Yapay Zeka teknolojileri ve siyaset arasındaki ilişki üzerine yazılanlar her geçen gün artmaya devam ediyor. Adam Jones’un bu gelişmeye sınıf savaşı perspektifinden bakan yazısını tekno-kötümser tonuna mesafeli olsak da paylaşmaya değer bulduk.
“Yapay zeka” denen —daha doğru bir ifadeyle Büyük Dil Modelleri (LLM) olarak bilinen— makineler düşmanın silahıdır. Bu statüyü niteliksel olarak yeni herhangi bir şey yaptığı için kazanmamıştır. İsrailli soykırımcıların ölüm listeleri (örneğin meşhur “Where is Daddy?” ya da “Lavender” gibi) hazırlamak için hiçbir zaman bir Büyük Dil Modeli’ne ihtiyaçları olmamıştır; Amerikalı Gestapo’nun da öyle. Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Kurumu (ICE), insanları hedef almak, ortadan kaybetmek ve sınırdışı etmek için LLM destekli listelere ihtiyaç duymadan da bunu gerçekleştirebiliyordu. Siyonizm karşıtı aktivizmin itibarsızlaştırılması ise yapay zeka çöplüğünden çıkarılmış makalelerin üretiminden çok önce başlamıştı.
Bu tür şiddet, faşist siyasi hareketlerle ittifak halindeki neo-reaksiyoner teknoloji milyarderlerinin, bu güçler görünür bir hegemonya konumuna yükselirken ortaya çıkan bir yenilik değildir. Bu makinelerin gerçekleştirdiği şey, hedefleme sürecinin hızlanması, bu ölüm ve sürgün listelerinin oluşturulması, veri setlerinden çıktı üretiminin hızlandırılması ve dolayısıyla hedeflerin sayısında katlanarak artmasıdır. Bunların doğru olup olmadığı en önemli nokta değildir: bu makineler, veri setlerinden çok sayıda rapor, görüntü ve kimlik bilgisi üretir.
Çıktıların ve hedeflerin bu artışı, arama ve tasfiye süreçlerini büyütür. Veri setleri, devletin gerçekleştirdiği şiddeti destekleyen, gerekçelendiren ya da ona “kanıt” işlevi gören, kendi kendine referans veren nesneler üretir. Bu nesneler sınırdışı edilecek, gözaltına alınacak ya da öldürülecek kişilerin listeleri, suçlayıcı makaleler ya da kaynakların kısıtlanmasını meşrulaştıran, politik kararları hesaplanmış, “tarafsız” bir parlaklıkla sunan veri temsilleri olabilir. Bu makineler, sahipleri adına veriyi yönetir. Daha da spesifik olarak, devlete ve onun siyasi liderliğine müttefik olan mülk sahibi sınıfın bir fraksiyonunun —teknoloji şirketlerinin sahip olduğu sermayenin— kolektif çıkarlarına hizmet ederler. New Socialist’ten Gareth Watkins’in yakın zamanda işaret ettiği gibi, bu makinelerin neredeyse tüm mevcut çevrimiçi hizmetlere, arama motorlarına, işletim sistemlerine, devlet kurumlarına ve işyerlerine dayatılması, egemen sınıf içinde sınıfsal dayanışmanın bir sonucudur:
Kapitalist sınıf, bir bütün olarak, yapay zekaya büyük bir yatırım yaptı: Goldman Sachs’a göre 1 trilyon dolar. Bu rakam, Trump yönetiminin “Project Stargate” için 500 milyar dolarlık ek yatırım sözü vermeden önce hesaplanmıştı… Bu sadece fayda meselesi değil, teknoloji endüstrisiyle uyum sağlama meselesi.
Teknoloji endüstrisi, Mars’ın kolonileştirilmesi ve ütopik fantezilerle ilgili abartılı iddialar ve bilimkurgu kehanetleriyle dolup taşıyor. Risk sermayesi şirketi Andreesen-Horowitz’in kurucu ortağı Marc Andreesen, Techno-Optimist Manifesto adlı kitabında teknolojik kurtuluşun vaatlerini özetliyor. Bu kitaptan seçtiğim bazı alıntıları burada paylaşıyorum:
“Yapay zeka, en iyi şekilde evrensel bir problem çözücü olarak düşünülebilir.
