Tıbbi açıdan sezaryen ile vajinal doğum kıyası oldukça karmaşık bir mesele. Uzmanlık alanım olmayan bir konuda haddimi aşmadan ilerlemeye çalışacağım. Üzerinde duracağım asıl mesele doğum, annelik ve sermaye arasındaki ilişki olacak.
Doğum, ciddi hayati riskler taşıyan ve büyük titizlikle takip edilmesi gereken bir süreç. Yolunda gidecek gibi görünen hamilelik süreci dahi son âna kadar kadının, bebeğin ya da ikisinin birden hayatını tehlikeye atacak komplikasyonlara açıktır. Dolayısıyla yekten bir doğum yönteminin savunuculuğunu yapmak akla yatkın bir şey olamaz. Her hamilelik kendine özgü bir süreçtir ve bunu o ya da bu yönde tektipleştiren her propaganda kadının bedeni üzerinde sağlıklı karar almasını engelleyecek bir şiddet olacaktır.
“Aile Yılı” ile taçlanan kadın düşmanı söylem ve politikalar yeni ortaya çıkmadı. Son zamanlarda Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın her fırsatta gözümüze soktuğu “normal doğum” söylemi üzerinden alevlenen bu tartışmanın bir geçmişi var. Uzun bir zamandır aslında vajinal doğum “doğal doğum” olarak tanımlanıyor, farklı çevrelerce “olması gereken” olarak önümüze koyuluyor. Temelde sezaryenin piyasalaştırılmış sağlık hizmetinin elinde bir kâr aracına dönüşmüş olmasıyla başlayan eleştiriler giderek şirazeden çıktı ve “doğalcılık” ideolojisinin güçlü etkisi altına girdi. Bugün bakanlığın “doğal olan normal doğum” mottosu hiç AKP’li olmayan kesimlerin de uzun süre taşıyıcılığını yaptığı bir propaganda zemininde ilerliyor.
Burada insan doğasına dair derin bir felsefi tartışmaya girmeyeceğim ancak basit bir şeyi hatırlatmakta fayda var: insanın bir ihtiyaç doğrultusunda keşfettiği her şey insanın doğasına içkindir. Çünkü insan “verili” olanın ötesine geçme kabiliyeti yüksek bir canlıdır. Dolayısıyla hastalıkların ilaçla tedavi edilmesi de bir bebeğin annesi ya da kendisi ölmeden doğumunun sağlanabilmesi de “doğal olmayan” diye tanımlanamaz. Bunu böyle tarif edersek bu zeminde insanın ilkelliğe dönüp insan aklının ürünü olan her şeyden vazgeçmesi beklenir. Örneğin, insanın dişindeki bir iltihap sebebiyle genç yaşta ölmesi “doğal” olacaktır. Böyle bir talebimiz yoksa, doğallık tartışmasını geçip meselenin toplumsal ve ekonomik açıdan nasıl bir seyri olduğunu tartışmak daha iyi olur.
“Doğal doğum” masalının görünmez kıldıkları
“Doğal doğum” masalı kişisel deneyimler üzerinden inşa edildiği için kendi deneyimimden bahsederek başlayayım. Maksadım biricik bir deneyim anlatmak değil, anneliğin olumsuz yanlarının anlatılamaması üzerine kurulu bu inşaya bir çentik atmak. Pek çok kadın gibi ben de hamilelik sürecimi vajinal doğumun bir kadının yaşayabileceği en mucizevi deneyim olduğuna dair propagandaya maruz kalarak yaşadım. Bu esnada önüme düşen ve hiçbiri iktidar yanlısı olmayan pek çok metinden anladığım, vajinal doğum yapamamak bir tür başarısızlıktı çünkü “doğamız” buydu ve çocuk için faydaları saymakla bitmezdi. 42 hafta boyunca, doktorun artık ameliyatı düşünmemiz lazım dediği en son eşikte dahi inat etmeme sebep olan bu basınç KADEM’den falan değil kendi mahallemden geliyordu. Başta olası görünen, tüm fiziksel koşulların uygun olduğu vajinal doğumun o kadar da mümkün olamayacağı ihtimali belirince dünyam kararmıştı ve risk alarak yine de son noktaya kadar bekledim. Aldığım riski narkozdan uyandığımda öğrendim. Ameliyat esnasında kanamam çok zor durdurulmuştu. Çünkü süreç başladıktan sonrası hiçbir şey olması gerektiği gibi olmamıştı, bir an önce ameliyat olmam gereken bir durumda ameliyathanenin boşalmasını beklemiştim. O sırada bebeğin kafası takıldığı kemiği zorluyordu ve kafa travması riski vardı. Sonuçta ben kanamadan ölmedim, bebek de sağlam çıktı. Ama buradaki soru şu: Nasıl ikna olmuştum ölmek ya da çocuğun ölmesi riskini almaya?
