Bu yazı aslında geçen yaz yazılacaktı. Yerel seçimlerden kısa bir süre sonra İzmir belediyelerinde yeni bir grev ve direniş dalgası başlamıştı. Farklı belediyelerdeki direniş alanlarına gittiğimizde buralarda inşa edilmiş iş, ücret ve patronluk ilişkilerinin kendine özgü katmanları sürekli yeni soru işaretleri yaratıyordu. Aslında Kristal Yağ ve Lezita grevlerine dair yazdıklarıma benzer bir “direniş notları” yazısı yazmayı planlıyordum ama belediyelerdeki hareketlerin tetiklediği teorik sorgulamalar meseleyi o sadelikte ele almayı mümkün kılmadı. Sonrasında geçen bir sene içinde İzmir’de Büyükşehir, Çiğli, Menemen, Karşıyaka, Kemalpaşa, Bayraklı ve Konak belediyelerinde toplamı 10’u aşan farklı grev ve direniş sürecine şahit olduk. AKP’li Menemen Belediyesi dışında bunların hepsi CHP’li başkanlar tarafından yönetiliyor. Özellikle son haftalarda yapılan tartışmalarla birlikte bu yazıda ele almak istediğim konular tekrar ve daha geniş bir düzlemde gündeme gelmiş oldu. Sol sosyalist çevrelerin genel olarak belediyelerdeki emek mücadelesi süreçlerine ve buna karşı gelişen tepkisel düşmanlığa bakışındaki eksiklik ve zaaflar da bu konudaki yazma ihtiyacını perçinlemiş oldu.
Mayıs ayı sonunda, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde 23 bin işçinin katıldığı, altı gün süren, tartışmalı ve gerilimli grev süreci yenilgiyle sonuçlandı.1 Dahası CHP’li başkan Cemil Tugay’ın, özellikle belediye işçilerine dönük olarak toplumda belli bir düzeyde var olan düşmanlığı, tam da cevval bir patrona yaraşır biçimde köpürtmesine ve etkili bir grev karşıtı stratejiye dönüştürmesine şahit olduk. Bu düşmanlık yeni karşılaştığımız bir şey değildi. 2021 yılında Kadıköy Belediyesi’ndeki grevde de, sonraki süreçte, özellikle Maltepe gibi CHP belediyelerindeki grev ve direnişlerde de şahit olduğumuz, “çöpçüyle doktor aynı maaşı mı alacak?” sorusunda kristalleşen bu orta sınıf tepkisine aşinayız. O dönemde bu söylemler karşısında nasıl bir tavır takınılması gerektiğine dair düşüncelerimi “Had ve İhlal” başlıklı yazıyla ele almıştım.
Fakat İzmir’deki son süreçte yeni olan bir şey var: Bu tepkilerin bizzat belediye başkanı ve iletişim ekibi tarafından örgütlenip geniş ve saldırgan bir kampanyaya dönüştürülmesi. CHP’nin ilk günden beri gerek sosyal medyada gerekse solun yaptığı değerlendirmelerde eleştirilen bu tutumu ciddi bir tehlikeye işaret ediyor ama bunun beklenmedik bir şey olduğunu söylemek de zor. Ancak burada işveren lehine bir saldırı olarak kurgulanan iletişim taktikleriyle, bu taktiklerin karşılık bulduğu toplumsal zemini birbirinden ayrı ele almak gerekiyor. Tam da bu sebeple bu hikayedeki “şeytan”ın, yani işveren konumundaki Cemil Tugay’ın değilse de onun işçi düşmanı söylemlerini yeniden üreten kesimlerin avukatlığını yapmayı deneyeceğim.
