Kapitalizm emekçilerin birbirinden yalıtılmasıyla, işçilerin sürekli olarak birbirine karşı rekabet haline sokulmasıyla da işler. Bu çelişki, sınıfın kendi iç bütünlüğünü parçalamak, onu temelde ayrıştırmak için sistematik biçimde yeniden üretilir. Bağcılar’da 12 yaşında katledilen Meryem, Antalya’da katledilen 17 yaşındaki Ahmet El Naif, Kayseri’de göçmenlere yönelik organize saldırılar, iş cinayetlerinde ve sınırlarda katledilen göçmenler… Türkiye’de göçmenlerin ve göçmen emeğinin konumlandırılma biçimi tam da bu işleyişin bir tezahürü.
Zonguldak’ta kaçak bir maden ocağında, yeraltında, kayıtdışı ve güvencesiz koşullarda çalışan Vezir Muhammed Nourtani’nin yakılarak katledilmesi ve maden ocağının sahipleri Hakan Körnöş ve Enver Gideroğlu’nun taksirle öldürme suçundan 5 yıl 8 ay, Körnöş’ün kuzeni Ahmet Aydın’ın delil karartma suçundan 4 yıl 6 ay, ocak çalışanları Sercan Kayabaş, Eray Demiro ve Alaattin Çayırlı’nın ise delil karartma suçundan ikişer yıl ödül gibi cezalar alması bu ülkenin işçi sınıfının bir sınavıdır. Bu sınav, sınıfın kendi içinde geçer. Çünkü bu sistem Nourtani’nin ölümünü sessizlikle karşılamamızı, yerli işçinin gözünü öfkeyle göçmen işçiye çevirmesini, defaatle yeniden üretilen “bizim işlerimizi elimizden alıyorlar” retoriğiyle sınıf bilincinin altının oyulmasını ister. Sermaye, birbirine bakan işçilerin gözlerinde dayanışma değil korku ve düşmanlık görsün diye kurar düzenini.
Fakat birçok açıdan kilit bir önemde ve “çoktandır kendini ortaya koyan yeni bir devrimci işçi sınıfı siyaseti inisiyatif merkezinin oluşumunda bir milat” olan 1 Mayıs 2025’te Nourtani’nin Taksim’de ve diğer alanlarda yükselen sesiyle bu düzen çatırdadı.
Nourtani’nin yüzü ve adı yerli işçilerin taşıdığı dövizlerde, onun için adalet isteyenlerin attığı sloganlarda, birlikte yürüyen işçilerin, gençlerin ve devrimcilerin sesinde yankılandı. Bu yankıyla bu kez sınıf kendi içinde değil karşısındaki düzenden hesap sordu. Sınıf, kendi iç çelişkisini birbirine tutunarak da aşabileceğini gösterdi. Evet, çünkü her yıkımın ortasında rotayı devrime çevirecek bir imkan yatar.
Nourtani’nin Taksim’e ve alanlara taşınan sesi, göçmen emeğini ve onun adalet talebini görünür kılmakla kalmadı yerli işçinin de ancak onunla yan yana durarak hayatta kalabileceğini gösterdi. Dolayısıyla Nourtani’nin katledilişine, isimsizleştirilmesine, görünmez kılınmasına, “tüketilip atılmasına” karşı Zonguldak’ın yeraltından İstanbul’un, Bursa’nın ve İzmir’in sokaklarına savrulan bu tepki yalnızca bir adalet talebi değildi elbette, aynı zamanda bu meşrulaştırma mekanizmalarına karşı verilmiş bir ideolojik cevaptı.
Neoliberalizmin çürümüş ideolojik aygıtları, yıllarca göçmen emeğini hem ucuz hem de tehditkar bir unsur olarak sundu; medya, siyaset, hatta bazı sendikal yapılar bu ayrımı yeniden üretti. Fakat Nourtani’nin katledilmesi, sol böbreğinin akıbetinin dahi aydınlatılamaması, ardından katillerinin ödüllendirilmesi bu aygıtların da sorgulandığı bir eşik yarattı. Bu eşik, işçilerin ve gençlerin yalnızca kendi ücretleri ya da güvenceleri için değil, sınıf kardeşlerinin yaşam hakkı için de sokakta olduğu bir eşiği temsil ediyordu.

Peki, göçmen düşmanlığının palazlandığı bir düzlükte “sınıf” “isyanı” gerçekten sınıfın içindeki bölünmelerin de panzehiri olabilir mi?
