitçe ifade etmek gerekirse, zihin emeğinin akademisyenin işi olması ve kol emeğininse teorik bilgiye sahip olmayanların işi olmasıyla ilgilidir. O halde sanki Antik Yunan’da köleler ve özgür vatandaşlar arasındaki ayrım kadar kaba bir ayrım meydana gelir. İlki onların ayrıcalığı olarak tanınmış soyut meselelerle uğraşacaktır ve ikincilerse en aşağı fiziksel işlerle. Aslında bu ayrım günümüzde emperyalizm dolayısıyla daha da şiddetlenmiştir, teorik bilgi proletaryadan hiç durmadan uzaklaşmaktadır. Bu durumda doğrudan siyasal pratik sıradan insanların işidir, akademisyen de belki onlara akıl verecek ya da onların radikalliklerini törpüleyecektir. 

Akademi, bugün Türkiye’de kendisini neredeyse bir tür lonca olarak oluşturmaktadır. Kendi ötesindeki sivil toplumla ilişkilerinden siyasal bir güce dayalı olarak korunmuştur ve değişime kapalıdır. Akademinin zihin emeğinin tekelini elinde bulundurması nedeniyle çeşitli çıkarları ortaya çıkmıştır: siyasal iktidarla, tekelci sermayenin iktidarıyla ve Batı akademisiyle işbirliği kurmanın oluşturduğu çıkarlar. Bu üç fail İsrail’le girift ilişkiler kurmuşken, akademisyenlerin de İsrail’e karşı konumlanışını beklemek herhalde mümkün olamaz. İsrail, emperyalizme içerilmiş bu ilişkilerin düğümlendiği bir monad gibi iş görmektedir sanki; yani tıpkı Lenin’in meta soyutlaması dolayısıyla kapitalizmin tüm çelişkilerinin ya da tüm çelişkilerin tohumlarının ortaya çıkarılabileceğini belirtmesi gibi (1976: 358-359), İsrail’den de emperyalizmin çelişkilerinin çıkarılmasını ileri sürmek pekala mümkündür. 

Akademisyenin zihin emeği dolayısıyla oluşan iktidarına dair bir ironiden de söz etmek gerekir. Akademi diyalektik bir karşılıklı ilişki yoluyla meydana gelen proleterleşme baskısıyla karşı karşıyadır. Memuriyetin güvenceleri çeşitli nedenlerle yıkılmaktadır, artık emperyalist sermayenin Türkiye temsilcisi Mehmet Şimşek’in kamu için getirdiği yeni tasarruf tedbirleri dolayısıyla akademisyenlerin iş güvencelerinin daha büyük bir tehdit altına gireceğini söylemek mümkündür. Böylece akademisyenler özel girişimlerle ve kuruluşlarla iltisaklı olmak durumunda kalmaktadırlar. Horkheimer’in dediği gibi, “çalışmayana ekmek yok” (1989: 79). Bu durumda sürekli proleterleşme tehdidi altındaki akademisyenin üniversite ötesindeki proletaryayla ya da proleterleşme tehdidi altındaki kesimlerle ittifak kurması beklenir, ama o, ideolojik saplantıları ve örgütsüzlüğü dolayısıyla bunu yapmayacaktır. Zihinsel emeğin proleterleşmesi bugünkü krizde kendisini Ernest Mandel’in (1978: 263) “uzman ahmaklığı” adını verdiği zihinsel durumda tümüyle gösterir. Bu zihinsel durumda olan proleterleşmiş bilim insanları Alexander Bogdanov tarafından uzmanın en kusursuz tipi olarak tanımlananlardır: Dar, tek taraflı deneyimiyle, rutin yöntemleriyle, bir bütün olarak doğanın ve yaşamın anlayışından tamamen yoksun kişiler (2016: 236-237). Akademisyenler kendi uzmanlık alanlıklarından çıkarıldıklarında hiçbir teorik ve pratik bilgiye sahip olmayan kimselere dönüştüklerinden, onlar proletaryadan farklı olarak eğer işlerini yitirirlerse yeni bir iş bulmaları olanaklı olmadığı ölçüde işlerini kaybetmelerine yol açabilecek herhangi bir eyleme girişmekten çekinirler. 

Akademinin Gazze’deki katliama kayıtsız kalmasının temel bir nedeni de üniversite-sanayi işbirliği kavramı dolayısıyla anlaşılır hale gelir. Bu kavram, özel şirketlerin üniversitelerle çeşitli alanlarda girift ilişkiler kurmasına karşılık gelir. Üniversite ve bilim bu ilişkiler içerisinde sermayenin daha yüksek kârlılığının araçlarına, akademisyenler ve öğrenciler de özel şirket çalışanlarına dönüştürmüştür. Mesela, Filistin için Bin Genç hareketinin İsrail’le en başta enerji tedarik etmeye devam etmesi nedeniyle protesto ettiği Zorlu Holdingin 2022 Faaliyet Raporu’ndan holdingin üniversite-sanayi işbirliğine yönelik faaliyetleri takip edilebilir. Bu rapora göre, üniversite-sanayi işbirliğine girişmiş Zorlu Holding mülkiyetindeki şirketlerden, hidrojen ve yakıt pili teknolojileri üzerine çalışan Lentatek’in üniversite-sanayi işbirliğinde ileri teknoloji alanındaki ödülle tescillenmiş başarılı çalışmaları bulunmaktadır. 

