Maksadımız takvim yazıları yazmak değil, ölüm yıldönümü vesilesiyle neden Spinoza’nın adını andığımıza dair birkaç kelam etmek.
Tek bir felsefeyle ya da tek bir ilkeyle hakikati açıklama çabası idealizme özgüdür. Bir felsefeye dönük ilgimiz ya da sevgimiz ise bu felsefeyi geliştiren düşünür hasebiyle değil elbette bu felsefenin bizi hakikate yaklaştırması hasebiyledir. Zira materyalizm söz konusu olduğunda onun özünde tamamlanmayan yani nihai bir amacı olmayan, doğa yasaları (zorunlu) ile toplum yasalarını (eğilim) karıştırmayan ama insanın doğal ve toplumsal varoluşunu tarihsel birlik içinde ele alan, şeyler arasındaki farklılık, benzerlik ve karşıtlıkları nesnel yolla tayin etmeyi ilke edinen, şeylerin ortak adıyla (tümeller) şeyleri birbiriyle özdeşleştirmeyen, “iyi, güzel, hak, uyum, rastlantı” gibi kavramların doğada olmadığını, bunların şeylere ve ilişkilere dair yargılarımız neticesinde geliştirdiğimiz kavramlar olduğunu göz ardı etmeyen, özgürlük ile zorunluluk yani özgür nedensellik ile doğal nedensellik arasında kategorik bir bağ olduğunu unutmayan, toplumların tarihini belirleyen eksenin toplumsal üretim ilişkileri ya da en genel anlamda güç ve çıkar ilişkileri olduğunu hatırlatan, doğa ile tarih, toplum ile birey, beden ile zihin, duygu ile fikir (zihin), fizik ile metafizik vb. arasında özsel bir ayrım olmadığını kabul eden ve buna benzer başka öncülleri olan hakikat araştırması var.
Spinoza hakikat araştırmamızdaki bitmeyen güzergahın temel uğraklarından biri, Demokritos, Epiküros, Lucretius, Diogenes, Marx, Engels, Dietzgen, Lenin, E. M. Wood ve diğerleri gibi. Spinoza’nın da bize gösterdiği üzere materyalizmin yukarıda bahsi geçenler dışında başka boyutları da var, karşıt fikirlerden de yararlanmayı ilke olarak benimsemek. Lenin’in deyimiyle “eski okulda iyi varsa ondan eleştirel olarak yararlanmak, özümsemek, insanlığın yarattığı bütün hazinelerin bilgisiyle zihnimizi zenginleştirmek.” Spinoza’nın tartıştığı, fikirlerine danıştığı insanlar bu açıdan farklı niteliktedir: Teologlar, biliminsanları, filozoflar, ressamlar… Diğer taraftan filozofun hayatının çetin ve yalnız geçtiğine sıkça vurgu yapılır. Bu vurgular tamamen yersiz de değildir. Ama yürüttüğü tartışmalara, çalışmalarındaki zenginliğe, dünyada olup bitene dair derin ilgisine bakınca bu çetin ve zor hayatın hakikat arayışıyla nasıl iç içe geçtiğine, yaşadığı dışlanma karşısında bunlara katlandığını ifade etmek, yakınmak bir yana onun nasıl yaşama sıkı sıkıya bağlandığına tanık oluruz. Zira Spinoza için hakikat araştırması hakikat araştırmasından ibaret değildir. Bireyleri bireylere, topluma, doğaya, diğer canlılara, felsefeye, sanata, politikaya, bilime ve daha birçok şey üzerinden dostluğa ve özgürlüğe aralayan sonsuz bir çabadır. Spinoza’nın “varlık”ı –Ethica’yı tehlikeli addeden- Leibniz’in monadları gibi penceresiz değildir. Spinoza’nın “sonsuz şeyi sonsuz şekilde üreten” doğası bizim de bu sonsuzluğun parçası olmamız itibarıyla şeyleri sonsuzluğun ışığı altında görmemizin olanaklarını kesinlik ve açıklık içinde içerir. Sonsuzluğun penceresinden bakmayı herkes için mümkün kılan, buyruksuz, aklın ‘asal’ bir yeti olarak kabul edilmediği, bilinemezciliğe, erekselciliğe yer bırakmayan bir hakikat araştırmasıdır söz konusu olan.