Bize gerçek bir sorun verin, onu çözecek teknolojiyi icat edelim.
Pazarların ve inovasyonun, teknolojik sermaye makinesinin asla sona ermeyeceğine inanıyoruz.”
Onların “biz” kelimesinin bizi de kapsadığını düşünmeyin.
Tekno-kapitalistler —ki bu terim nihayetinde gereksizdir— ileriye giden tek yolun kendi yolları olduğuna inanırlar. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu düşünce mülk sahibi sınıfın sermayesini üzerine yatırdığı teknoloji sektöründeki yatırımlarla birebir örtüşmektedir. Tipik kibirleriyle, eğer biz onların iktidarını sorgulamazsak veya onu tehdit edecek kolektif mülkiyet ve dayanışma sistemlerini savunmazsak, tüm sorunlarımızı çözebilecek kadar zeki olduklarına inanırlar.
Biz makineleri bozmadıkça ya da bu makinelerin mülkiyetini sorgulamadıkça, bize oturmamız, sürece güvenmemiz ve paramızı teslim etmemiz söyleniyor. Verilerimizi de isteyebilirler ama gerçekte buna artık ihtiyaçları bile yok. Microsoft, Apple ve Amazon dijital altyapının üretimi ve mülkiyetinde ve tüketici teknolojisinin yaygınlaşmasında hegemonik konumdadır. Devlet aygıtları kurumsal olarak Büyük Teknoloji’ye bağımlı hale gelmiştir; örneğin Palantir’in veri teknolojilerinin ABD ordusunun ve İngiliz Ulusal Sağlık Sistemi’nin altyapılarına entegre edilmesi buna örnektir. Aynı zamanda, Google arama motoru ya da sosyal medya gibi her platform kullanıldığında bu sistemler için veri üretilmiş olur. Her çevrimiçi alışveriş, dijital metrikler, kaydedilmiş veriler ya da hesaplama devrelerinden geçen her etkileşim, bir veri setinin parçası olarak alınıp satılabilir hale gelir. Yakın zamandan bir örnek vermek gerekirse: artık işlevsiz hale gelen 23andMe platformunu kim satın alırsa, yedi milyon eski müşterinin DNA verilerinin de sahibi olacaktır. İnsanlar bu tür hizmetlere nereden geldiklerini öğrenmek için kaydoldu; bu, sadece kullanıcılarla sınırlı olmayan, teknoloji girişimcileri ve faşistler tarafından da açıkça paylaşılan bir ırksal merakın sonucuydu.
Büyük Dil Modelleri’nin eğitilmesi gerekir ve bu eğitim için devasa veri setlerine ihtiyaç duyarlar: sayısallaştırılmış faaliyetlerimizin, hareketlerimizin, tarihlerimizin, etkileşimlerimizin, işlemlerimizin, görsellerimizin ve iletişimlerimizin arşivlerine. Bu verilerin sahibi çoğu zaman biz değilizdir; platformlardır. Dijital varoluşumuz ne kadar genişse, platform sahiplerinin serveti de o denli büyür. Bu bilgilerin ne amaçla kullanılacağını öngörmek için özel bir öngörüye gerek yok; neyi amaçladıklarını, halihazırda nelerin yapılmakta olduğunu, gözlerimizin önünde, gerçek zamanlı olarak görebiliyoruz.