Belediye işçilerinin hak etmedikleri maaşları talep eden “şımarık” bir zümre olduğu iddiasını, belli bir konforu sadece kendisine hak gören orta ve üst gelir tabakasıyla sınırlamak ciddi bir hataya düşmek olur. Bu kesimin tepkisinde kendi toplumsal konumlarına içkin bir işçi düşmanlığı olduğu aşikar, fakat bu görüş başka yerlerde de karşımıza çıkıyor. Bu son tartışmalardan tam bir yıl önce, İzmir’deki belediye direnişleriyle eşzamanlı olarak süren gıda işkolundaki iki grevin talepleri ücretlerin asgarinin biraz üzerine çıkabilmesi ve gerçekten çok kötü olan çalışma şartlarının iyileştirilmesiydi. Bu diğer grevlerdeki işçilerle belediye direnişlerini konuştuğumuzda genelde benzer küçümseyici cevaplarla karşılaşıyorduk: “Torpille girdikleri yerde dişe dokunur bir iş yapmadan bir sürü para alıyorlar, bir de üzerine yakınıyorlar.”
Bu iddianın belli açılardan yanlış ya da geçersiz olmasının hiçbir önemi yok, belli ki belediye işçiliğine dair kötü kanaatlerin dolaşıma girdiği alan sadece orta sınıfların kibirli dünyasıyla sınırlı değil. Fakat bunu pratikte çözülmesi gereken ideolojik bir sorun olarak almak yerine, ilkesel olarak işçi dostu bir konumdan bu söylemi yargılayıp onu yeniden üreten insanlara karşı toptan bir ahlaki üstünlük takınmanın, Anadolu’nun şu ya da bu kentinde AKP’ye oy veren halkın her türlü cehennemi yaşamayı hak ettiğini düşünmekten politik olarak pek de bir farkı yok. Şunu hep akılda tutmak gerek: Politik kudretimizi ve etkimizi söylem değil eylem belirler. Kendisi de grevde olan bir işçinin başka bir işçi topluluğunu “şımarık” addetmesinin önüne, ne işçiye bunun böyle olmadığını anlatarak ne de bu tavrı sosyal medyada itham ederek geçebiliriz. Burada yapılması gereken, bu tarz söylemleri basitçe yargılamak yerine siyaseti ahlaktan ayırmak ve bu tutumların arkasındaki nesnel ve öznel mekanizmaları teşhir edip onlara karşı pratik ideolojik bir mücadele yürütmek. Çünkü tam da bu örnekte olduğu gibi, bu sorgulamalar bizim sınıf mücadelesi açısından belli başlı zorluklar ve iç çatışmalarla da yüzleşmemize vesile olabilir.
Bu çelişkileri görünür kılmak için öncelikle bu yaygın kanının arkasında ne gibi maddi ve ideolojik katmanlar olduğunu çözümlemek, bunun için de ilk olarak belediye işçisinin ayırt edici özelliklerini tespit etmek gerek. Esasen hizmet sektörü dahilinde, gelirleri vergiye dayanan yarı kamusal denebilecek bir şirket formu içinde, artı değer üreticisi (yani üretken) olmayan bir emek biçiminden söz ediyoruz. Buna ek olarak, yanlış da olsa, belediye işçilerinin çoğunlukla masa başı bir iş yaptığı varsayılıyor ve ücretleri ise iyice asgari seviyesine gerilemiş olan ülke ortalamasının bir nebze üzerinde. Fakat benzer koşullarda çalışan diğer hizmet sektörü katmanları aynı düşmanlıkla bu kadar net biçimde karşılaşmıyor. Ya da bir diğer örnek olarak sanayi alanında tavan ücreti aldığı kabul edilen metal işçileri onlara reva görüleni kabul etmeyip greve çıktıklarında bu kadar tepki çekmek bir yana geniş bir destekle de karşılaşıyorlar.
Öyleyse buradaki sorun sadece sınıf mücadelesinin temel iç çelişkilerinden biri olan “işçi aristokrasisi” kavramıyla açıklanamaz. Elbette ki sınıf katmanları arasındaki ücret, hak, yaşam standardı gibi konularda oluşan farklar, özellikle de egemen sınıf bunları silaha dönüştürdüğü ölçüde, işçi sınıfının bütünlüklü hareketinin önünde bir engel teşkil ediyor. Hatta solun 70’lerden itibaren sınıf çatışmasının devrimci siyasetin merkezinde olduğu fikrini terk etmesine sebep olan esas çelişkilerden biri Pulancas’ın “yeni küçük burjuvazi” olarak tanımladığı bu sınıf içi ayrışma denebilir. Post-marksizm içindeki baskın iki eğilim olan Laclau-Mouffe hattı da Negri-Hardt hattı da sınıfın bölünmüşlüğü sorununu marksizm eleştirisinin temeline yerleştiriyor.