Yaşadığım deneyimin benim açımdan politik değeri bu sorudaydı. Hiç de “doğalcı” olmayan bir kadın olarak neredeyse evde doğumu dahi aklımdan geçirmiştim. Çünkü duyduğum, okuduğum her şey hastanenin beyaz ışıkları altında tıbbileştirilen kadın doğasını geri almayı bir görev olarak anlatıyordu. Şeytani modern tıp kadınlığımı çalmıştı ve ben ebeyle evde doğurup yeniden kadın olmalıydım. Bu iddiaya soyunmuş olsaydım büyük ihtimalle kanama meselesini o kadar ucuz atlatamazdım. Allahtan hiçbir zaman kadın olmanın kendisine bir kutsallık atfetmiştim. Bu geriye dönük “nasıl oldu?” sorgulamaları, beni “kadının doğası” ve doğal doğum” kavramlarını sorgulamaya itti. Burada örtbas edilen şeyler vardı. Birincisi kadının doğasını kimlerin tanımladığı, ikincisi de sermayenin buradaki işlevinin ne olduğuydu.
Sezaryen düşmanımız mı?
Aklına fikrine güvendiğim pek çok doktordan duyduğum şey, vajinal doğumun uygun koşullarda gerçekleşmesinin hem kadın hem bebek açısından pek çok avantajı olduğu oldu. Bununla beraber hiçbiri sezaryenin asla tercih edilmeyecek korkunç bir şey olduğunu da söylemiyordu. Nihayetinde büyük bir operasyondu ve insana saygısı olan her doktor bir şeyleri mümkünse böyle ciddi müdahaleler olmadan çözmeyi önerir. Ama birini diğerine göre üst mertebeye yerleştirmek akıl işi değildir. Sezaryenin doğum esnasında yaşanan komplikasyonlar açısından tarihsel anlamda kurtarıcı bir rolü de inkar edilemez boyuttadır. Peki, bu durumda nedir sezaryenle alıp veremediğimiz?