Veri, bilgi ile görünüş arasında, kayıt veya temsil olarak belirsiz ve kırılgan bir noktada yer alır. Eğer Baudrillard’ın fikirleri son dönem tarihsel gelişmelerle doğrulanmışsa, bu doğrulama, kurumların bu tür kayıtları çoğu zaman, temsil ettiklerini iddia ettikleri gerçeklikten daha “gerçek” kabul etmesiyle olmuştur. Ancak bu durumu anlamak için yüksek teorilere ihtiyacımız yok; günümüz kurumlarının hedefinde olanların zaten deneyimledikleri vahşet bunu öğretiyor. Örneğin, Birleşik Krallık’ta çalışabilir durumda olanlar için engellilik ödemelerine başvuru sürecini ele alalım. İşçi Partisi döneminde, Çalışma ve Emeklilik Bakanlığı (DWP), değerlendirme kriterlerini değiştirdi ve Kişisel Bağımsızlık Ödeneği’ni (Personal Independence Payment) talep etmeyi engelli bireyler için çok daha zor hale getirdi. Bu destek kesintisini haklı gösterecek şekilde engelli kişinin bedeninde, yani maddi gerçekliğinde hiçbir değişiklik olmadı; aksine, COVID kaynaklı engelliliklerin artması, yaşam maliyetlerindeki yükseliş, kötü hava kalitesi ve kamu sağlık hizmetlerinin sert bir şekilde tahrip edilmesi nedeniyle çoğunun durumu daha da kötüleşti. Değişen şey, verinin kendisidir—kişinin duş alma, giyinme gibi günlük görevleri yerine getirme kabiliyetine puan veren raporların yeniden düzenlenmesi. Sonuç olarak, aynı yaşam koşulu artık farklı bir puan üretiyor ve bu toplam çoğu zaman destek alma eşiğinin altında kalıyor. Bakanlığın kendi verilerine göre bu durum, çeyrek milyon insanı mutlak yoksulluğa mahkûm edecek.
Engelli bedenin maddi gerçekliği değişmek zorunda değildir; değişmesi gereken, emek, sermaye ve bir zamanlar buna karşı çıkacak kadar örgütlenmiş emek güçleri arasındaki ilişkidir. Veriler bilgi olmak zorunda değildir, sadece kurumsal bir gerekçe ihtiyacını doldurmak için, inandırıcı olsun ya da olmasın, bir gerekçe olarak işlev görebilecek soyut, dijitalleştirilmiş ve mitleştirilmiş bir nicelik olarak kabul edilmesi yeterlidir. Bu, bürokratik zulmün bir parçası olan, kutucukları işaretleme egzersizidir.
Bugün, sosyal yardım başvurusunda bulunanlardan gelen yazışmaların “Whitemail” adlı bir Büyük Dil Modeli tarafından işlendiği iddia ediliyor. Bir hükümet belgesi, “Yapay zeka teknolojisi, savunmasız bireyleri tespit etme hızımızı daha da artırdı” diye övünüyor. Bu, kesinlikle başarılı olmuş görünüyor, her ne kadar Çalışma ve Emeklilik Bakanlığı’nın (DWP) engellileri toplumsal olarak “öldürmek” için bu desteğe ihtiyaç duyduğu söylenemezse de. Bu büyük ölçüde bir reklam ve iş gücünden tasarruf etme çalışmasıdır. Britanya devleti, savunmasız olanları bulmuştur ve onları yetersiz bulmuştur. Bu durum, halihazırda tespit edilmiş olanları da kapsamakta; bu kişiler yeniden değerlendirme sürecine tabi tutulmakta ve Kişisel Bağımsızlık Ödeneği sistematik biçimde ellerinden alınmaktadır. Binlerce engelli insan yoksulluğa sürüklenecek, bu düpedüz bir toplumsal katliamdır. Hükümetlerin bu makineleri toplumsal denetim ve sosyal cinayet amacıyla istediğini düşünmek abartılı değildir. Dahası, Birleşik Krallık’ın veri üretiminin bir ayağını oluşturan istihbarat desteğiyle İsrail’in soykırımına aktif olarak katıldığı düşünüldüğünde, bu makinelerin cazibesi de daha anlaşılır hale gelir.
