“Eğer şu zamana kadar istekleriniz gerçekleşmemişse, özlemleriniz dinmemişse, istemediğimiz şeyler başımıza gelmiş ve bizi mutsuz etmişse ya da yenilgilere katlanmak zorunda kalmışsak, bu durumun anahtarını rezonans kanununda bulacağız.”[1]
“Eğer istediğiniz kişi olabilseydiniz kim olmayı isterdiniz? Ya da hiçbir sınır, hiçbir engel olmasaydı? Ya da hiç kimse size isteklerinizin gerçek dışı, aşırı, saçma ya da fazla iddialı olduğunu söylemeseydi? İstediğiniz kişi olabilseydiniz, bütün yollar ve kapılar önünüze açık olsaydı, kim olmak isterdiniz?”[2]
2019’dan bu yana 45 baskı, 750 bin satış yapan ve geçen sene Türkiye’de en çok okunan kitap olan Rezonans Kanunu bu cümlelerle başlıyor. Ne kadar hoş değil mi? Kim olmayı istediğinizi yalnızca düşünüyorsunuz, öylece istiyorsunuz, bir proje oluşturuyorsunuz, çabalıyorsunuz ve sonuca yani başarıya ulaşıyorsunuz. Dahası, kalbinizle dünyayı değiştirebiliyorsunuz. Hayat böyle ne kolay.
Peki, bu sorular doğru sorular mı? Yani kim olmak istediğimizle ilgili soruları doğru bir yolla sorabiliyor muyuz? Daha mutlu bir yaşamla ilgili verili bir tanım var mı? Kimler diğerlerine göre daha mutlu? Mesela Anadolu’da feodal dönemde bir kasabada yaşayan kadının mutluluk idealiyle kapitalist toplumda günde 12-16 saat asgari ücretle fabrikada çalışan bir kadının mutluluk ideali, plazada çalışan beyaz yakalı reklam sorumlusunun ya da insan kaynakları müdürünün ya da sarı sendikalardan birinin genel başkanının mutluluk ideali aynı mıdır? Toplumun tüm kesimleri bu soruları kendine sorma imkanı bulabiliyor mu?
“Mutlu olmak” ve “kendimiz olmak” konusunda fazlasıyla iddialı olan Rezonans Kanunu, duygularımızın ve düşüncelerimizin bir “rezonans alanı” oluşturduğunu, insanlar, eşyalar ve şeylerle aynı rezonans alanına girdiğimizde, aynı frekansı yakaladığımızda onların da bizim çekim alanımızdan uzaklaşamayacağını ileri sürüyor. Sonrasında da bu iddialı fikrinin bilimsel temellendirmelerine geçiyor, bütün çıkarımlarını da ilk bölümdeki “bilimsel önermeleri” aracılığıyla geliştiriyor.
Modern bilimin ve tıbbın, kalbin yalnızca dolaşım sistemine ait kan pompalayan bir organ olduğuna bizi inandırmaya çalıştığı konusunda “uyarılar” içeren kitaba göre, 1993’te yapılan şaşırtıcı keşiflerle bunun doğru olmadığı anlaşılmış. HeartMath Enstitüsü, kalp ile beyin ilişkisi hakkında köklü araştırmalar gerçekleştirmiş, duyguların insan vücudu üzerindeki etkisini incelemek üzere duygularımızın ortaya çıkmasından sorumlu varsaydığımız bölgeye yani kalbe odaklanmış, daha önce keşfedilmemiş bir şey bularak kalbin yaklaşık 2,5 metre çapında bir enerji alanı olduğu sonucuna ulaşmış. Bu alan beynin enerji alanından daha güçlüymüş, oysa o zamana dek beynin en fazla enerji yayan organ olduğu kabul ediliyormuş.
Daha da önemlisi elimizdeki araçlar yeterli olsaymış, kalbin ölçülenden daha fazla bir alana enerji yaydığı tespit edilebilirmiş. Kalbimiz bu enerji alanıyla diğer organlarla ve çok uzaktaki diğer şeylerle bağlantı kurabilir, inançları, duyguları, fikirleri titreşime çevirebilir, bunları yayabilir ve etrafımızdaki fiziksel dünyayla etkileşime geçebilirmiş.