Her ne kadar önemli ve doğru bir soruya işaret etmiş olsalar da buna alternatif olarak çizdikleri yollar sınıf çatışması gerçeğinin 2008’den beri artan bir şiddette kendisini hatırlatması üzerine gitgide terk edilen bir eğilime dönüştü. Bugün kağıt üstünde bir özne olarak çokluk ya da prekaryayı, siyasi bir ufuk olarak radikal demokrasiyi işaret eden siyasetlerin sayısı oldukça azalmış durumda. Fakat solun pratiğine hâlâ bu yaklaşımların ciddi oranda egemen olduğunu da eklemek gerek. Zira sınıf çatışmasının kendi merkezi konumunu tekrar hatırlatan bir devinim kazanması işçi sınıfının katmanlı yapısına dayanan çelişkilerin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor.
Tam da buradan hareketle, bazı post-marksist yaklaşımlar açısından da temel siyaset zemini olarak görülen yerel yönetimlere ve oralarda kurulan ücret-emek ilişkisine dair katmanlı bir analiz yapmak ve strateji geliştirmek gerekiyor. Dünyanın birçok farklı noktasındaki komünist belediyecilik denemelerinden Türkiye’de Fatsa örneğine ya da Kürt Siyasi Hareketi’nin belediyeler yoluyla gerçekleştirmeyi denediği özyönetim girişimlerine yerel yönetimlerin sol açısından önem verilen bir siyasi odak olduğu ortada. Diğer yandan devletin bugün bu ara siyasi alanı kayyumlar ve hukuk sopasıyla dağıttığı, işlevsizleştirdiği, kendi isteğine göre dizayn ettiği de aşikar. Kendisi de ilk çıkışını belediyecilik üzerinden yapmış olan Erdoğan’ın başka birçok sebeple de bu konuya dair özel bir hassasiyet geliştirmiş olması da şaşırtıcı değil.
Daha da önemlisi, devrimci strateji açısından etki gücü tartışmalı da olsa düzen siyaseti için önemi aşikar olan belediyelerin son 45 yılda yaşadığı dönüşüm bugün artık belediyelerin tamamen şirketleşmesiyle taçlanmış olması. Neoliberal belediyecilik dediğimiz bu formda kamu, özel ve taşeron gibi farklı istihdam ve ücretli emek ilişkilerini içinde barındıran, bunların arasındaki gerilimleri de daha fazla şirketleşme için kullanan, patronların siyasi partiler, yöneticilerin belediye başkanları olduğu Siyaset A.Ş. diyebileceğimiz bir tür holding formuyla karşı karşıyayız. Hem de bu hangi siyasi partinin elinde olduğundan bağımsız olarak, belediyelerin içinde olduğu mali ilişkiler ve genel ekonomik çerçeve tarafından belirlenen bir yapısal yönelim. Hatta öyle ki bazı sol partilerin son yerel seçimdeki komünist ya da sosyalist belediyecilik iddialarının kaçınılmaz boşa düşüşü bunun kanıtı gibi. Sermayenin saldırgan küresel tahakkümü altında otonom alanlar yaratma fikrinin naif bir hayal olmaktan öte hiçbir karşılığı yok.
Dolayısyla bu parti-şirketler günümüze özgü kapitalist politik ekonominin kristalize örnekleri olarak görülebilir. Aralarındaki farkların, her ne kadar kayda değer olsalar da, iyi patron – kötü patron ikiliğinden öte nesnel bir karşılığı bulunmuyor. Kamusal alanın her geçen gün özelleşmesi ve şirketleşmesiye geldiğimiz noktada bugün holding dediğimiz yapı, sermaye yoğunlaşmasıyla oluşan bir şirket biçimi olması bir yana, genel olarak sermayenin ve devletin de organizasyon biçimi aynı zamanda. Holdingcilik dediğimizde sadece bir yandaşlık ilişkisinden değil, holding formunun bir örgütlenme modeli olarak toplumsal alana yayılışından da bahsediyoruz. Yine de şunu hesaba katmak önemli: Belediyeler yönetim biçimi ve emek ilişkileri açısından holdinglere benzeseler de kâr üretimi (ya da daha doğru ifadesiyle artı-değer gaspı) konusunda onlardan ayrılıyor.