Ama tüm bunlar daha önce de yaşanmadı mı? Günümüzün Palantir, Microsoft, Amazon ya da Google’ı, sadece dünün burjuva tekno-kapitalist yapılaşmasının bir tekrarıdır—burada IBM’den ve onun Holokost’taki rolünden söz ediyorum. Bu, kamuoyunun dikkatine ancak Edwin Black’in IBM and the Holocaust (IBM ve Holokost) kitabını yazmasıyla gelen tarihsel bir olgular bütünüdür, bugün hâlâ çoğu zaman görmezden gelinmektedir. Bu noktada, Black’ten uzun bir alıntı yapmak yerinde olacaktır:
“IBM Almanya, o dönemlerde Deutsche Hollerith Maschinen Gesellschaft (Dehomag) adıyla biliniyordu. Bu şirket sadece Reich’e makineler satıp işin geri kalanından elini çekmedi. New York merkezinin bilgisi dâhilinde, IBM’in bu yan kuruluşu, karmaşık cihazları ve özel uygulamaları büyük bir istekle ve resmi bir kurumsal girişim olarak Nazi rejimi için özel olarak tasarladı. Dehomag’ın üst düzey yöneticileri, savaş sonrası Nazi Partisi üyelikleri nedeniyle tutuklanmış olan açıkça koyu Nazi figürleriydi. IBM New York ise en başından, 1933’ten itibaren, Nazi Partisi’nin üst düzey yetkilileriyle iş yaptığını biliyordu. Şirket, Hitler’in Reich’ı ile Almanya’da ve Nazi egemenliğindeki Avrupa genelinde iş ilişkilerini sürekli olarak güçlendirmek için Nazi Partisi bağlantılarını kullandı.
Dehomag ve diğer IBM iştirakleri, uygulamaları özel olarak tasarladı. IBM teknisyenleri, delikli kartların örneklerini Reich ofisleriyle karşılıklı göndererek, tıpkı bugünün yazılım tasarımcıları gibi, veri sütunları onaylanana kadar çalıştı. Bu delikli kartlar yalnızca tek bir kaynaktan tasarlanabilir, basılabilir ve satın alınabilirdi: IBM. Makineler satılmadı, kiralandı; düzenli olarak yalnızca IBM tarafından bakım ve yükseltme işlemleri yapıldı. IBM’in Avrupa’daki tüm iştirakleri, Nazi subaylarını ve vekillerini eğitti, Nazi Avrupa’sı genelinde şube ofisleri ve yerel bayilikler kurdu ve sadece Almanya’da yılda 1.5 milyar karta ulaşmak için kağıt fabrikalarını taradı. Üstelik, bu hassas makinelerin bakımı her ay yerinde yapılırdı—bazen bu yerler bir toplama kampının içindeydi ya da çok yakındaydı. IBM Almanya’nın Berlin’deki merkezi, tıpkı bugün bir hizmet sağlayıcının veri yedeklerini tutması gibi, birçok kod kitabının kopyalarını elinde bulunduruyordu.
Tarihçilerin uzun süre yanıtlayamadığı bir soru vardı ve bu soru beni uzun yıllar boyunca rahatsız etti: Almanlar Yahudi isimlerinin yer aldığı bu listelere nasıl ulaşıyordu? Bir SS birliği ansızın bir şehir meydanına giriyor ve ertesi gün tren istasyonuna gelmeleri istenen kişilerin isimlerini içeren bir ilanı asıyordu. Ama bu listeler nereden geliyordu? On yıllar boyunca kimse tam olarak bilemedi. Pek az kişi sordu. Cevap: IBM Almanya’nın yürüttüğü nüfus sayımı operasyonları ve benzeri ileri düzey insan sayımı ve kayıt teknolojileriydi. IBM, 1896 yılında Alman mucit Herman Hollerith tarafından bir nüfus sayımı şirketi olarak kuruldu. Sayım, şirketin temel işiydi. Ancak IBM Almanya, Nazi Almanyası’yla felsefi ve teknolojik bir ittifak kurduğunda, nüfus sayımı ve kayıt işlemi yeni bir anlam kazandı. IBM Almanya, “ırksal nüfus sayımını” icat etti. Bu yalnızca dini aidiyeti değil, soy geçmişini nesiller öncesine kadar listeleyen bir sistemdi. İşte bu, Nazi Almanyası’nın veri açlığıydı: Sadece Yahudileri saymak değil, onları tanımlama arzusu.