Değişim, 1995’te Rus Bilim Akademisi’nde Vladimir Poponin ve Peter Gariaev liderliğinde yapılan bir çalışmayla başlamış. Deneyler o kadar şaşırtıcı sonuçlar vermiş ki ancak ABD’de tekrar edildikten sonra yayımlanmış. Poponin ve Gariaev “foton” adlı ışık partikülleri aracılığıyla DNA’nın özelliklerini araştırmışlar. Klasik fiziğin alışılagelmiş mantığının aksine insan DNA’sının fiziksel dünyaya doğrudan etki edebildiği sonucuna varılmış, bu deneyler de rezonans kanununu anlamamızda aydınlatıcı olmuş.
HeartMath Enstitüsü de 1992-1995 arasında yaptığı araştırmalarla saf duygularımızın DNA üzerindeki etkilerini keşfetmiş. Değiştirilemez olduğunu bildiğimiz DNA’nın değiştirilebileceğini, hatta enerjik titreşimlere bile reaksiyon gösterdiğini saptamış. Araştırmacılar takdir, sevgi veya minnettarlık duygularını hissettiğinde DNA gevşeyerek yanıt vermiş, DNA zincirleri açılmış ve uzamış. Ancak araştırmacılar hayal kırıklığı, korku, öfke ya da stres duyguları oluşturduklarında DNA da olumsuz duygulara büzüşerek yanıt verip, kısalarak birçok kodunu kapatmış.
Pierre Franckh, dünya genelinde çokça ilgi gören iddialarını bu “bilimsel deneyler” üzerine kuruyor. Duygu ve düşüncelerimizin bir titreşim, elektromanyetik dalga, rezonans alanı oluşturduğunu, DNA’nın da her şeyle ve herkesle ilişkide olmamızı sağladığını iddia ediyor.
Bir araştırmanın bilimsel çalışma sayılması için problemin olgusal olarak tanımlanması, buna uygun yöntemin geliştirilmesi, projelendirilmesi ve raporlanması gerekir. “Bilimsel bir çalışmayı eşsiz kılan, içerdiği bulguların yeniden üretilebilir olmasıdır. Yöntem bölümünde ise çalışmanın nasıl, nerede, ne zaman yapıldığı sorularına yanıt verilir. Araştırma materyali (insan, hayvan, doku, hücre vb.), bunların nasıl hazırlandığı, araştırmanın yeri, tipi, çevresel koşullar, ekipmanları (gerekliyse firmalar) ve teknikleri, kontrol grubunu da içeren örneklem büyüklüğü, deneklerin özellikleri, deneklerin seçilme nedenleri, ölçümlerin nasıl yapıldığı, bulguları değerlendirme şekli uygun bir sırada açıklanır.”[3]
Rezonans Kanunu kitabının bilim kitabı olmadığı gibi sonuç önermelerini dayandırdığı bilimsel araştırmaların da bilim kriterlerine uymadığı da açıktır. Kaldı ki, bilimsel kriterlere uysa bile Marx’ın dediği gibi tarihi anlamak için doğa yasaları ile toplum yasalarını birbirinden ayrı ele almamız gerekir. Her ne kadar doğa yasaları ile toplum yasaları koşullu olsa da birbirinden farklıdır. İlki zorunlu, ikincisi tarihseldir. Doğa yasalarını toplum yasalarına birebir uygulayamayız. Doğal nedensellik ile toplumsal nedensellik birbirinden farklıdır. Marx, bu nedenle de ilkine “yasa” diğerine de “eğilim” demiştir. Doğa yasalarını toplum yasalarına uyguladığımız zaman ise bu Sosyal Darwinizm olur.
Son yıllarda çokça okunan kişisel gelişim kitaplarının bir kısmı, çağdaş doğa kuramlarına referanslarıyla bilimsel bir temele sahipmiş gibi izlenimler uyandırabiliyor. Bilimsel referanslar metindeki argümanların nesnelliğini daha az tartışmaya açtığı için çok sayıda okuyucuyu cezbedebiliyor. Oysa bu yaklaşımların önemli bir kısmı safsataya varan sonuçlar üretebiliyor.