19 Mart’tan bu yana süren isyanda yerli işçilerin, gençlerin ve öğrencilerin öfkesinin, “her türlü dönüşüme açık geçiş dönemi” niteliğine haiz bir isyan olduğunu göz önüne aldığımızda bu isyanın aynı zamanda göçmen işçilerin yaşadığı sömürüyü anlamaya açık bir potansiyel taşıdığını söyleyebiliriz.
Göçmen işçilerin payına düşen yalnızca ucuz işgücü haline getirilmek değil, aynı zamanda sistemli bir hedefe konma, “düşman” ilan edilme, maruz kaldıkları vahşi sömürü koşullarını anlatamadıkları hatta bazen hayatta kalamadıkları bir düzende yaşamaktır. Bu yüzden, 1 Mayıs’ta alanlara Vezir Muhammed Nourtani’nin sesi taşınmadan sınıfın birliğinden, halkların kardeşliğinden, devrimci bir çizgiden söz etmek (hatta temenni etmek) eksik kalacaktı. Zonguldak’ta kaçak bir maden ocağında diri diri yakılarak katledilen göçmen bir işçinin adını, kimliğini, adalet talebini ve ondan “geriye kalan tek bir vesikalık fotoğrafını” 1 Mayıs’a taşımak, neye karşı isyan edildiğinin altını çizmek kadar bu topraklarda göçmen ile yerli işçinin birbirine kırdırılamayacağını da ilan etmekti.
19 Mart isyanı, gençliğin kendisini beklenmedik bir biçimde yeniden politize ettiği bir eşiğe işaret ederken bu eşiğin devrimci bir rotaya yönelmesi, sınıfın bölünmesini engellemekten, antiemperyalist ve enternasyonalist bir hatta ısrar etmekten geçiyor. Göçmen işçilerin sesi bu isyanın içinde yankı bulmadan bu isyan gerçek anlamda “proleter bir bayrak” haline gelmeyecektir.
Bu sesi sadece bugünün Türkiyesi’nde değil, geçmişin ve bugünün tüm coğrafyalarında işitiyoruz. Göçmen işçiler yalnızca “mağdur” değil, aynı zamanda tarih boyunca isyanın taşıyıcısı da olmuşlardır. Adana’da saya işçileri, İstanbul’da kağıt toplayıcıları ve Antep’te Birtek-Sen öncülüğünde MDZ iplik işçileri, 50 yıl önceki şanlı Köln Ford Grevi de patrona ve devletin göçmen politikasına karşı direnişin örgütlendiği örneklerdi. Bu örnekler bize gösteriyor ki göçmen işçiler tarihin edilgen kurbanları değil, bizzat sınıf mücadelesinin aktif taşıyıcılarıydı. Onlar aynı zamanda sınıfın içindeki görünmez sınırları kıran ve burjuvazinin stratejisini boşa çıkaran tarihsel figürlerdi.
Bugün Türkiye’de Suriyeli, Afgan ve diğer uyruklardan binlerce göçmen işçi, fabrikalarda, merdivenaltı atölyelerde, inşaatlarda, tarlalarda çalışıyor. Sigortasız, güvencesiz, kayıtsız, eğitimden barınmaya, beslenmeden ulaşıma hiçbir temel haktan eşit olarak faydalanamadan, halkın öfkesinin hedefi haline gelerek yaşıyor. Ama bu tabloyu yalnızca “acı bir gerçeklik” olarak değil isyanın potansiyel dinamiğinin içerisinde okumak gerekiyor.
Göçmen işçinin sesi sınıfın “dışında” kalan, “yardım edilmesi gereken” bir figürün değil, bizzat sınıf merkezinin sesidir. 1 Mayıs’ta yükselen bu ses, eğer tarihsel ve kuramsal yerini bulursa, Türkiye işçi sınıfının kendi kurtuluşuna doğru yürüyüşünde tayin edici olabilir. Nourtani’nin sesi geçmişin Gastarbeiter’lerinden, Ford işçilerinden gelen bir yankıyla ve elbette tazminatını istediği için Çalık Holding tarafından dövülerek katledilen Erol Eğrek’in mücadelesiyle buluşabilir. Bunun için gerekli olan şey, sınıfın yalnızca yerli ve “yasal” parçalarıyla değil, yasadışılaştırılmış ve ötekileştirilmiş kesimleriyle de birlikte düşünen bir hat örmektir. Bugünün isyanı bu sesi her defasında duymayı başardığında, onu gerçekten devrimci bir raya oturtmuş olacaktır. “En alttan” doğmuş ve doğacak direnişin potansiyeli de buradadır.