İnsanların ve malların kaydı, Nazi Almanyası’nın yüksek hızlı veri sınıflandırıcılarını kullanma amaçlarından sadece biriydi. Gıda dağıtımı veritabanları aracılığıyla organize ediliyor, bu da Yahudilerin aç bırakılmasını sağlıyordu. Köle iş gücü büyük ölçüde delikli kartlar aracılığıyla tespit ediliyor, izleniyor ve yönetiliyordu. Aynı kartlar, trenlerin zamanında çalışmasını sağlıyor ve insan kargosunu katalogluyordu. Alman Demiryolları Reichsbahn, Dehomag’ın en büyük müşterisiydi ve doğrudan Berlin’deki üst yönetimle muhataptı. Dehomag, Almanya’daki tren istasyonlarında ve sonrasında Avrupa genelindeki depolarda delikli kart sistemleri kurdu.”
Bu yazıyı yazarken, ICE, Palantir ile birlikte “bilinen nüfusların hedef analizini tamamlamak”, yani arama araçlarını güncelleyerek ABD’den insanları tespit edip sınır dışı etmek için çalışıyor. Birleşik Krallık’ta Palantir’in başında, bir zamanlar İngiliz Faşist Birliği’nin aristokrat lideri Oswald Mosley’in torunu bulunuyor; düşmanlarımız verimli ama çok da kurnaz değiller. Palantir, devletin zulüm süreçlerine yardım etme kararlılığına rağmen ya da bu kararlılığı nedeniyle, bakım hizmetlerinden mahrum bırakma yoluyla ayrımcılık ve toplumsal cinayete yabancı olmayan Ulusal Sağlık Hizmetleri’ne veri altyapısı sağlamak üzere sözleşmeli olarak çalışmaya devam ediyor. Bunu, bu ülkedeki trans sağlık hizmetlerinin durumunda görebiliriz. Trans sağlık hizmetleri, ayrı “Cinsiyet Kimliği Klinikleri” sistemi aracılığıyla ayrımcılığa maruz kalırken, aynı zamanda kemer sıkma politikaları ve transfobik yasalarla yok edilmektedir.
Bununla birlikte, Palantir gibi şirketler bile faşizmin gerçek öncüleri değildir. Onlar, kurumsallaşmış zulmün altın madeni olan bu dönemde, kürek satıcılarıdır. Günümüzün teknoloji şirketleri, Nazi Almanyası’nda IBM’in oynadığı rolü üstlenmek için hazırlanıyor. IBM gibi eski şirketler, yaptıkları için hiçbir zaman adalete teslim olmadılar ve hala yapmaya devam ediyor olabilirler.
Veri işleme yoluyla tutuklama sürecinin teknoloji destekli bir şekilde yoğunlaşması, köleliğin hızlanmasıdır. 13. yasa değişikliğiyle hapishane köleliğini kaldırırken, kendi verilerine dayanarak El Salvador’a köle ihraç eden ABD’yi düşünün: Raporlar, dövmeli her esmer erkeğin çete üyesi olarak etiketlenebileceğini gösteriyor. Öyle olsalar bile bu hiçbir koşulda kabul edilemez. Mohammed El-Kürd’ün Perfect Victims kitabında öğrettiği gibi, kurbanın daha yüksek ahlaki niteliğine yapılan bu tür çağrılar, baskıcıya ve onun söylemine, verilerine ortak olmaktır. Kararlı bir şekilde karşı çıktığımız baskıcı bir eylemin gerekçesini sorgulamıyoruz, çünkü sorgulanması gereken eylemlerin kendisidir ve kendi şiddetinin hak eden ve hak etmeyen kurbanları hakkındaki “söylem” gürültüsünün arkasına saklanan düşmandır. Bu mekanizmalar, düşmanın hedeflerini daha hızlı bulmasına yardımcı olur: sosyal cinayet, soykırım, suikast, sürgün ve köleleştirme lojistiğini hızlandırır. Ne yapılmalı? Bu sorunun cevabı –ya da en azından bir ipucu– altyapı ve verilerin politik ekonomisi düzeyinde bulunabilir.