Spinoza’nın felsefesi nedensellik ilkesi üzerine tesis edilir. Kuşkusuz ki doğal ve toplumsal nedensellik farklı ele alınmalı ama bu, toplumsal nedenselliğin de tarihsel zorunluluklar içermediği anlamına gelmez. Sözgelimi “insanlar, karşılıklı olarak birbirine yardımcı olmazlarsa, kendi imkanlarıyla ayakta kalabilmek ve korunabilmek için gerekli beceriye ve zamana sahip olamazlar.” Toplumsal varoluş birey için zorunludur zira “insan doğası gereği kendine yararlı olanı arar” ve toplumsal varoluş onun zorunlu yararıdır. Diğer zorunluluk, doğamızı gerçekleştirmemiz olarak özgürlüğümüzdür. İlk nedenden ötürü bireysel özgürlüğümüz toplumsal özgürlükle koşulludur. Bu açıdan özgürlük, erdem, güç ve yarar ya da iyi arasında da zorunlu bir bağıntı vardır, tam da bu bağıntı hasebiyle hakikat araştırmasının kritikliği bir kez daha belirir.
Bahsi geçen bu olgular ya da gerçekler toplumsal özgürlüğün temel ya da zorunlu boyutlarıdır ve “insanın en üstün iyisinin ortak olması [doğayı bilmek ve onun yasalarına göre yaşamak] ilineksel olarak ortaya çıkan bir sonuç değildir, bu aklın doğasından kaynaklanır çünkü bu iyi akılla tanımlandığı sürece insanın özünden kaynaklanır ve bir insan bu üstün iyiden haz almaksızın ne var olabilir ne kavranabilir.” Bir şeyin “özünden kaynaklanıyor” olması o şeyin zorunlu olduğunu gösterir. Tıpkı şu bağıntıda olduğu gibi: “Erdemin peşinden giden insanlar için en üstün iyi Doğa’yı bilmektir; başka deyişle, bu iyi, herkes için ortak olan ve aynı doğada oldukları sürece bütün insanların erişebileceği bir iyidir” ve “erdemin peşinden kosan her insan kendisi için istediği iyiyi diğer insanlar için de isteyecektir ve Doğa’ya ilişkin bilgisi arttıkça bu isteği de artacaktır.”1 Bir canlıya neyin yararlı olduğu onun doğasından hareketle belirlenebileceğine göre -tersi değil- doğamızı ya da özümüzü gerçekleştirmek yani sahip olduğumuz gücü, potansiyelleri edimselleştirmek ya da bilfiil kılmak sonsuz şeyle sonsuz ilişki kurma olanağına sahip olmakla zorunlu ilinti içindedir ve bu olanağı doğanın parçası olmaya borçluyuz.
Ama özgürlüğün olmazsa olmaz ikinci bir boyutu daha var, bugün üzerine ivedilikle düşünülmesi ve değiştirilmesi gereken toplumsal boyutu. Mademki birincil yararımız özgürlüğümüz yani sahip olduğumuz gücü farklı etkinlik tarzları ve çeşitli ilişki biçimleriyle edimselleştirmek ve bireysel özgürlük de toplumsal özgürlükle koşullu o vakit toplumun özgürleşmesi ve bunun gerçekleşmesinin yollarını arama ve bunu tarihten ve şimdiden hareketle tesis etmek kadar güncel bir görevimiz olmasa gerek. Spinoza buna bugünün erdemi derdi belki de.
“Yapılması gerekenin ne olduğunu göstermek yeterli değildir […] İnsanların neler yapabileceğini de göstermek gerekir.” Mücadelede materyalist bir yaklaşımla hareket etmenin temel ilkelerinden biriymiş gibi düşünebileceğimiz bu önermenin tüm insanların özgürleşeceği enternasyonal ve devrimci bir dönüşüme katılacak her insan için sıkça hatırlanmasında fayda olsa gerek. Hakikat araştırmasını da bu çabadan ve katılmadan yani doğanın ve tarihin ışığında yürümekten ve bu güncel deneyimde yoldaşlaşmaktan başka bir yolla anlamıyoruz. Zira “hakikati içtenlikle seven kişilerle kurulan dostluktan daha değerlisi yoktur […] Nasıl hakikat bir kez algılandıktan sonra bırakılamıyorsa, bu insanların birbirine olan sevgisi de her birinin hakikatin bilgisine duyduğu sevgiye dayandığı sürece bozulup yok olamaz.”