Sağlığın özelleştiği neoliberal kapitalizm döneminde sezaryen de pek çok ameliyat gibi özel hastanelerin kolay yoldan para elde etme biçimlerinden birisi oldu. Bunu her birimiz haberlerde duymuşuzdur. Türkiye bu konuda oldukça yüksek sayılarla öne çıkıyordu ve buna karşı bir eleştiri gelişmişti. Özel hastanelerin kişilerin ihtiyacına göre değil karlarına göre davrandığı konusunda hepimiz hemfikiriz, burada bir sorun yok. Ama her tarihçi bilir ki birtakım oranların artışları tek başına bir şey ifade etmez. Artışı değerlendirmek için bir bağlam gerekir. Örneğin hastaneye erişim mi değişti, doğurma yaşı mı yükseldi, şeker hastalığı gibi vajinal doğumu çok riskli hale getiren durumların önceden tespiti mi arttı? Evet, bir artış vardı ama bunun ne kadarı para için kesmekten, ne kadarı olumlu birtakım gelişmelerden kaynaklı bilmiyorduk. Araştırma yapmaya çalıştığımda da anlamlı veriler bulamadım. Sadece havada serbest dolaşan yüzdeler… (Kadınların doğurması üzerine konuşmak için elinizde veri olmasına da pek gerek olmadığı için olsa gerek)
İşte bu bağlamsız eleştiriler arasından karşımıza bir “doğal doğumculuk” akımı çıkıverdi. Başlarda daha küçük çevrelerde etkili olan bu “moda” zamanla Facebook grupları ya da Instagram fenomenleri üzerinden adeta “örgütlenmeye” başladı. Bu gruplarda bazı kadınlar bu akımın başını çeken bilgeler oluyordu, deneyim aktarımı üzerinden yeni katılanlara doğru genişleyen bir düzen vardı. Bir kısmına sadece referansla dahil olunabilen bu cemaatvari gruplara örnek vermemeyi tercih edeceğim, tartışma açısından bu tür bir teşhirin önemi olmayacağı için. Hiç dahil olmadığım bu grupları birileri şiddetle önerirken, bazı kadınlar da şiddet olarak değerlendiriyordu. Ancak olumsuz eleştiriler fısıltılarla konuşuluyordu. Kimse doğalcı ve doğru ebeveynliğin kilisesine taş atmak istemiyordu. Makbul ebeveyn olmadığını çaktırmadan bir köşede yaşamak akıl sağlığı açısından daha iyi bir seçenekti.
Gülnur Acar Savran’ın değindiği ekolojik beslenme gibi modaların bakım emeğine getirdiği yük örneğin bu doğalcı cemaatlerde çok net görülüyordu. Maaşınızla çocuğunuza asla öyle bakamazdınız, bunu söylemeye utanırdınız. Her şeyden önce iyi bir anne olmaya yetecek paranız olmalıydı. Oysa her şey bir sermaye eleştirisiyle başlamıyor muydu? Bu gruplarda yeni hamile kadınlara “doula” önerileri yapılıyordu, bu kadınlar doğum sürecinde size destek olmak üzere sertifika almış kişilerdi. Doula sizinle mutlaka evde doğum seçeneğini konuşuyordu. Hayatınızda hiç hastaneye gitmemişsiniz gibi bir cehennem tasviri yapılıyordu tüm konuşmalarda. Beyaz ışık, doğum ve kadının tıbbileştirilerek elinden alınan doğası…
Pek çok konuda sermaye eleştirisi dendiğine ayrıntılar, bilançolar, ortaklıklar vb. verisetleri ve derinlikli analizler varken, mesele kadın ve doğum olunca “para için kesiyorlar, hastanede beyaz ışık var, ninelerimiz ne güzel doğururdu ve hatta mağaradan çıktığımız için bunlar başımıza geliyor” seviyesinde gelişti. Kapitalizm de buradaki ışığı gördü, üstüne düşeni yaptı ve göz açıp kapamadan bir sürü kadın kendisini “doğal doğumcu” doktorlara binlerce lira fazla muayene ücreti verirken buldu. Sezaryen “şeytan icadı” ilan edilirken kadın, bebek ölümleri gibi bir anda sermaye eleştirisi de unutuldu. Kesip biçmek için dolandırmak tabii ki kötü bir şeydi ama çocuğunuzun dünyaya geldiği ilk ânı yüceltip biricikleştirerek, tuhaf mesihçi annelik tasvirleri çizerek bebeğin havuza çıkması vs. için binlerce lirayı cebe indirmek makbul olmuştu. Mağara iyiydi yine, evrimde geriye dönüş bu şekilde suya kadar vardı bu akıl almaz süreçte. Oysa kısa bir araştırmada dahi havuzda doğumda enfeksiyon riski, boğulma riski, kordonla yaşanacak riskler karşınıza çıkıyordu. Doğalcılar size bunlardan asla bahsetmezdi. Üst düzey duygu bombardımanlı estetize doğum videolarıyla kuşatılmış gebeler çocuğunun doğduğu ânı dünya üzerinde günyüzü görecek ilk insan evladıymışçasına tasarlamaya başlamıştı.