Bağımlılıktan Yavaşlamaya
Bu yeni teknolojilerin cazibesinin önemli bir kısmının, ‘işgücü tasarrufu’ sağlayan cihazlar olarak kullanışlı olmalarından kaynaklandığı unutulmamalıdır. Ancak bu, makinelerin pazarlanma biçimleri, yani ürettikleri mallar veya ticarileştirilmiş hizmetler oluşları nedeniyle geçerlidir. Sözde yapay zeka, işgücünü azaltmaz, aksine işgücünü binlerce küçük işe bölerek kullanıcı için neredeyse görünmez hale getirir. Veriler ölü emektir ve bugenellikle mülteci kamplarında veya Küresel Güney’e yayılmış, görüntüleri etiketlemek, yanlış çıktıları düzeltmek ve bu makineler için kaynak veriler üretmek için çok düşük ücretler alan binlerce veri moderatörü ve “mikro işçinin” ölü emeğidir.
Veriler, bir platformu her kullandığımızda, bir hareket yaptığımızda veya kayıt altına alınan bir satın alma işlemi gerçekleştirdiğimizde de hepimiz tarafından üretilir (Tesco Clubcard, diğer süpermarket puan kartları gibi, şubeler, satın alımlar ve bunların sıklığı hakkında büyük miktarda yerel veri üretir. Bu bir indirim değil, üretilen veriler için bir ödüldür). İş gibi gelmeyebilir, ancak yine de üretken bir emektir – tüketim veri üretir ve sermaye ve malların dolaşımında rol oynar. İşiniz e-posta göndermekse, o zaman işiniz öncelikle para harcamaktır. Bununla birlikte, bu durum bizim üstlerimiz için cazip olmaya devam ediyor: görünmez emek, ücretsiz olmasa da daha ucuzdur ve bu nedenle maliyetleri, emek denklemden çıkarılmış gibi düşer. Bu, giderek daha fazla kurum ve şirketin bu makinelere bağımlı hale gelmesinin ve bu makinelerin sahiplerini “hizmet sağlayıcılar” olarak zenginleştirecek abonelikler için ödeme yapmasının giderek daha olası hale geldiği anlamına gelir. Trump’ın yeni karşılıklı gümrük vergisi oranlarının, LLM tarafından üretilenlere şaşırtıcı olmayan bir şekilde benzemesi, bunun zaten gerçekleşmekte olduğunu gösteriyor olabilir.
Küçük işletmelerin ve devlet kurumlarının bu makinelere ve bunların sahiplerine olan bağımlılığının artması, daha derin bir yapısal bağımlılığı yansıtmaktadır. Tekno-kapitalist burjuvazi, sermayesinin önemli bir kısmını bu teknolojilerin, bu makinelerin başarısına yatırmıştır. Onların projesi, bu bağımlılığı dışarıya aktarmak, böylece abonelerinin günlük yaşamından ayrılmaz hale gelmektir. Tekno-kapitalistlerin hamlesi şudur: “Onları bize bağımlı hale getireceğiz, sonra bizden kurtulmanın bedeli çok yüksek olacak – kurumsal çöküş ve lojistik kaos isyanın bedeli olacak.” Bu, emeğin boyun eğdirilmesi ve fazla nüfusun yönetimi ve imha edilmesi savaşıdır. İşgücü maliyetlerini düşürmek için geniş ve uluslararası bir program olarak, bu bir sınıf savaşıdır. Uluslararası bir sınıf savaşı olarak, bu nedenle bir sömürge savaşıdır. Birincisi, hammadde düzeyinde, makineleri Demokratik Kongo Cumhuriyeti gibi yerlerden elde edilen koltan gibi değerli metallere ve küresel emperyalizmin devrelerinden elde edilen fosil yakıtlara ihtiyaç duyduğu için. İkincisi, internet, bulut depolama sistemleri ve bunların altyapısı aracılığıyla savaş amaçlı uluslararası hesaplama gücü kullanımı düzeyinde. AP’nin raporuna göre:
Microsoft ve San Francisco merkezli girişim OpenAI, son yıllarda İsrail’in savaşlarını destekleyen çok sayıda ABD’li teknoloji şirketi arasında yer alıyor.