Kökeni Antik Yunandaki Sofistlere kadar dayanan (ve retorikle işleyen) safsatalar “hatalı akıl yürütme” olarak da bilinir. Bazen isteyerek, bazen de istemeyerek hatalı akıl yürütmelere düşebiliriz. “Safsatalar bilişsel kusurlar, farklı motivasyon kaynakları, evrimsel adaptasyon süreçlerinden gelen bir takım mantık hatalarından kaynaklanabilir.”[4]
Rezonans Kanunu’nda günlük hayatta da çok sık karşılaştığımız, bizi çok sık mantık hatasına düşüren, en bilinen safsatalardan “Doğallık Safsatası” (Appeal to Nature) kullanılıyor. “Bu safsata çok sık siyasi tartışmalar, evrim tartışmaları, beslenme alışkanlıklarımız, bu kitaptaki gibi kişisel gelişim konularında karşımıza çıkıyor. “İnsanların büyük bir kısmı doğanın ve doğada var olanın kendinde içkin bir değeri olduğunu varsayar, doğa iyi olandır varsayımı bir hayli yaygındır.”[5] Kendini bu safsataya kaptıranlar örtük biçimde bir şeyin iyiliğini doğada görülme sıklığıyla ölçmeye eğilimlidirler. Yani Marx’ın işaret ettiği, doğanın da tarihsel bir koşulluluğu olduğunu ve doğa yasalarının toplum yasalarına uygulanamayacağını göz ardı ederek mantık hatasına düşerler.
Rezonans Kanunu’nda olduğu gibi, safsatalar ideolojik olarak da kullanışlı olabilirler. Kapitalist üretim ilişkilerine bu denli boğulduğumuz, emeğimizin değerinin bu kadar düşürüldüğü ve sefalet koşullarında yaşamaya mahkum edildiğimiz bu tarihsel uğrakta, özellikle orta sınıfa düşen bu tarz kişisel gelişim kitapları oluyor. Elbette bu kitaplar 12–16 saat çalışan emekçiler için de yazıldığı gibi, bilhassa bu kesimin gençlerinin ilgisini çekiyor.
“Sen istersen olur, yeter ki rezonansını yarat, istediğin o evi alabilirsin, o beğendiğin arabaya sahip olabilirsin, gelecekteki partnerin yolunu kesip seninle tanışmak isteyebilir. İstediğin olmuyor mu? Yeterince istemedin, kalpten istemedin, sana kalbin manyetik alanının beyinden 5000 kez daha güçlü olduğunu söylemiştik, projeni başaramadın” gibi düşünceler binlerce insanın sahip olduğu koşullardan kendilerinin sorumlu olduğu inancını üretebiliyor. Bu egemen ideolojik düşünce tarzı, yani neden-sonuç ilişkisini tersine çevirme ya da örtbas etme eğilimi toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin sürekliliğini güvence altına alıyor.
Kişisel gelişim kitaplarında egemen ideolojilerin yeniden üretim tarzı safsatalar üzerinden de işletilebiliyor. Geleneksel olarak milliyetçilik, ırkçılık, cinsiyetçilik gibi ideolojiler günümüzde bu kişisel gelişim kitapları aracılığıyla egemenler tarafından toplumun üzerine boca ediliyor. Kitapçıların rafları bireycilik, biriciklik, affetme, razı olma, köşesine çekilme, kendi kendine yetme, içe dönme, enerji alanları yaratma vb. telkin eden kişisel gelişim kitaplarıyla dolu. Oysa ihtiyacımız olan bunların aksine emekçiler ve emeği sömürülenler olarak bir araya gelmek, birbirimize güvenip kenetlenmek, hayatımızı, doğamızı, yaşama sevincimizi elimizden alan, onurumuzla oynayan bu egemen düzene karşı bir güç inşa etmek olmalı. Şayet iki yaklaşımın da nihai amacı bireyin özgürleşmesiyse, bizim açımızdan bu mücadelenin güzergahını tayin eden temel etken binlerin milyonlara sadece ekonomik ilişkilerle değil ideolojik yolla da hükmettiği sömürü ve mülkiyet ilişkilerinin nesnel tahlili ve devrimci dönüşümünün somut olanaklarıdır.
Kaynaklar
1. Pierre Franckh. Rezonans Kanunu. Koridor Yayıncılık, 2023.
2. A.g.e.
3. Abdullah Ekmekçi ve Ece Konaç. “Bilimsel Yazımın Bazı Temel Kuralları”, TUBAV Bilim Dergisi, Sayı 1 (2009): 117-121.
4. Taner Beyter. “Mantık ve Yaygın Safsatalar”, onculanalitikfelsefe.com, 2021.
5. “Mantık ve Yaygın Safsatalar”