Spinoza’nın içtenliğinin ve kendiyle barışıklığının dayanağı hakikat araştırmasıydı, nesnelliğe dayanıyor olmanın verdiği güvendi. Bu araştırmanın yanında kişisel hırsların, rekabetin, hasedin, kibrin, sefahatin ve buna benzer duyguların ne ehemmiyeti olabilir. Bilakis bu araştırmayı diğer insanlarla birlikte yürütmek ilineksel değil zorunlu mahiyetteydi.
Tarih milyonlarca insanın binlerce yıldır maruz kaldığı baskıcı ve sömürü rejimleriyle, zorluklarla savaşarak, o şekilde ya da bu şekilde çözüm arayarak, deneyerek ilerliyor, şekilleniyor. İşler hâlâ çok da yolunda görünmüyor. Ama tarih ve tarihsel bakış açısı, insanlaşmanın doğal ve toplumsal boyutunun terkibi bize asırlardır süren özgürlük mücadelesinde sorumluluk almayı önümüze zorunluluk olarak getiriyor. Bu zorunluluk temelde tarihten hareketle geliştirdiğimiz zorunluluk ve bu açıdan dışsal nedeni içeriyor gibi görünse de tarihi özümsemek, tarihin insanların bireyleşme ve özgürleşmesine doğru seyretmesi açısından içsel bir nedenle de ilintilidir. Öyleyse sadece ve sadece bu doğal ve toplumsal zorunluluğun tarihsel ve fiili terkibi bize özgürlük mücadelesinin parçası olmanın erdemini yaşatabilir. Spinoza’nın arzusu ve disiplini tüm insanlığın özgürleşmesine sahici bir yaklaşım geliştirebilme heyecanından kaynaklanıyor. Bu bireysel bir heyecan gibi görünse de meşruiyetin beraberinde getirdiği özsel bir heyecan olsa gerek. Özgürlüğünden, emeğinden, doğasından, ürettiğinden, yaşamından olmuş, edilmiş tüm insanların özgürleşme sürecini kuşatan bir meşruiyetin getirdiği, ürettiği devrimci bir praksistir tanık olduğumuz.
Velhasıl, heyecanımız ve arzumuz kişilere değil hakikatedir. Her kim ki ya da hangi düşünce, tartışma bizi hakikate yakınlaştırıyorsa orada durmalı ve onu özümsemeye ve oradan yürümeye devam etmeye çalışmalıyız. Hakikat sevgisi zorunluluk ihtiva eder, nasıl ki doğadaki şeyleri ve doğa yasalarını daha çok bildikçe zorunlu olarak doğayı seversek hakikat sevgisi de bu sürece içkindir. Ya da nasıl ki tarih bize toplumların sınıf mücadelesi tarihi olduğunu gösteriyorsa bu mücadelenin fiili tarafı oldukça tüm insanlığı özgürlüğe götürecek devrimi daha çok severiz. Devrim bir buyruk değildir. Buyruklar dışsaldır, itaati gözetir ve Spinoza açısından dinin ve ‘dinin öncülü olan ahlak’ın konusudur. Oysa o doğanın, tarihin, fikirlerin, deneyimlerin içinden geçerek özgürlük ve özgürlük mücadelesi için içsel nedenler geliştirme peşindedir. Bunu da gözümüzün önünde, hiçbir gizeme ve dolayıma başvurmadan, yanlış yapmaktan korkmadan, bizi de bu deneyime dahil ederek yapar.
Spinoza’nın deneyimini seyretmeyiz, gerçekleştiririz, bilfiil kılarız. Filozofun fiili özümüz olarak tanımladığı arzu onun felsefesiyle özgürlük arzusuna doğru uzanır, öyle kesinlik içinde ve öyle rasyonel bir serinkanlılık ve neşeyle. Demokritos gibi, Horatius gibi “hakikatin gülerek söylenmesinde bir tuhaflık yoktur.” (Horatius)
- Spinoza aynı şeyi kastederek Doğa, Töz ya da Tanrı der. Biz bu metinde Doğa’yı kullanmayı tercih ettik ve kimi alıntıları bu yönde değiştirdik. ↩︎