Bu sebeple belediye dediğimiz bu parti-şirketleri her şeyden önce bir ekonomik yeniden-dağıtım aracı olarak ele almak gerek. Belediyeler dolayımıyla hizmet sektörü ve üretken olmayan (kâr getirmeyen) emek biçimleri üzerinde kurulan her türlü ücret baskısı halkın cebinden alınıp patronların kasasına aktarılan zenginliğin de artmasını sağlayan bir araç aslında. Bu mesele belediyelerin kent mekanı ve rant üzerindeki tasarruflarıyla da birleştiğinde sermayenin ve sömürünün kristalize biçimde siyasileştiği bir sektörle karşı karşıya kalıyoruz.
Gelelim bu sektörün emekçilerine. Büyük çoğunluğu belediye işçilerinden oluşan 20 nolu işkolunda 1 milyona yakın çalışan bulunuyor. Dahası yüzde 58’le sendikalaşma oranı en yüksek iş kolu bu. Üç büyük konfederasyonun üç büyük sarı sendikasına dağılan bu yüksek oran belediyelerdeki siyasileşmiş istihdam ilişkilerinin de bir sonucu. O açıdan buradaki sendikalaşmanın sınıf bilinci ya da örgütlülüğü anlamında pek de olumlanacak bir tarafı yok. Özellikle bu sendikaların düzen siyasetiyle organik ve kirli ilişkilerini düşündüğümüzde, hem bir insan kaynakları ajansı gibi çalışan, hem de bir aidat havuzu olan bu kurumların bu parti-şirketlere özgü holdingci yeniden-dağıtım modelinin de önemli bir ayağı olduğu ortada.
İzmir’deki bu son süreçte iktidarın saldırısı altındaki muhalefet olarak CHP’yi, yani parti-şirketin parti kısmını savunma refleksiyle atağa kalkan küçük burjuva kesimi bir kenara bırakırsak belediye işçilerinin diğer işçiler nazarında da pek itibarlı olmayışı onların ne iş yapıp yapmadıklarından ziyade herkesin bir düzeyde şahit olduğu, yukarıda tanımladığımız girift politik ekonomik yapıyla ilişki. Örneğin geçen yaz boyunca İzmir ilçe belediyelerindeki işten çıkarmalara karşı yapılan direnişlerde CHP içi taht kavgalarının da belirleyici olduğu aşikardı. İşçilerin bir kısmı CHP’yi patron değil de “baba ocağı” olarak, kendilerini ise haksızlığa uğramış evlatlar olarak görüyordu. Sendikalar dolayımıyla da gerçekleşen bu kısmen siyasallaşmış, kısmen ahbaplık ilişkilerine dayalı istihdam ilişkileri tahmin edilenden daha çok göze batıyor. Dolayısıyla belediye işçilerine karşı yükselen düşmanlıkla haklı olarak mücadele ederken bu gerçeklerin de üzerinden atlamamak gerekiyor.
Tabii ki hem işçi aristokrasisi tartışması hem de parti, dernekler, tanıdıklar ve sendikalar üzerinden akan istihdam ilişkileri belediye çalışanlarının insanca bir yaşamı hak etmediği biçiminde yorumlanamaz. Bu durum işçilerin greve çıkmaktaki haklılığını de ellerinden almıyor. Bilakis grevin tam da bu yapıyı, belediyeleri şirketleştirip partileri holdingleştiren, sendikaları istihdam ofisi haline getiren bu politik ekonomiyi hedef alan bir forma büründürülebilmesi gerek. Büyük çoğunluğu kent mekanlarının düzenlenmesi ve temizliği gibi doğrudan toplum yaşamı ve sağlığını ilgilendiren, yoğun emek gerektiren görevlerde çalışan belediye işçilerinin zaten makul bir yaşam standardının dahi altında kalan taleplerinin bir ayrıcalık bilinciyle değil, bugün açlık sınırına bile ulaşmayan asgari ücretin normlaştığı bir sömürü düzenine karşı herkes için insanca yaşam arzusunun ifadesi olarak yükseltilmesi gerek. Fakat bunun kolay bir iş olmadığının, bugünden yarına başarılamayacağının da bilincinde olarak yükselen işçi düşmanı söylemlere karşı serinkanlı biçimde, arkalarındaki ideolojik ve nesnel çelişkilere dayanan zeminleri kavrayarak yaklaşmak gerekiyor.