Bu yeni sektörün en güzel taraflarından biri de bebekler üzerinden dolandırıcılığın kolay olmasıydı. Kendilerine soramıyorduk sonuçta, “nefes aldığın ilk anda yeniden suya girmek nasıl oldu?” diye. Eh, anneleri dolandırmak da çok kolay işti. Oksitosin ve toplumsal baskı altında böyle iddialı laflara direnciniz kendinizden hiç beklemeyeceğiniz düzeyde kırılabiliyor çünkü. Sezaryene dönersek, benzer dolandırıcılık zeminleri çalışıyordu. Riski olduğundan fazla göstererek göz korkutmak vb. İçinizde bir insanla yaşarken ve uzun aylar boyunca her şeyi düşünecek bol uykusuz ve huzursuz gece yaşarken bu düşüncelerin hepsi zihninizde canavarlara dönüşüyor.
Tanrısal temas ve pazarlanan annelik
Doğal doğumun kendisini üzerine inşa ettiği en önemli kolonlardan birisi ilk temastı. Bir kadının ve bir çocuğun, yani iki insanın bütün hayatını bir temas ânı üzerinden kurmanın şiddet olduğunu düşünen kadın sayısı hiç az değildi ama kimse anneliğin yüce sırrına ihanet etmeyi göze alamazdı. Okuduğunuz, duyduğunuz, izlediğiniz her şeyde yine o ayinimsi ilk doğum ânı sizi boğuyordu. Buradan sadece annelik değil, korkunç bir çocukluk anlatısı da inşa ediliyordu. İnsanın bürün tarihi, öznelliği, olasılıkları içinden çıktığı rahmin sahibine dokunmasına bağlıydı. Dolayısıyla sezaryen dehşet verici bir ihtimal oluyordu. Maazallah, çocuğunuz her an bir Netflix dizisindeki anne sevgisinden mahrum kalmış seri katil olabilirdi. Muhakkak insan için temas önemli bir şeydi ancak burada kurulan denklem acımasızdı.
Duygusal yatırımı ve propagandası bu düzeyde olan bir mevzunun devasa bir piyasa yaratmasına kimse şaşırmaz değil mi? Doğal doğum, emzirme, uyutma ve bilumum alt başlığı ile bu yeni model analık piyasası belki de hesabı kitabı yapılsa sezaryen piyasasını geçmiş olabilir, kim bilir? Kimse bilmiyor şu anda. Hani sezaryen için en azından ameliyat kayıtları var. Bu yeni alan üstüne üstlük oldukça enformelde işliyor. Havuzda doğan çocuklara ne oldu, günlerce vajinal doğum dayatmasında kaç çocuk 21. yüzyılda kafa travması geçirdi, kaç anne bu türden komplikasyonların sonuçları altında ezildi, bunların verisi yok. Sonuçta elinizde annelik performansı sopası oldukça da hem doğal doğum diyerek hem sezaryen diyerek voleyi vurmak mümkün.
İşte bu atmosfer altında “artık alalım bu arkadaşı” dememiş ve 42 hafta beklemiş bir anne olarak bir de iyice aklımı yitirip evde doğum yapsaydım ölecek olduğumu şu anda düşünmek bana dehşet veriyor. İkna olmuş olabilirdim. Bir annelik performansı uğruna ölebilirdim. Doğal doğum piyasasının zaiyatı olabilirdim.
Anneliğe ikna olmak
Tüm bunları konuyu daha da geniş bir soruna anneliğe getirerek bitirmek istiyorum. Kadının anneliğine biz ne zaman bu kadar ikna olduk? Doğurmak istemeyen kadınları, doğuran ama pişman olan kadınları, lohusa depresyonlarını ve bunun gibi pek çok “karanlık” gerçeği gördüğümüz günler nasıl bu kadar hızlı geçti? Nasıl sürekli kendi annelerimizi ve kendi anneliklerimizi konuşur olduk? Hamilelikten doğuma, doğumdan emzirmeye ve belki mezara kadar süren bir anne çocuk bağı anlatısı içinde kadının ve çocuğun insan olmasının ehemmiyetini ne zaman unuttuk?
