1980’lerden itibaren Türkiye’de neoliberal politikaların yükselişi, sağlık hizmetlerini de bir “kâr alanına” dönüştürdü. 70 milyonluk nüfus, sermaye için iştah kabartıcı bir pazar haline geldi. Dünya Bankası’nın 1990’daki “Birinci Sağlık Projesi” (150 milyon dolarlık kredi) kamusal sağlığın tasfiyesinin ilk adımıydı. Paranın büyük kısmı inşaat, araç alımı ve “eğitim” maskesi altında piyasa altyapısına aktarıldı.
“Reform” adı altında yapılanlar şunlardı:
· Aile hekimliği aracılığıyla birinci basamak hizmetler parçalandı.
· Özelleştirilen hastaneler, sağlığı “hizmet sektörüne” dönüştürdü.
· Genel Sağlık Sigortası, vergilerle değil primlerle finanse edilerek yoksulları dışladı.
· Performans sistemi, hekimleri “randevu makinesi” haline getirdi.
Peki, tüm bunların sonucu ne oldu? 2002-2024 arasında özel hastane sayısı yüzde 117,7 arttı. Kamunun payı erirken, 2023’te 1 milyar poliklinik başvurusu (kişi başı 10 kez) sistemi iflas ettirdi. Sağlık tüketilebilir bir ürün olarak sunuldu, insanlar da “üç dakikalık muayene” kuyruklarında bilinçsiz tüketicilere dönüştü.
Kadın bedeni üzerinden siyaset: Sezaryen yasakları ve çelişkiler
AKP’nin “aile yılı” retoriği, üç çocuk dayatması, kürtajın fiilen yasaklanışı ve sezaryen karşıtlığıyla çelişiyor. Oysa evrimsel antropoloji ve doğuma ilişkin gerçekler bize şunu söylüyor: İnsan pelvisi dik yürümeyle daralmış, beynin büyümesi ise fetüsün başını genişletmiştir. Bu anatomik çatışma vajinal doğumu riskli hale getirebilir. Modern tıp, sezaryenle bu riski azaltmıştır.
Ancak AKP, sezaryen oranlarını düşürme politikasıyla kadınları devlet hastanelerinde zorla vajinal doğuma yönlendirdi. Özel hastanelerde sezaryen yüzde 60’ları aşarken, devlet hastanelerinde yüzde 38’e düşürüldü. Gerçek sebep nedir? Türkiye’de sezaryen oranları (yüzde 60’ın üzerinde), Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği ideal aralığın (yüzde 10-15) çok üstünde. Bu durum, yalnızca tıbbi bir tercih değil sağlık sisteminin çöküşünün ve piyasalaşmanın bir sonucu.
Sezaryen patlamasının gerçek nedenleri şunlardır:
1. Sağlıksız toplum, riskli gebelikler. Obezite ve metabolik hastalıklar (diyabet, hipertansiyon) artıyor. Türkiye’de her üç kadından biri obez, bu da normal doğum komplikasyonlarını tetikliyor. Fast-food endüstrisi, yoksulluk, işlenmiş gıdalarla beslenme krizi büyüyor. Gebelik diyabeti ve iri bebek oranları yükseliyor.
2. Sağlık sisteminin iflası. Gebelik takibi yok denecek kadar az, kamuda kadın doğum uzmanı sayısı yetersiz. Aile hekimliği sistemi gebelik takibini yapamıyor, niteliksiz ve aşırı iş yükü altında eziliyor. Birinci basamak sağlık hizmetleri çökmüş durumda. Sağlık ocaklarının kapatılıp aile hekimliğine geçilmesi, koruyucu sağlık hizmetini bitirdi. Gebe eğitimleri, psikolojik destek, doğum hazırlığı paralı özel kliniklere havale edildi.
3. Şiddet, malpraktis korkusu ve hekimlerin güvencesizliği. Sağlıkta şiddet arttıkça hekimler en risksiz yolu (sezaryen) seçiyor. “Normal doğumda bir şey olursa, aile dava açar mı?” korkusu, tıbbi kararı baskılıyor. Malpraktis davaları ve medya linçleri, hekimleri defansif tıbba itiyor. “Mahkemede savunması kolay” diye sezaryen tercih ediliyor.
4. Hastane merkezli sistem: doğumun ticarileşmesi. Özel hastaneler sezaryeni teşvik ediyor, çünkü daha kısa süreli, daha pahalı ve planlanabilir bir işlem. “Doğum paketleri” ile kadınlar müşteriye dönüştürülüyor. Kamuda bile performans baskısı artıyor. Devlet hastanelerinde bile sezaryen başına ödeme modelleri, hekimleri bu yöne zorluyor.
5. Sosyal alışkanlıklar. “Ağrısız doğum” imkanları azalıyor. Epidural anestezi kamuda ya yok ya da ulaşılmaz. Kadınlar, “acı çekmek zorunda değilim” diyerek sezaryeni seçiyor. Üstelik “normal doğum korkusu”, dizilerde ve sosyal medyada abartılı şekilde pompalanıyor.
Bu tablo, kader değil politika tercihidir
Sezaryen oranları, sağlığın metalaşmasının açık bir göstergesi. Çözümü ise basit:
· Birinci basamak sağlık hizmetleri güçlendirilmeli: Ücretsiz, nitelikli gebe takibi, doğum eğitimleri.
· Ağrısız doğum erişilebilir olmalı: Epidural, suda doğum gibi seçenekler kamuda ücretsiz sunulmalı.
· Şiddet ve dava korkusu bitmeli: Hekimler, performans ve mahkeme tehdidi olmadan karar verebilmeli.
· Özelleştirme durmalı: Doğum özel hastanelerin kâr alanı değil, kamusal bir hizmet olmalı.
Sağlık piyasanın değil yaşamın hakkıdır
Neoliberalizm sağlığı bir “kâr alanına” dönüştürdü. Özelleştirme, performans sistemi ve sigorta modeli, eşitsizliği derinleştirdi. Kadın bedeni üzerinden siyaset ise bilimi reddediyor. Sezaryen karşıtlığı, cehalet ve kontrol politikasıdır.
Çözüm ise kamucu sağlıkta: Gebelik takibi, ücretsiz ağrısız doğum, bilimsel doğum seçenekleri ve kâr değil insan odaklı sistem. Şüphesiz ilk kabul edilmesi gereken, kadınların ağrısız doğum istekleri olmalı, nihayetinde bu talebin kadın ve bebeğin sağlığının en az derecede riske atacak şekilde hayata geçirilmesi gereklidir. Kadının bedensel sağlığı kadar zihinsel sağlığı da dikkate alınmalı, normal doğum korkusunu aşacak tıbbi desteklerin verilmesinin yanında sezaryen seçeneği için bu korku durumu da göz ardı edilmemelidir.
Öyleyse nesnel yolla yani sonuçlardan değil nedenlerden hareketle düşünmemiz için sormamız gerekenler şunlar: Neden birey ve toplum yararına, saha profesyonellerinin de görüşleri alınarak bilimsel ve etik kriterlere uygun bir sağlık politikası değil, şirketlerin faydasına bir sağlık sistemi oluşturuldu? Neden “kaç çocuk doğuracağına” ya da doğurup doğurmayacağına, nasıl sağlıklı yaşayacağına kadınlar karar veremiyor?