İdeolojik mücadelenin sadece bir propaganda ya da dışarıdan doğruları anlatma meselesi olmadığı, sınıfın alt katmanları içinde geniş ve köklü biçimlerde örgütlenmeden bu tarz bir işçi düşmanlığının aşılamayacağı ortada. Fakat özellikle kitleci-reformist çizgideki sol parti çevrelerinden bu konuya dair yapılan açıklamaların ve değerlendirmelerin böyle bir kavrayıştan oldukça oldukça uzak olduğunu, mevcut durumun çelişkilerine dönük devrimci bir müdahale arayışındansa verili sendikal statükoyu sürdürmeye, dolayısıyla istemeden de olsa işçi düşmanlığını yeniden üretecek bir zemini güçlendirmeye yarayacak bir tahlil sorunundan mustarip olduğunu da söylemek gerek. Temel örgütlenme stratejileri CHP’nin tabanı denebilecek kentli orta sınıfları işçi olduklarının bilincine eriştirmek ve bu sayede sosyalizan bir hat içinde özneleştirmek olan kitleci-reformist çizgideki sol partiler, görmezden geldikleri “işçi aristokrasisi” gerçeğiyle ve hedef kitlelerinde ortaya çıkan işçi düşmanlığıyla karşılaşmaktan dolayı da rahatsızlar. Toplumsal değişimin (ya da kendi iddialarınca sınıf mücadelesinin) öncülük potansiyelini “kentli emekçiler”de aramak, arabayı atın önüne koşmaya benziyor.
Dahası, neredeyse bütünüyle AKP karşıtlığına indirgenmiş bir siyasi hattın içinde, DİSK ve CHP’yle kurulmuş yakın ilişkiler çerçevesinde sınıf içi çelişkileri de esas alan bir pratik inşa etmek zaten mümkün değil. Hatta bu ilişkilerin etkisi greve karşı kazandığı zaferin coşkusuyla şimdi de binlerce işçiyi işten atmak için kolları sıvayan Cemil Tugay’ı CHP içinde uç bir örnek, grevin sonucunu da işçiler açısından bir nevi kazanım olarak görmeye kadar çıkıyor maalesef.
Fakat İzmir’in şahin belediye başkanının işçi düşmanı tavrını başka türlü, doğruya muhtemelen daha yakın bir yerden de okuyabiliriz. Hükümetin saldırıları ve Ekrem İmamoğlu’nun tutukluluğuna istinaden Cemil Tugay sermayeye “bize, CHP’ye güvenebilirsiniz” diye sinyal veriyor ve desteklerini bekliyor da olabilir. Elbette ki patronlar işçiler karşısında eğilip bükülmeyen siyasetçilere daha çok güven duyacaklardır. Devrimcilerin ise işçilerden başka güvenebilecekleri kimse yok. İzmir grevinin yenilgisinin açığa çıkardığı bu çelişkilerse çok, daha çok çalışmak gerektiğinin ve maddi ilişkiler zeminine yaslanması gereken türde bir ideolojik mücadelenin ertelenemeyeceğinin kanıtı olmuştur.
- Sürece dair detaylar için Umut-Sen’in “İzBB grevi neden yenilgiyle sonuçlandı? Şimdi ne yapmalı?” başlıklı değerlendirmesine ve bir belediye işçisinin yazdığı “İşverene ve sendikaya karşı, yaşasın işçilerin birliği!” başlıklı mektuba bakılabilir. ↩︎