Google ve Amazon, İsrail’in kendi yapımı yapay zeka destekli hedefleme sistemlerini ilk kez test ettiği 2021 yılında imzalanan 1,2 milyar dolarlık “Project Nimbus” sözleşmesi kapsamında İsrail ordusuna bulut bilişim ve yapay zeka hizmetleri sağlıyor. Ordu, Cisco ve Dell sunucu çiftliklerini veya veri merkezlerini kullanıyor. IBM’in bağımsız bir iştiraki olan Red Hat de İsrail ordusuna bulut bilişim teknolojileri sağlıyor ve Microsoft’un ABD savunma sözleşmelerinde ortağı olan Palantir Technologies, İsrail’in savaş çabalarına yardımcı olmak için yapay zeka sistemleri sağlayan “stratejik bir ortaklık” kurdu.
Buna “bulut” bilgi işlem demek, pazarlama açısından ustaca bir hamle. Bilgisayarların toplumsal eleştirisi için vazgeçilmez bir kaynak olan Resisting AI (Yapay Zekaya Direnmek) kitabının yazarı Dan McQuillan, bu abartılı söylemi şöyle çürütüyor:
Denizlerden karaya hayat veren nemi taşıyan gerçek bulutların aksine, yapay zeka bulutu kıt su kaynaklarını emiyor. Buna “Bulut” yerine “Kuraklık” demeliyiz ve “bu büyük dil modeli Kuraklıkta çalışıyor” diye eklemeliyiz.
Kuraklık bilişimi, sermayenin Dünya’ya karşı savaşının bir parçasıdır: sömürgeci ve faşist kaynak gaspında, sömürü ile yok etmeyi birbirine bağlayan şemayı çizer. “Bulut” terimi, sanki her şey “yukarıda” ve bizim üstümüzdeymiş gibi, konuşma dilinde idealist bir anlam taşır. Ancak biz hesaplamanın nerede yapıldığını biliyoruz ve bulut hesaplama sayesinde, veri merkezleri içinde barındırılan hesaplama gücü sayesinde, imparatorluğun çevresindeki bölgelerdeki şiddet, merkezden hızla yönetilebilir, bilgilendirilebilir ve yönlendirilebilir.
Bu yerler, sunucu bankalarını, verileri (veya bunların kopyalarını) ve kitlesel hesaplamanın fiziksel altyapısını barındırır. Kaynak yoğun operasyonları, politik işlevleri ve kapitalistler için varlık değerleri nedeniyle veri merkezleri, petrol boru hatlarına benzer toksik ağ altyapıları olarak düşünülebilir. Bu nedenle, veri merkezleri savunmasızdır.
Militan işçi eylemleri, bunların inşasını engelleyebilir ve aslında en savunmasız oldukları aşama inşaat aşamasıdır. Liman işçileri silah ve silah parçalarının sevkiyatını engelleyebildiği gibi, işçiler de inşaatı durdurabilir. Boru hatlarından farklı olarak, veri merkezleri genellikle nüfuslu bölgelerin yakınında inşa edilir ve bu nedenle insanların bunları durdurabileceği yerlere daha yakındır. 2024 yılında, Londra ve çevresinde dahil olmak üzere Birleşik Krallık’ta 72 veri merkezi projesinin inşaatına başlanacağı bildirildi. Düşman genellikle boru hatlarını bu kadar yakına ve bu kadar az iş imkânı sunacak şekilde inşa etmez. İşçi hareketlerinin, Filistin dayanışma hareketlerinin, ekolojik hareketlerin ve komünistlerin hem yerel hem de küresel düzeyde bu altyapıya dikkatlerini yoğunlaştırmasının stratejik ve pratik olarak gerekli olduğuna inanıyorum. Yani, veri merkezlerinin yayılmasını nasıl durdurabiliriz, sözde “yapay zeka”nın yoğunlaştırdığı kurumsal zulmü nasıl engelleyebiliriz ve Silikon Vadisi ve kendi kapitalist devletlerimizdeki ortaklarına karşı mücadeleyi nasıl taşıyabiliriz? Veri merkezleri, emperyalist, tekno-kapitalist düzenin sinir sisteminin giderek daha merkezi bir parçası olarak işlev görüyor. Demokratik siyaset, bunların şimdiki ve gelecekteki varlığını sorgulama hakkına sahiptir. Daha önce de savunduğum gibi, günümüz için gerçek anlamda demokratik bir iktidar, veri merkezleri olmadan daha iyi olacaktır.