Osmangazi Üniversitesi’nin ilk elektrikli araç takımı olan Mavera Teknoloji Takımının Ar-Ge ve inovasyon odaklı çalışmaları desteklenmekte, alternatif enerji kaynakları ve gelişmiş otomotiv teknolojilerini birleştirmek amacıyla yola çıkan İTÜ Güneş Arabası ekibinin ana sponsorluğu üstlenilmektedir. Zorluteks, kendi Ar-Ge merkezinde geliştirdiği projelerin yanı sıra üniversite işbirlikleri yapmaktadır. Meta Nikel Kobalt Madencilik Sanayi ve Ticaret AŞ, farklı üniversiteler, TÜBİTAK ve sanayi ile yapılan Ar-Ge işbirliklerini sürdürmektedir. Vestel Şirketler Grubu ve Özyeğin Üniversitesi işbirliğiyle faaliyet gösteren Vestel Teknoloji Akademisi bu üniversitenin akademisyenlerini misafir öğretim üyesi olarak bu programa atamıştır. Raporda Zorlu Holdingin öğretim üyesi ve holdingin çeşitli faaliyet alanlarında istihdam edilecek personeli yetiştirmek için üniversitelerle kurduğu çok sayıda işbirliği programından da söz edilmektedir. Zorlu Holding, akademiyle iç içe geçmiş Türkiye sermayesinin tekil bir örneğidir, Türkiye akademisi sermayeyle bu denli girift ilişkiler kurmuşken ondan İsrail’in katliamlarına tepki göstermesini beklemek de naiflik olacaktır.

Türkiye akademisi Filistin sorununa karşı sessizdir. Bazı üniversiteler çeşitli alanlarda İsrail üniversiteleriyle dolaylı ya da dolaysız olarak işbirliğine devam etmektedir. Akademisyenlerin, Filistinli biliminsanlarının siyonistler tarafından katledilmeleri ve siyonistlerin Gazze’deki üniversiteleri yerle bir etmesi karşısında Filistin’le dayanışma göstermesi bir tarafa, konunun büyük önemine değinen çalışmalar, kongreler ya da atölyeler de yok denecek kadar azdır. Ancak belirli üniversitelerdeki sosyalist öğrenciler, özellikle Türkiye üniversitelerinin İsrail’le işbirliklerini sonlandırması için izole eylemler gerçekleştirmiştir. Durum buyken Filistin için Bin Genç hareketinin İsrail’le girift ilişkiler kuran Türkiye menşeili şirketlere ve bu ilişkileri mümkün kılan devlete işaret etmeleri en azından bu ilişkilerin en azından açıktan değil dolaylı yoldan kurulmasına, asıl boykot edilmesi gereken ve protesto edilmesi gerekenin kimler olduğunun açığa çıkarılmasına yol açmıştır. Sosyalist hareketin Türkiye’de zayıf olduğu bir zamanda ve Filistin sorunu da hiçbir siyasal hareketin pek fazla gündeminde değilken, Filistin için Bin Genç enternasyonalizmin ve sömürge halklarla dayanışmanın bu düzenin değişmesi için çalışan herhangi bir hareketin temel sorumlulukları olduğuna işaret etmiştir.      


Kaynaklar

Bogdanov, A. (2016) The Philosophy of Living Experience, Rowley, D. G (çev.), Leiden: Brill.  

Bukharin, N. I. (1971) “Theory and Practice From the Standpoint of Dialectical Materialism” Science at the Cross Roads: Paper Presented to the International Congress of the History of Sicence and Technology içinde, London: Frank Cass & Co. Ltd. 11-33.

Horkheimer, M. (1989) “The Jews and Europe” Stephen Eric Bronner, Douglas MacKay Kellner (ed.), Critical Theory and Society. A Reader içinde. Londra: Routledge New York, 77-94. 

Lenin, V. I. (1976) V.I. Lenin Collected Works Volume 38 Philosophical Notebooks, Stewart Smith (ed.), Clemence Dutt (çev.), Moscow: Progress Publishers, 1976.

Mandel, E. (1978) Late capitalism, J. de Bres (çev.), London: Verso.

Sohn-Rethel, A. (1978) Intellectual and manual labour, London: Macmillan.

Zorlu Holding (2023) 2022 Faaliyet Raporu.

Son Eklenenler