Başladığım yere dönmek isterim. Biz çocuğumla doğduğu anda göz göze bakmadık. İstemedim. Çok acı çekiyordum, içimden çıkmıyordu. “Epidural ister misiniz?” dediler. Çektiğim acıya dayanacak gücüm kalmamıştı, korkuyordum, “narkoz verin ve alın artık” dedim. Bir saniye dahi pişman olmadım. Hiçbir önem vermedim o âna. Sevgi de güven de bağ da kurulur, inşa edilir, büyülü ya da kutsal bir şey değildir diye düşündüm. Ama pek tabii çokça erkek ve kadın “Doğal olmadı mı? Olsun üzülme” dedi. Bir kadın bebeğini vajinasından çıkmadığı için neden üzgün olsun? Hayattaydım. Çocuğum hayattaydı. Sırf doğal doğum yapmak için aylarca beklediğim bebeği kaybetsem çok üzgün olurdum ama. Böyle kadınlar var. Tıbbi sebeplerle değil, tam da bu “doğalcı” propaganda sebebiyle, “kadının doğası” bu diye yer yer doktorların uyarılarına rağmen dahi bu yolu zorlayan. Bu kadınları suçlayabilir miyiz?
Bugün kadınların istihdama katılması için evden ve esnek çalışma ile çocuğa senelerce yapışık yaşama ideolojisinin kavuşması bu “doğal doğum” propagandasının nasıl geri bir pozisyona ait olduğunun emarelerinden sadece birisi. Kadının bakım emeği o kadar “doğal” ki çözümü artı değer üretiminin de ev içinde çözülmesi oluyor. Oysa pek çok kadın kötü koşullarda dahi işe gidip evden, kocadan, çocuklarından uzaklaşmayı tercih edebiliyor. Kim bilir, belki bu kadınlar o kutsal ilk teması ıskaladı ya da iki sene gürül gürül emziremedi diye “ana” olamadılar ve insani duygulara hala sahipler…
Yenidoğan Çetesi’nin ortaya çıkmasından sonra oluşan güvensizliği ve pek çok ailenin psikolojik açıdan anlaşılır “yoğun bakıma” gitmeyelim tepkisini hatırlayalım. İşte doğalcılık ideolojisi bize aşı karşıtlığıyla yeniden hortlayan kızamık gibi salgınlar yanında bu türden tekinsizlikleri de getirdi. Taleplerimizi bilimsel olandan kopardı, hurafelere yöneltti. Her bir kadının kendi doğumunun gerektirdiği koşul neyse ona ücretsiz ulaşabileceği, annelik yüküyle bir ömür sınanmadan kendisi saygın bir insan olabileceği bir dünya talebi için kapitalizme karşı birleşmek yerine insanın doğasının en faydalı sonuçlarından olan bilimi şeytanlaştırdı. Bununla birlikte anneleri bebekle ilk bakışından başlayıp temas etme oranına kadar sorgulayan, babaların zaten olmayan sorumluluklarını iyice hafifleten tuhaf bir anneliğe akla gelmeyecek kadar insanı ikna etti. Ancak düşmanımız sezaryen değil. Zenginlerin doyasıya faydalanabildikleri hastaneler, doktorlar da değil. Düşmanımız sermaye ve her şeyin onun elinde olması. Her şeyin bizim için, bizim ellerimizde olmasını talep etmeliyiz.
Hastane ve sezaryen imkanı olmadığı için hayatını kaybeden tüm kadınların ve çocukların anısına, hâlâ dünyanın dört bir yanında yoksulluk içinde bu imkanlardan yoksun olan kadınlar için, her şeyden bizim için en iyi olacak biçimde faydalanma hakkımızı sonuna kadar tavizsiz savunmak görevimiz olmalı.