McQuillan’dan ödünç aldığım bir terimle, demokratikleşme süreci dekomputasyon, yani teknoloji sahiplerinin soyut egemenliği ve makine köleliğinin reddi anlamına gelir. Bu, güncel duruma karşı komünistlerin vereceği her türlü yanıtın vazgeçilmez bir parçasıdır. Kendimizi hızlanan bir sınıf savaşının ortasında buluyoruz ve bu savaş teknolojik gelişmelerin tarihsel olarak ilerici doğası üzerine eski Marksist perspektifleri yeniden gözden geçirmemizi gerektirecek. Walter Benjamin’in “devrimler tren yolculuğu değil, insan ırkının acil frenine sarılmasıdır” tezine geri dönmeliyiz.
Çeviren: Bala Ulaş Ersay
Orjinal metin: ‘AI’ as Class Warfare
Kaynaklar:
Yuval Abraham, “‘Lavender’: The AI machine directing Israel’s bombing spree in Gaza”, +972 Magazine, 2024.
Thomas Maxwell, “Yale Suspends Palestine Activist After AI Article Linked Her to Terrorism”, Gizmodo, 2025.
Gareth Watkins, “AI: The New Aesthetics of Fascism”, New Socialist, 2025.
Marc Andreessen, “The Techno-Optimist Manifesto”, 2023
Aynı “Techno-Optimist Manifesto”da Marc Andreessen bu tehdidi açıkça tanımlar: “Bizim düşmanımız devletçilik, otoritercilik, kolektivizm, merkezi planlama, sosyalizm.”
John Pring, “Labour’s cuts to PIP will drag a quarter of a million people into absolute poverty, DWP figures show”, Disability News Service, 2025.
Mackenzie Ferguson, “DWP Unveils Controversial ‘White Mail’ AI: Transforming Benefit Systems at What Cost?”, 2025.
Mel Stride, “DWP use of artificial intelligence (AI)”, UK Department for Work & Pensions, 2023.
Bkz. “Eugenic Austerity”.
Iain Overton, “Britain sent over 500 spy flights to Gaza: AOAV study reveals the scale of British intelligence gathering above Gaza, raising fears of complicity in Israeli war crimes”, AOAV, 2025.
Edwin Black, IBM and the Holocaust, Dialog, 2012, s. 9-10.
Joseph Cox, “ICE Just Paid Palantir Tens of Millions for ‘Complete Target Analysis of Known Populations’”, 404 Media, 2025.
June, “Supreme Court attacks trans people – the fight for liberation goes on”, rs21, 2025.
Karla Ostolaza, “ICE’s focus on tattoos is part of a long tradition of profiling”, MSNBC, 2025.
Daha fazla bilgi için bkz. kitabım The New Flesh’ten alıntı ve kaynakları.
Alexandra Scaggs, “Reciprocal tariffs: you won’t believe how they came up with the numbers”, Financial Times, 2025.
Michael Biesecker, Sam Mednick & Garance Burke, “As Israel uses US-made AI models in war, concerns arise about tech’s role in who lives and who dies”, The Associated Press, 2025.
Dan McQuillan, Twitter, 2025.
Stephanie Susnjara & Ian Smalley, “What is a data center?”, IBM, 2024.
Megan Pounds, “What’s driving the surge in data centre construction projects in the UK?”, 2024.Walter Benjamin, Selected Writings, 1938-1940, Harvard University Press, 2003, s. 402.